DİN, VATAN, BAYRAK İÇİN…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Bu başlık;

 

Kimileri için alışıldık bir hamâset gelebilir.

 

Ancak şöyle soralım:

 

Eğer bir kişi veya millet;

 

-Dinsiz,

 

-Vatansız,

 

-Bayraksız kalırsa, 

 

Onun elinde insâniyeti açısından ne kalır?

 

Koca bir hiç!

 

Yalnız gerçekleri değil hayalleri itibarıyla da koca bir hiç!

 

Elbette;

 

Böylesinin elinde hiçbir şey kalmaz, sadece bir şey hâriç:

 

Kölelik.

 

Fakat tıp ilerledi. En ağır sancıları tedavi edemediği yerde en azından hiç hissetmemeyi sağlayan ağrı kesiciler var. Sancı hissedilmiyorsa problem yok gibi oluyor hani. Lâkin tedavi edilemeyen hastalık, en sonunda yapacağını yapıyor tabiî ki. 

 

Günümüzün kölelik tabloları da böyle. Onun insanlığı perişan eden sancılı yanları ve yönleri en mâhir ağrı kesicilerle bertaraf ediliyor. İnsanlar, köle olduğunun farkına bile varmıyor.

 

Dolayısıyla;

 

Dünya çapında en sinsi kavgalar bu çerçevede cereyan etmekte. Ellerinde imkân itibarıyla dîni, vatanı ve bayrağı olan fertleri ve milletleri, irfan itibarıyla dinsiz, vatansız ve bayraksız bir duygu seline kaptırıp da onları gönüllü köleler hâline getirmenin en yoğun savaşları yaşanıyor. 

 

Ehl-i küfrün ve zulmün kanadında zorla köle yapılması eski devirlerde idi ve bunun avantajları kadar bir sürü dezavantajları da oluyordu. Ancak köleliğin son derece modernize edilmiş hâliyle gönüllü olarak uygulanması, baştan sona avantaj sağladı onlara. 

 

Gelişen uzay teknikleri ve modern imkânlar etrafında;

 

İnsanları; kendilerini zengin kılan hakikatlere düşman, fakat vampir gibi sömürenlere karşı hayran ve âşık ettiler. 

 

İnsanları; kendilerini ihyâ edenlere öfkeli, fakat mahvedenlere minnettar ettiler. 

 

İnsanları; kendilerini insanca yaşatan güzelliklere karşı saldırgan, fakat hayvanca yaşatacak kötülüklere karşı ise atılgan ettiler. 

 

İnsanlara; kendilerine merhamet ve şefkat gösterenleri suçlattılar, dışlattılar, hattâ en âdil olanlara en âdî dedirdiler, fakat her çeşit zulmü ve vahşeti sergileyenleri ise adâlet ve iyilik sembolü olarak benimsettiler; en vahşî olanlara barış ödülleri verdirdiler. 

 

İnsanlara; dinsiz, vatansız ve bayraksız yaşamayı maharet zannettirdiler ve nice memleketleri işgal ettiler, yuttular. 

 

İnsanlara; öz dîninde, öz vatanında, öz bayrağı altında, öz yuvasında ezan sesleri ile hür yaşamayı, yani gerçek ve ölümsüz bir hürriyeti, ne hazindir ki, ölümden beter bir kölelik olarak şırınga ettiler. 

 

Üstelik; 

 

İç dünyalarda gönülleri ve mantıkları esir ederek oluşturdukları bu denli berbat bir köleliği, muhteşem bir özgürlük ve en mükemmel hürriyetmiş gibi algılattılar. 

 

Bunun da, türlü türlü cilâlarla dünyanın gözlerini boyayan felsefelerini ve mantıklarını ürettiler. Her çeşit uyanış ve kendine gelişe karşı da en büyük kavgaları devreye soktular. 

 

Yakın tarihten bu yana;

 

Dîninden kopan tipler böyle türetildi.

 

Şehidliği önemsemeyen tipler böyle türetildi.

 

Cennet vatanı beğenmeyen, terk eden tipler böyle türetildi. 

 

Bayrağı bir bez parçası zanneden ve umursamayan tipler böyle türetildi. 

 

Hâlbuki;

 

Kendi dînine, kendi vatanına ve kendi bayrağına karşı özgürlük şarkıları, sadece milletlerin zaferlerini ve topraklarını kaybetmesinden başka şey kazandırmadı.

 

Hâlbuki;

 

Nice şanlı zaferleri ve cennet toprakları âdeta düşmanlara hediye ettiren özgürlük güfteleri ve bestelerinden daha beter bir kölelik olamazdı. 

 

Bunun fark edilmediği demlerde asırlardır bizim olan nice coğrafyalar ve kaynaklar, şimdi yad ellerde.

 

Demek ki;

 

Asıl lâzım olan hürriyet rûhu, düşmanların teşvik ve alkışları etrafında güftesi ve bestesi şekillenmiş özgürlük şarkıları değil, muhteşem tarihimizle öz dînimizin, öz vatanımızın ve öz bayrağımızın ezan sesleri etrafında yoğrulmuş güfte ve bestelerinden müteşekkil zafer destanlarıdır.

 

Ehl-i küfrün ve zulmün ürettiği, şuursuz akıllara, ham duygulara ve toy dimağlara pençesini geçirmiş olan bütün modern kölelikleri bertaraf edecek olan da budur.

 

Çünkü;

 

Düşmanların zıplayarak beğendiği özgürlük şarkılarının neticeleri; nice acı tablolarla, sayısız feryatlarla, eyvahlarla ve kayıplarla dolu iken, medâr-ı iftihar bir mâzî ile öz dînimizin, öz vatanımızın, öz bayrağımızın beğendiği zafer destanlarımızın neticeleri; nice imkânsız muvaffakiyetlerle, kazançlarla, sayısız fazîletlerle, kahramanlıklarla, merhametlerle, adâletlerle, her türlü şan ve şereflerle dolu.

 

Unutmamalı ki;

 

Tarihî zorlukların tuzaklarla dolu sarp yokuşlarında ne vakit düşecek olsak, bizleri ayakta tutan gerçek unsurlar bu hakikatler olmuştur. 

 

Hatırlanması gereken bir misal olarak şu hâdise ne kadar câlib-i dikkattir:

 

Abdülhamid Han’ın «mukaddes hat» projesi vardı. Yegâne arzusu, hayli müşkil de olsa o yolu sadece ehl-i İslâm’ın imkânlarıyla gerçekleştirmekti. Herhangi bir hıristiyan ülkeden en küçük bir desteğe kapı açmadı. İlkönce kendisi büyük bir miktar vererek bağışta bulundu. Onun bu örnek davranışı, müslüman halklarda dalga dalga yayıldı ve Pasifik adalarına ulaştı. Oranın fakirleri bile bu hayırlı yarışın ön saflarında yer aldılar.

 

Osmanlı yardım sandıkları için Hint müslümanlarının fedakârlıkları, coşkun bir sel gibiydi. Kimi çeyizlerini getirdi, kimi harçlıklarını, kimi az – kimi çok, herkes nesi varsa o sandıklara koymaktaydı. Buna şâhit olan bir İngiliz’in not aldığı şu tablo ise, ne kadar mânidardır:

 

Yardım edenler arasında göze çarpan fakir bir kadın, kucağında bir bebek ile oraya buraya koşturuyor ve şöyle haykırıyordu:

 

–Allah rızâsı için çocuğumu satın alacak bir hayırsever yok mu? 

 

Onun bedelini Osmanlı’ya göndereceğim!

 

Bu vaziyet karşısında gözler, önce şaşkınlaştı; sonra da, hisli yüreklerinin çeşmeleri hâline geldi. 

 

Çok geçmeden dertli bir hayırsever koştu, yavrucağız için istenen miktarı bağış sandığına, o ciğerpâreyi de annesinin kucağına bıraktı. (bkz. Hindistan Arşivi, H. Pol, Ekim 1913; Azmi Özcan, Pan-İslamizm, İstanbul 1992, s. 218)

 

Zorlu demlerde yanımızda yer alıp bizlere yardım seferberliği içinde olan Hint müslümanlarının gönüllerinden taşan şu ifadeler, daha değerli ayrı bir destek:

 

“Türkler için yapabileceğimiz her şeyi yapmak bizim için farzdır. Çünkü yeryüzünde müslümanların taşıdıkları haysiyet, Türkler sayesindedir.”

 

Ne güzel bir din kardeşliği!

 

Tabiî;

 

Bu bağlar sağlam olunca güzel, koptuğunda ise hazin.

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu îkazı mühim:

 

“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. 

 

Buluşma yerimiz Kevser havuzunun yanıdır. 

 

Ben şu bulunduğum yerden Kevser havuzunu görmekteyim. 

 

Ben; 

 

Sizin, 

 

Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. 

 

Ama; 

 

Dünya hırsıyla, 

 

Birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Megâzî, 17; Müslim, Fezâil, 31. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 68-70; Nesâî, Cenâiz, 61)

 

İfade çok açık;

 

Din bağlarını parçalayan bir dünya hırsı, en büyük tehlike. 

 

İnsanı şeytanına ve düşmanına köle eden bir hırs bu. 

 

Vatanları ve bayrakları parçalayan hırs da bu. 

 

Bütün mesele;

 

Hiçbir hırsa mağlûp düşürmeyecek bir kıvamda gönüldeki din ve şahsiyet bağlarını sağlam tutabilmek. Vatan ve bayrak duygularını dimdik tutabilmek. 

 

O zaman; 

 

Gönüller de, idrakler de, mantıklar da, akıllar da, asla mağlûp olmaz. 

 

Onlar mağlûp olmayınca da vatanlar ve bayraklar mağlûp olmaz. İşte tarih boyu düşmanların yenemediği bizdeki esas kudret, gönülleri hiç mağlûp ettirmeyen bu sağlamlıklar… Yani gönüllerimizin ve idraklerimizin öz dîninde, öz vatanında, öz bayrağın altında gür ezanlarla öz hürriyeti.

 

İşte;

 

Ancak böyle bir kıvamda yaşanan fânî bir dünya hayatı, nihayet aslî vatanımız olan cennette noktalanır, Allâh’ın izniyle ve lutfuyla…

 

Yâ Rab!

Nasîb et! 

Âmîn…