HİCRET, NİKÂH ve TESETTÜR

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Muharrem ayının girmesiyle birlikte yeni hicrî senemiz başlıyor. Bu vesileyle dînimizde mühim bir yere sahip olan hicreti anmış da olalım. Âyet-i kerîmede hicret edenler hakkında; 

 

“…Allâh’ın rahmetini ümit etmeyi hak edenler.” (el-Bakara, 218) buyurularak hicretin ehemmiyetine işaret edilmiş. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ensâra karşı yaptığı bir konuşmada; 

 

“Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim.” (Müsned, II, 315; Müslim, Zekât, 139) buyurarak muhâcirliğin fazîletinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını belirtmiş. Sahâbeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri, ilk sırayı daima muhâcirlere vermişler.

 

Hicretin sözlük anlamı bir yerden veya bir şeyden ayrılmak demek. 

 

Istılahtaki mânâsı da dînini yaşamak gayesiyle İslâm diyarına göç etmek demek. Bugün de müslümanların dinlerini yaşamak ve müslümanların kuvvetlenmesini sağlamak için yaptıkları göçler, her zaman hicret hükmünde olacaktır. Meselâ; daha çok para kazanmak yerine dînini daha güzel yaşayabilmek, mâneviyâtını inkişâf ettirmek ve çoluk çocuğunu İslâmî eğitim müesseselerine gönderebilmek için bir İslâm memleketine yerleşmeyi tercih etmek, hicret gibi sevaptır.

 

Aslında hicret ister mekânda bir göç şeklinde olsun, ister hâl ve tavır ile ayrılmak, uzaklaşmak sûretiyle olsun; dünyevî menfaatleri, istekleri, alışkanlıkları ve bağları din uğruna fedâ etmek demek. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki: 

 

“Size gerçek mü’mini tarif edeyim mi? 

 

O, müslümanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları kişidir. 

 

Kâmil müslüman, insanların dilinden ve elinden gelecek zararlardan sâlim oldukları kimsedir. 

 

Asıl mücâhid, Allâh’a tâat konusunda kendi nefsiyle mücâhede eden kimsedir. 

 

Hakikî muhâcir de hata ve günahları terk eden kişidir.” (İbn-i Hibbân, Sahîh, VII, 178)

 

Allâh’ın râzı olmadığı hâllerden, yerlerden ve arkadaş çevresinden ayrılıp; rızâsına ulaşmaya vesile olacak cemaatlere, kardeşlere ve hizmetlere koşmak da bir hicrettir. Bir eğitim müessesesi veya bir evlilik tercihi de hicret niyetiyle yapılabilir. Bir işe girerken çalışma ortamına veya ev alırken muhite hassâsiyet göstermek de hicret sevâbı kazandırabilir. Bilhassa zamanımızda; tesettür, evinde vakar ile oturmak; çalışıyorsa bulunduğu yerlerde hayâ, edep ölçülerinden taviz vermemek de bir hicret tavrıdır. 

 

Tesettür ne yazık ki ehemmiyetini hakkıyla kavrayamadığımız ve aktaramadığımız bir hüküm. Belki de günümüzde en çok tartışılan bir hüküm olması da bu yüzden. Hakkıyla kavramadan sadece örf, âdet gibi görerek isteksizce yerine getirenlerin hâlleri yüzünden de sıkça tartışma konusu oluyor. Bu hükmün; şimdiye kadar hâlâ konuşulmamış birçok yönü olduğunu, hâlâ hakkıyla anlaşılamadığını fark etmemiz gerekiyor. 

 

Tesettür, özünde insanı insan yapan hususiyetlerin muhafazasına dair bir hüküm. Bunu zâhirî bir bakışla bile görmek mümkün. Meselenin biraz daha kökenine inelim. 

 

Fert olarak bir insanı karşınıza alıp şöyle bir baksanız ne görürsünüz? İşin doğrusu pek bir şey göremezsiniz. Çünkü fert olarak insan çok zavallıdır, âcizdir. Yeryüzündeki mahlûkatın en zayıfıdır. Dünyaya çıplak gelmiştir; bebeklik, çocukluk çağı hayli uzundur. Yaşamak için pek çok şeye ihtiyacı vardır. Muhtaç ve âcizdir. Ama insana; kurduğu cemiyetlerle, müesseselerle, asırların birikimlerini aktarıp meydana getirdikleri yönünden bakarsanız, hayret verici bir mahlûk ile karşı karşıya olduğunuzu görürsünüz. 

 

Bu âciz canlının en büyük mârifeti; bir araya gelmek, iş birliği yapmaktır. Bunda da Allâh’ın insana lutfettiği; konuşmak, yazmak, öğrenip öğretmek, iş bölümü ile yardımlaşmak gibi kabiliyetlerin ehemmiyeti büyüktür. Bir de insana indirilmiş hukuk ve ahlâk normlarının çok mühim bir yeri vardır. 

 

İnsan; diğer mahlûkattan farklı olarak, kaba kuvvetiyle dövüşüp duran değil, hak ve vazifeleri hukuk yoluyla belirlenmiş bir düzen içinde yaşar. Bugün en lâik, seküler toplumların bile uyguladığı hukuk sistemlerinin temelinde, Allâh’ın indirdiği temel kanunlar vardır. Bunlar zamanla bozulmuş olsa da hâlâ birçok esas uygulanmaya devam etmektedir. Meselâ; hırsızlık, cinayet, tecavüz ve benzeri dînen suç kabul edilen hareketler, yine suç sayılmaya devam eder. Hiçbir ateist veya deist çıkıp da maymunlar gibi; «Kaba kuvvetin hüküm sürdüğü bir sürü hâlinde yaşayalım!» demez. 

 

Ama çelişkili bir şekilde, bugünkü liberal kanunlar; özgürlüğü nefsânî bir anlayışla yorumlayıp, karşılıklı rızâ ile nikâhsız ilişkiler kuranlara, zinâ edenlere karışmaz. Öte yandan yine de bunlar yüz kızartıcı bir hâl sayılır, -en azından evli kişilerin yapması, boşanma davalarında kabahatli görülmesine sebep olur-. Çünkü vicdanlarda insanın hukuk ve ahlâk esaslı bir hayat yaşamasına dair anlayış tamamen yok olmamıştır. 

 

Buna mukabil, kaba hırsızlık, hiçbir zaman suç olmaktan çıkmaz. Ama zenginin zekâtını almak, fâiz ve benzeri haksız kazançlarına engel olmak gibi dengeleme vazifelerini yapmasına ise izin vermez. Böylece kapitalist liberal düzen; devleti, zenginin mülkiyet hakkını koruyan bir memur seviyesine düşürür. Sermaye; daima vergilerin düşük, emeğin ucuz olduğu yere kaçar. Bu sebeple devlet de çaresizdir. 

 

Bu basit örnekten de anlaşılabileceği gibi, bugün dünyada cârî olan hukuk düzeni tutarsızdır. Bununla beraber insanlar, yine de Allâh’ın vaz ettiği hukuk ve ahlâk sistemlerinden istifade etmektedir. Hâlâ dünyada bir düzen varsa, insan nesli büsbütün vahşîleşip gitmiyorsa bu hâlâ Allâh’ın insana hidâyeti olan hukuk sistemlerinin, eksik, çarpık da olsa uygulanması sayesindedir. 

 

Allâh’ın insanoğluna nikâh, mülkiyet, mîras ve benzeri akitler yapma ve bunlara bağlı kalma hususunda yol göstermesi, büyük bir ikramdır. Bu ikramdan inançsızlar da faydalanmakta ama nankörlük etmektedirler. Bu sebeple Allah Teâlâ inkârcılara «kâfir» yani nankör adını takmıştır. Gökten ve yerden her nimetten faydalanıp, en iyi hayatı yaşadıkları hâlde; şükretmez, şükürlerinin ifadesi olan kulluktan yüz çevirirler.

 

Allâh’ın indirdiği ve dünya hayatımızı düzenleyen, bizi insanlaştıran, cemiyetler kurmamıza, sulh içinde yaşamamıza ve bugünkü seviyeye ulaşmamıza vesile olan hukuk sistemlerinin en önemli bir umdesi; yine aileyi düzenleyen nikâh müessesesidir. 

 

Nikâh akdinin, insanı insan yapan hukuk ve ahlâk düzeninde önemli bir yeri vardır. Nikâh bir sözdür, bir kelâmdır. Kelâmın dürtülere hâkim olması, bir çerçeve çizmesidir. Allâh’ın huzûrunda ve insanların şâhitliğinde verilen bir ahiddir. Allah Teâlâ nikâh akdi için; «mîsâkan ğalîzâ» ifadesini kullanmıştır. Tefsirlerde bu ifade; «sorumluluklar yükleyen bir ahid, sapasağlam bir sözleşme» şeklinde çevrilmiştir. 

 

Nesillerin en iyi şekilde yetişmesi için, insanın insana yakışan bir hayat sürmesi için, bilhassa zayıfların kötü hâllere düşmemesi, ıslah olup ifsâd olmaması için nikâhın önemi büyüktür. 

 

Nikâhsız hayat; bilhassa zayıf taraflar, kadınlar ve çocuklar için çok büyük bir felâkettir. Afrika’nın bazı bölgelerinde, evvelden iptidâî bir hayat yaşayan, sonra sömürgeciler tarafından zoraki hıristiyanlaştırılan ama onlara tepki olarak dinsizleşen bazı topluluklardan bahseden bir kitap okumuştum. Bu kitapta, nikâhsız bir toplumda kadın ve çocukların durumu ortaya konuluyordu. Âdeta vahşi hayvanlar gibi yaşayan bu topluluklarda, kadınlara her kötülük yapılıyordu. Kadın; kimin olduğunu bile bilmediği çocuğu doğurduğu zaman, tamamen desteksiz. Mecburen evden çıkıp yiyecek temin etmeye çalışıyor. Çocukların çoğu beş yaşına gelmeden ölüyor. Sekiz-on yaşına kadar bir şekilde hayatta kaldıysa, sokak çetelerine katılıyor, böyle devam ediyor. 

 

Aslında bu durumun benzeri manzaralar, çok gelişmiş ülkelerde de yaşanmaktadır. Aradaki fark; buralarda maddî imkânlar sayesinde fizyolojik ölüm oranlarının düşük olması, buna karşılık, daha çok psikolojik ve mânevî tahribatın yüksek olmasıdır. Burada çocuklar görünüşte yaşar ama rûhen hastadır. Bunlar ergenlik çağına geldiklerinde, bir gün intihar edebilir veya uyuşturucu kullanarak yavaş yavaş ölüme gidebilir. Eğer toplumların çoğu bu durumda değilse, Allâh’ın indirdiği hukuk ve ahlâk normlarının tamamen silinmemiş olmasındandır. 

 

Tesettür görünüşte nikâhtan bağımsız bir emir gibi telâkkî edilse de; tesettürsüzlük gözle görünür bir şekilde arttığı zaman, nikâh ve aile zarar görmektedir. Aile tamamen ortadan kalkmasa da rûhunu ve mânâsını önemli ölçüde yitirmekte, menfaatçi bir anlaşmaya dönüşmektedir. 

 

Günümüzde; tesettür emri, sanki kadına tek taraflı emredilen bir yük gibi telâkkî edilmektedir. Eğer kadınlara da erkeklere emredildiği şekilde -evin geçimi, askerlik ve cemiyete ait vazifeler gibi- ağır yükler yüklenmiş olsaydı bu doğru olurdu. Ama kadınlara tesettür emredilirken, birçok vazifeden muâfiyet de getirilmiştir. 

 

Elbette sanayileşme sonrası dünyada çok şey değişmiştir. Günümüzde çalışma, evin geçimi bir külfet değil, bir kariyer vasıtası hâline gelmiştir. Eskiden herkes evlât yetiştirmeyi, geleceğe dair bir güvence kabul ederken bugün evlatlârdan bir şey beklenmez olmuş, emeklilik, maddî birikim tercih edilir olmuştur. Aslında bu da aldatıcıdır. Eskiden her evlât kendi anne-babasına bakarken, günümüzde de genç çalışanların ödediği primlerle, emeklilere ödeme yapılmaktadır. Yani değişen tek şey, durumun kolektif bir hâl almasıdır. Hattâ nüfus yaşlanması olan ülkelerde, ödeme dengesi bozulmaktadır. 

 

Müslüman ülkelerde de evliliklerin azalması, boşanmaların artması, çocuk sayısının azalması ve nüfus durağanlığı problemleri baş göstermeye başlamıştır. Kısacası değişen dünyada, aile daha çok mânevî dinamiklerle ayakta tutulabilecek bir müesseseye dönüşmüştür. Bugün nikâhı bir «mîsâkan ğalîzâ» olarak görmek, bir ihlâs imtihanı hâline gelmiştir. 

 

Her çağın kendine göre imtihanları vardır. Zannederim bu çağda; mânevî değerleri, aileyi, tesettürü, iffeti, hayâyı sahiplenip savunmak da bu devrin bir hicreti değerindedir. 

 

Allah Teâlâ; bizi ve evlâtlarımızı bu devrin mü’min, müslim ve muhâcirlerinden eylesin. Âmîn…