ALLÂH’IN ZÂTI ve KELÂMI

Dr. Naif ÖZKUL 

 

Müslüman Fransız mütefekkir Roger Garaudy, «Promesses de l’Islam / İslâm’ın Va‘dettikleri» adlı kitabında şöyle der:

 

“Allah Teâlâ’nın varlığı; insan ve kâinattaki mükemmel, kusursuz dengenin varlığı ile bilinir. Zâtına gelince onu gizlemiş ve kelâmını açığa vurmuştur.”* 

 

Âyet-i kerîme, Allâh’ın yüce kelâmını yani Kur’ân’ı şöyle tarif eder:

 

اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَۗ

 

“Allah; sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi…” (ez-Zümer, 23)

 

Bugün elimizde bulunan Kur’ân-ı Kerim; yüce Allâh’ın vahyidir, O’nun sözüdür. 

 

O kelâm ki, sözlerin en güzeli. Okundukça tekrarlanan. Birbirine benzer fakat ilâhî bir nazımla farklı mânâlar taşıyan bir kelâm. Zira Allah Teâlâ; düşünüp anlayalım diye, onu apaçık bir Arapça olarak indirdi. 

 

Allah Teâlâ; Kur’ân’ı, mü’minler ondaki emir ve tâlimatları yaşasınlar ve onlarla amel etsinler ve yaşatsınlar, tebliğ etsinler diye indirdi. 

 

•Entelektüel bir fanteziyle, kibirle, o yüce Kelâm’a saygısızlık yapmak, indî yorumlarla, mesnetsiz, kaynak göstermeden güya meal yazmak, hadsizliktir. Böyle yazılan zorlama te’viller, kişinin ne kendisine ne başkasına bir şey kazandırır! Bu şekilde meal yazanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. 

 

Kur’ân, mûcize bir kitap. 

 

Kur’ân-ı Kerim nasıl okunacak? 

 

Öncelikle Kur’ân’ın nâzil olan ilk âyeti: 

 

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ

 

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

 

Bu âyet, Kur’ân’ın nasıl okunacağını öğretir. Bu okuyuşa, edep ve hürmetle başlamak gerektiğini öğretir. 

 

Müteâkip âyette, insanın «alak»tan yani yok kadar bir aşılanmış hücreden yaratılışına işaret edilir. İnsanın kendini tefekkür ederek, yok hükmündeki bir aşılanmış hücreden yaratıldığını düşünerek, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı kemâl-i edeple okuması gerekirken; birtakım gafiller, yüce Allâh’a âdeta meydan okuyarak küçük akıllarıyla O’na dil uzatmaktadır. Nefsini ilâhlaştıran modern câhiliyye kalıntılarının hezeyanları ancak kendilerini bağlar. 

 

Evet, Cenâb-ı Hak, Zâtını gözlerden gizlemiştir. 

 

Âyet-i kerîmeler aynı hakikati ifade buyurmaktadır:

 

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ

 

“Gözler O’nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (el-En‘âm, 103)

 

Tûr Dağı’nda Kelîmullah olmanın, yani Cenâb-ı Hak ile konuşma şerefiyle şerefyâb olmanın lezzet ve mânevî mestâneliğiyle Hazret-i Musa, Cenâb-ı Hakk’a;

 

“Yâ Rabbi bana görün, Sana bakayım!” diye tazarrûda bulunmuştu. İnd-i ilâhîden ona şu cevap sâdır oldu:

 

لَنْ تَرٰين۪ي

 

“…Ben’i asla göremezsin…” (el-A‘râf, 143)

 

Yine tenzihin en nezih bir ifadesi: 

 

لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ

 

“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur…” (eş-Şûrâ, 11)

 

«Muhâlefetün li’l-havâdis / Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkāta asla benzememesi prensibinin özlü bir başka te’yîdi:

 

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

 

“…Hiçbir şey O’na denk değildir. / O’nun hiçbir dengi yoktur!” (el-İhlâs, 4)

 

Rabbimiz’in Zâtını göremeyiz; fakat sıfâtını, yani eşsiz bir şekilde yaratmak, rızıklandırmak, hayat vermek, tasvir etmek ve benzeri mükemmel sıfatlarının hârika tecellîlerini görmekteyiz. Deliller sonsuz. Yüce Kelâm’ı ise bize hitap ediyor. 

 

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamız’ın ifadesiyle; 

 

“Kur’ân-ı Kerim, insanın şerhidir. Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi de kâinattır. Hâsılı insan, Kur’ân ve kâinat; birbirine bağlı, birbirini en güzel şekilde şerh eden üç âlemdir. Kur’ân’da derinleşen; kendini ve Rabbinin lütuflarını okur, kâinâtın sayfalarını çevirmeye başlar ve hikmetler ayân olur. Kalpten, öte âlemlere pencereler açılır.”

 

•Kâinattaki bütün canlı ve cansız varlıklar, Allâh’ın varlığının ve birliğinin delilidir. 

 

Karada ve denizdeki canlı ve cansız varlıklar, Sen’in varlığının, birliğinin delilidir Allâh’ım! Yarattığın insan, aklı nisbetinde bunu görüp îmân eder. 

 

Allâhu Zü’l-Celâl Hazretleri’ni anlama ve tanıma hususunda varacağımız son nokta şudur:

 

مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ

 

مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ

 

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ

 

“Sen’i hakkıyla zikredemedik ey Mezkûr / ey her varlığın zikrettiği, zikredilmesi zarûrî olan Allâh’ım!

 

Sana hakkıyla şükredemedik ey Meşkûr / ey her varlığın şükrettiği, şükredilmesi zarûrî olan Allâh’ım!

 

Sana hakkıyla ibâdet edemedik ey Mâbûd / ey her varlığın kulluk ettiği, ibâdet edilmeye yegâne lâyık olan Allâh’ım!”

 

Necip Fazıl da bu şuur içerisinde şöyle der:

 

“Aman yâ Rabbî, aman yâ Rabbî! Biz Sen’i yalnız lâfta, yalnız lâfta ve kelimede arıyoruz.” 

 

Fakat inkâra yol ve çıkış arayanlar, Allâh’ın Zâtının görünmemesini bir bahane olarak kullanırlar. Başka patika yollara saparlar. Dalâlete düşerler.

 

Meselâ;

 

Determinist felsefe; aynı sebepler, aynı şartlarda, aynı sonuçları doğurur kanaatindedir. Fizik dünyası için böyledir. 

 

Ancak determinizm; oluşları, Hâlık’a değil, tabiat yasalarına izâfe eder. Mûcize ve kerâmetler gibi kanunların dışında cereyan eden hiçbir oluşu kabul etmeme hatasına düşer. 

 

“Tabiat yasalarını yaratan Allah olduktan sonra böyle düşünmenin ne mahzuru var?” denilmemelidir; çünkü, sadece kaideler koyan ve gerisine karışmayan bir tanrı anlayışı deizme götürür. 

 

Yüce Allah, kudretiyle ve iradesiyle hâşâ bu kaideye mahkûm değildir. O bir şeyi irade ettiğinde, ona; «Ol!» demesiyle olur. Fiziği de yaratan O, metafiziği de yaratan da O’dur. 

 

Çünkü kâinattaki bütün hareketlerin Fâil-i Mutlak’ı yüce Allah’tır. 

 

Birçok kelâm ve tasavvuf âlimi, esbâbı bir perde olarak mütâlâa etmiştir. 

 

Allah, Müsebbibü’l-Esbâb’dır. Sebepleri sebep olarak yaratandır. O -celle celâlühû-, sebeplere bağlı ve mahkûm olamaz.

 

Yani; güneş buharlaştırıyor, rüzgâr taşıyor, atmosferde soğuyor vb. sebeplerin arka arkaya sıralanmasıyla yağmur yağıyor. Ancak yağmuru yağdıran Allah’tır, bunlar sebep perdeleridir. Zâhirî sebepler arayanlar bunları bulur, öğrenir; zâhirî takvim, hazırlık, tedbir vb. işlerini de bu bilgilerle görür. 

 

Ancak fiilin gerçek fâiline isnâdı bahsinde, yağmuru yağdıran Allah’tır. Ne güneş, ne bulut, ne rüzgâr… 

 

Kezâ suyun 100 derecede kaynaması, 0 derecede donması fizik yasasıdır. Cenâb-ı Hak, istifade etmemiz için bu fizikî hâdiseleri değişmez yasalara bağlamıştır. 

 

Ancak metafizik hâdiseler, aynı şekilde bizim tespit edebileceğimiz kaidelere bağlı değildir. Onlar Allah katındadır. 

 

Bütün bu oluşları göremeyebilirdik. Cenâb-ı Hak gözlerimizi bütün renkleri ayrıntısıyla görebilecek vasıfta halk etti. Bize suyun altını, mikro âlemleri ve makro âlemleri görebilecek âletler yapmayı ilhâm etti. Bu makalenin hazırlandığı günlerde James Webb Teleskobu’nun gönderdiği ilk görüntüler dünya gündemindeydi. 

 

Zâtını gizleyen yüce Hak, bunları görmemizi niçin murâd etti? 

 

Tasavvuf bunu, Cenâb-ı Hakk’ın ifadesine büründürerek şöyle cevaplandırır:

 

“Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkātı yarattım.” 

 

Bu hârikulâde tecellîleri gördüğü hâlde, Hâlık’ına, gerçek Fâil’ine gidemeyen, onlara kör kalanlar ise ahmaklardır. 

 

Ahmaklar dünyayı yemek ve şehvetten ibaret sayarlar. 

 

Akıllı insanlar dünya ve kâinâta ibret nazarıyla bakarlar. Muhteşem düzenin yaratıcısını yakînen tanırlar. 

 

İnsan daima içinden şu sorgulamayı yapmalıdır:

 

Ne idim? 

 

Ne oldum? 

 

Ne olacağım?

 

Neden yaratıldım?

 

Niçin geldim?

 

Nereye gidiyorum?

 

Bu suallere cevapları ancak mâneviyat verebilir. Kur’ân-ı Kerîm’e kulak ve gönül verebilenler, bu soruların cevaplarını bulur ve huzura erebilirler. 

 

Ne mutlu, kâinat kitabını ve Kur’ân’ı, yaratan Rabbin adıyla okuyup yaratılış gayesini gerçekleştirebilenlere!.. 

 

_________________

 

* Promesses de l’Islam (Paris 1981, İslâm’ın Va‘dettikleri, İstanbul 1984)