İNSAN NE İÇİN ÖLÜR?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Geçtiğimiz ay Konya’da bir doktorumuza yapılan silâhlı saldırı, ülkemizde günlerce konuşuldu. Bir müddettir yükselen, «doktora şiddet» hâdiselerinin zirvesi olan bu acı cinayet, bazı doktorların hasta bakmaması gibi protestolara sebebiyet verdi.1 

 

Hâlbuki bundan önceki ve sonraki günlerde, haftalarda, aylarda ve yıllarda, şehid haberleri hep gelmeye devam etmekte. Hudutlarımızda, operasyon mıntıkalarında veya bambaşka bir yerde, muvazzaf veya vatanî vazifelerini yapmakta olan güvenlik güçlerimiz şehid olabiliyorlar. Ancak bunların akabinde askerliği bırakmaya kalkanlara yahut; «Çocuklarımızı askere göndermeyeceğiz!» diyenlere rastlanmıyor. Bilâkis, şehidlik mertebesine muhabbet ve îman, kuvvetle yaşıyor.

 

Nurettin TOPÇU’nun ifadesiyle:

 

“Rûhun zaferi; fedâkârlık, af, sabır, sevgi ve sonsuz tahammüldür. Bu zaferin son mertebesi, bütün bu kuvvetleri kendinde toplayan şehidlik mertebesidir.” 

 

Burada kocaman bir «elhamdülillâh!» demeliyiz. 

 

Çünkü bizim de kuyruğuna tutunup peşinden gittiğimiz batı dünyasında, vatanseverlik karnesi pek iç açıcı değil.2 

 

Geçtiğimiz yıllarda yapılan anketlerde görülüyor ki; “Vatanım için ölürüm!” diyenlerin yüzdesi batıya doğru gittikçe azalıyor. Ukrayna savaşı gösterdi ki; Avrupalı, bir asır önce olduğu gibi mukadderâtı veya ülke menfaatleri için halkını cepheye sürebilecek güçte ve daha ehemmiyetlisi zihniyette değil. Bu sebeple, Rusya’dan kurtulmak için, Amerika boyunduruğuna girmeye de râzı. 

 

İnsanlığın asırlara yayılmış bir değişme geçirdiği malûm. Bu değişmeyi, gelişme diye adlandırmak ise sosyal darwinizm olduğu için bundan uzak durmalıyız. Lâkin bu değişmenin «ferdin lehine / toplumun aleyhine» bir istikameti olduğu da gözden ırak tutulamaz. 

 

Bir zamanlar, Papa’nın çağrısına uyan yüz binler, bir haçlı seferine, mukaddes toprakları “kâfirlerden” arındırma gayesiyle çıkılan bir dînî savaşa koşturuyordu. Tebaaların, o Papaların taç giydirdiği krallar uğruna canlarını fedâ etmeleri de çok yadırganmıyordu. 

 

Zaman içinde dînî duygular azaldı. Onların yerini felsefî sözleşmelere / toplum iradesine, millî iradeye dayandıran anlayışlar aldı. Artık sömürgeci devletlerinin âlî menfaatleri için can vermeye ve kan dökmeye koştular. 

 

Rousseau şöyle diyordu:

 

“Elbette gereğinde herkes yurdu uğruna savaşmak zorundadır, ama artık kimse kendisi için dövüşecek değildir. Güvenliğimizi sağlayan şey uğrunda, o güveni yitirince kendimiz için göze alacağımız tehlikelerden, yalnız bir parçasına düşmekte de kazancımız yok mu?”3

 

Yani vatan / toplum / devlet için yapılacak fedâkârlıklar, ferdin tek başına kaldığında dûçâr olacağından çok daha az olduğu için, burada gönüllü bir kabulleniş mevcuttu. 

 

Millî devletler, menşeini dinden alan şehidlik mefhumunu emellerine hizmet eder hâlde yaşatmak için gayret ettiler. Meçhul Asker âbideleri diktiler. Hâtıralarını aziz tutmaya çalıştılar. 

 

Bu fikirlerin beşiği olan Fransa’nın müstakbel imparatoru General Bonapart’ın, devlet ve ülke için asker olan vatandaşına ne yaptığını okuyalım:

 

“Napolyon; Akka bozgunundan geri çekilirken, hasta ve yaralıların kendisine yük olmaması için, onlara fazla afyon vererek uyuttu ve ölüme terk etti.”4

 

İki dünya savaşında muhteris despotlar, topluma canını fedâ eden / etmesi gerektiği düşünülen halk gücünü öyle müsrifçe kullandılar ki; akabinde, topluma bîgâne bir ferdiyetçilik zuhur etti. Askerlerine yani aslında halklarına ölümü emreden, fakat kendileri saraylarda ölen bu idarecilerin, artık kendileri için can fedâ edecek halk bulamamaları normal değil midir?

 

Yine iki umumî harpten sonra ortaya çıkan ikiye bölünmüş dünyada, güya eşitlikçi ve toplumcu olan (SSCB ve Çin) tarafına karşı, kapitalist tarafta; ferdiyetçilik, keyfîlik, serbestlik ve hürriyet o kadar abartıldı ki, Vietnam Savaşı’nda Amerika, kendi ürettiği hippi gençliğin bu savaşı reddedişiyle karşılaştı: «Savaşma sıvış!», «Savaşa hayır!» vs. 

 

Belki savaşların artık uzaktan, Kur’ân’ın tabiriyle «duvarların ardından»5 yani insansız yürütülebileceği düşüncesi de müessir olmuştu. Lâkin asimetrik savaşlarda, füzeler sivil zâyiatından başka bir işe yaramadı. Evleri, yurtları uzaktan atılan füzelerle imha edilen insanların hayatta kalanları yollara dökülüp «mültecî» adlı yeni bir probleme yol açtılar. Bu yeni ve devâsâ kavim göçleri, hudutları yeniden tartışmaya açtı ki; dünyanın her tarafı iki dünya savaşından kalma böyle ihtilâflarla dolu. 

 

Bu gidişâtın sonu; 

 

Hâlâ savaşabilenlerin, savaşamayanları bertaraf ettiği bir üçüncü dünya savaşı mı olacak? Neticesinde ferdiyetçilik törpülenip, toplum yeniden mi vurgulanacak?

 

«Yoksa bana yâr olmayan dünya, kimseye olmasın!» diyen hâkim güçler, nükleer bombaların düğmesine basıp dünyayı maddî olarak Orta Çağlara döndürecek bir çılgınlığa mı kapılacak? 

 

Yoksa sessiz bir inkılâp gibi, akan insan sellerinin önünde durulamayacak, hudutların bertaraf olduğu, küre çapında bir anarşi / hercümerç mi olacak? 

 

Biz yakın plânda kendimize bakalım:

 

Kendi ülkemizde de; 

 

Bir tarafta askerlik vazifesinde son mesajlarında, vasiyetlerini paylaşarak şehâdete koşan mü’min ve mütevekkil Anadolu gençleri var. 

 

Diğer tarafta ise havalimanında kibirli bir poz vererek; «Filân ülkeye gidiyorum, Türkiye bir doktor / mühendis vs. kaybetti!» paylaşımı yapanlar var. 

 

Bir dostumun ifadesiyle; «İkinci grubun gitmesi ülkemiz, milletimiz adına bir şanstır!» deyip sevinmeli miyiz? 

 

Batılılaşma yolunda var gücümüzle sürdürdüğümüz değişimler, eğitimler ve neşriyatlar, birinci grubu ikinci gruba çevirmek ile neticeleniyorsa, bu gidişe nasıl; «Dur!» demeliyiz?

 

Anlaşılıyor ki; 

 

Bir hükümdarın, bir devletin, bir dünya görüşünün yolunda fedâkârâne ölmek ölmüştür yahut can çekişmektedir. 

 

Ebedî hayatı bahşeden Allah için ölmek olan şehâdet ise ölümsüzdür. Milletimizin bekāsı, Bâkî olanın yoluna hizmet etmeyi varlık sebebi hâline getirebildiği ölçüde tahakkuk edecektir.  

 

__________________________

 

Burada da tıpkı aile içi şiddet, kadına şiddet, hayvana şiddet, taksiciye şiddet, erkek şiddeti gibi meseleyi parçalara bölen ve çözemeyen bir anlayış yerine, «toplumda şiddetin yükselmesinin sebepleri ve hangi usûllerle nasıl önleneceği» üzerinde yoğunlaşarak meseleyi çözmenin mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. 

 

https://www.haber7.com/guncel/haber/2033409-turkiyede-ulkem-icin-savasirim-diyenlerin-orani

 

Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat GÜNYOL, 3. bs. (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008), 31.

 

Osman KOÇ, Gazâ-nâme-i Cezzâr Ahmed Paşa, Yüksek Lisans Tezi, s. 41. 

 

Bkz. el-Haşr, 14.