Mukaddeslerin Bedeli: CAN VERMEK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Mukaddesler, bir milletin aidiyet şuurudur. Bir millet; mukaddesleri ile var olur, hayâtiyetini devam ettirir. Bu değerinin hakkını veremeyen topluluklar, tarihin akışında bir millet olarak var olamazlar ve istikbâle ulaşamazlar. Nitekim Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya akan Türkler ve diğer kavimler, zamanla aidiyet değerlerini kaybederek tarihten silinmişlerdir. Güneyden batıya gidenler ise, kültürlerini zenginleştirerek tarihteki muhteşem parıltılarıyla istikbal va‘deden medeniyetler inşâ etmişlerdir.

 

Bir millet devletsiz olamaz; istikbâle ulaşmak ve mükellef olunan rahmet iklimini dünyaya hâkim kılmak, ancak devlet ile başarabilir. Onun için atalarımız; 

 

“Ya devlet başa; ya kuzgun leşe!” demişlerdir. Şanlı medeniyetimizin son altın halkası olan Osmanlı’nın mayasını çalanlardan Şeyh Edebâlî Hazretleri, devletin yaşamasının şiârı olarak; 

 

“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.” düsturunu kayda aldırmıştır. Osmanlı; daha önceki devleti çözüp bitiren zâfiyetlerin bertaraf edilmesiyle, tarihe en uzun ömürlü devlet olarak geçmiştir. Eşref-i mahlûkat keyfiyetiyle yaratılan insanla alâkalı olarak, zarûrât-ı dîniyye hükmündeki; «aklın, dînin, canın, malın ve neslin» korunması da, ancak bir devletle mümkün olur. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müslüman olmayanların da yaşadığı Medîne-i Münevvere’de; derhâl, bütün halkın hukukunu koruyacak bir sözleşme hazırlatarak devletin kuruluşunu tamamlamış; daha sonra İslâm’a açılan yerlere de, işinin ehli vâliler tayin edilerek, devletin hükümranlığı ve devamlılığı temin edilmiştir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âhirete irtihâli vâkî olunca da; ilk iş, yerine yeni devlet başkanının tespit edilmesi olmuştur. 

 

Devletin kurulduğu mekân olan vatan ve alâmeti mevkiindeki bayrak; milletin korumakla mükellef olduğu, bedeli Allah Teâlâ yolunda can vermek olan mukaddesleridir. Zira, vatan ve onun semâsında dalgalanan bayrak olmadan, devlet olmaz. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususla alâkalı olarak; 

 

“O hâlde dünya hayatını âhiret hayatı karşılığı satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.” (en-Nisâ, 74) buyurulur. Ayrıca, günümüzde pek çok yerde savaşların hiç durmadığı İslâm coğrafyasının perişan hâline de bir işaret bâbında, şöyle bir ifade de fevkalâde câlib-i dikkattir: 

 

“Îmân edenler Allah yolunda savaşırlar. 

 

İnkâr edenler tâğut yolunda savaşırlar. 

 

O hâlde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. 

 

Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (en-Nisâ, 76) 

 

Bu cümleden olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“İki göz vardır ki, onlara cehennem ateşi değmez: 

 

Allah için ağlayan göz ve 

 

Allah yolunda nöbet tutarak uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12/1639) buyurur. 

 

Nitekim sulh zamanında da olsa, cihad sayılan askerlik hususunda, bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur: 

 

“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 6)

 

Ferdin kendisine emânet buyurulan ve titizlikle korumaya memur olduğu en değerli hazinesi «can»dır. Ona düşen en güzel vazife; bu en değerli emâneti ona lâyık gören, her şeyin yaratıcısı ve sahibi Allah Teâlâ yoluna fedâ edebilmektir. Şehâdet denilen bu en yüksek fedâkârlık Kur’ân-ı Kerim’de şöyle övülür: 

 

“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyiniz. bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (el-Bakara, 154) 

 

“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz; şunu bilin ki, Allâh’ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 157)

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, şehâdetin karşılığında kavuşulacak nimeti; 

 

“Şehîdin kul hakkı dışında bütün günahlarını Allah affeder.” (Müslim, İmâre, 119) diye müjdeler. Şehâdetin değeri bir başka hadîs-i şerifte de şöyle ifade buyurulur:

 

“Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak, yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îmân, 26) 

 

Şehâdet nimetinde, can vermenin hafifliğini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Sizden biriniz karınca ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehîd olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” (Nesâî, Cihâd, 35) diye işaret buyurur. Gerek tarihte, gerekse günümüzde kaydedilmiş, mütebessim çehreli şehid haberleri, bu mûcizenin tezâhürleridir. 

 

Allah Teâlâ’nın en büyük ihsânı olan «cân»ı, cânan yoluna fedâ etmek, aşkın kemâli ile alâkalı bir tezâhürdür. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehîd olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre, 156) buyurur. Bu cümleden olarak şehîd olabilmek, bütün mücâhidlerin yanıp tutuştukları bir hasret olmuştur. 

 

Şanlı tarihimiz, mukaddesleri için canından vazgeçen kahramanlık âbideleri ile doludur. Anadolu’nun kapısını açan Sultan Alparslan; Malazgirt’te, cuma namazı vaktinde ordusundan dört misli kalabalık Bizans ordusu ile muharebeye tutuşmadan evvel; kefen olarak beyaz elbisesini giymiş ve bir nefer gibi savaşarak düşmanı bozguna uğratmıştır. Anadolu’yu çiğneyip geçmek isteyen haçlı sürüleri, Allah yolunda can-fedâ etmek için coşan ecdâdımız sayesinde, sukût-ı hayâle uğramışlardır. Bütün sultanlar ve askerleri; 

 

“Sefer bizden, zafer Allah Teâlâ’dan!” niyeti ile şehâdete can atarak, harp meydanlarına çıkmışlardır. Sultan Birinci Murad (Hüdâvendigâr), Birinci Kosova muharebesinde, kabul buyurulan duâsıyla şöyle yakarmıştır: 

 

“Yâ Rabbî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûp edip helâk eyleme! Askerlerime öyle bir zafer lutfet ki; bütün müslümanlar bayram etsin. Dilersen o bayram gününde, şu Murad kulun yolunda kurban olsun…” 

 

Şanlı ecdâdımızın diğerlerinden farkı, fethettikleri coğrafyayı işgal edilen yer olarak değil, yüce «Nizâm-ı Âlem» dâvâsı mûcibince vatan olarak görmeleridir. Gidişat îcâbı, talih dönüp geri çekilmek mukadder olunca; her bir karış vatan toprağı, alınırken olduğu gibi, bedeli canla ödenerek terk edilmiştir. Son olarak da, Çanakkale’den Millî Mücadele’ye, her bir askerimizin vatan aşkıyla destanlaştığı bir hengâm bahis mevzuudur.

 

Günümüz batı dünyasında; kin ve nefret sâikıyle İslâm âlemini zillete mahkûm etmek için, müslümanların mukaddeslerini tahkir hareketleri başlatılmıştır. Hattâ kaleyi içten yıkmak gayesi ile, İslâm ülkelerindeki işbirlikçiler de bütün imkânlarla desteklenmektedir. Şüphesiz, nesillerimiz üzerinde bu hareketlerin yıkıcı, sarsıcı tesirleri görülmektedir. Ancak çok şükür ki; milletimizin kāhir ekseriyeti ile şanlı ecdâdına lâyık olduğu görülmektedir. Yurt içi ve dışı askerî harekâtlarda, şanlı ordumuzun, mukaddeslerini korumakta ecdâdı gibi şuurlu olması, şehâdet hasretiyle dolu asker mektupları, milletimizin onlara minnettarlık hislerini pekiştiriyor. Suriye harekâtında; 

 

“Dönmek için gitmiyoruz; düğüne gidiyoruz!” diyen askerlerimiz, onlara yün çorap ören teyzelerimiz, çay yapan dedelerimiz, harçlıklarını gönderen ilkokul talebelerimiz… milletçe iftihar vesilemiz oldu. Hele de dış destekli 15 Temmuz darbe teşebbüsünde; topyekûn bir milletin, hâinlerin havadan ve karadan yaptıkları bombardımanlara, yaylım ateşlerine karşı vatan uğruna göğsünü hâinlere kahramanca siper etmesi, tarihe altın harflerle yazıldı. Anlaşılıyor ki; bu millet, ecdâdından mukaddeslerini canı pahasına koruma ve nizâm-ı âlem dâvâsını gütme şuurunu tevârüs etmiştir. Zâlim sömürgecilerin korku ve telâşlarının sebebi de budur.