KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -43- FEDÂKÂRLIK

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

           HALÎL OLUNCA AÇILAN UFUKLAR…

 

İbrahim -aleyhisselâm-; malıyla, canıyla, evlâdıyla fedâkârlığın zirvesine çıktı. Ağır imtihanlardan büyük bir teslîmiyet ve muvaffakiyetle çıkarak «Halîlullah / Allah Dostu» oldu. Musîbet ve meşakkatlere katlanarak Hak dostluğu yolunda öyle büyük bir merhale katetti ki; Cenâb-ı Hak; 

 

“Selâm İbrahim’e!..” (es-Sâffât, 109) buyurarak dostunu taltif etti. 

 

Ancak İbrahim -aleyhisselâm-; bu mânevî terfîler, bu ilâhî ikramlar karşısında dâimâ bir mahcubiyet içindeydi. Yükseldiği ufuklar, ona acziyetini daha derinden tâlim ediyordu. Hazret-i İbrahim’in dilinden şu niyaz döküldü:

 

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

 

“(Yâ Rab!.. İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87)

 

Ülü’l-Azm bir peygamber, mahşer gününde rezil-rüsvây olmaktan endişe etmekte ve ilâhî muhafazaya sığınmaktadır. 

 

Zira; 

 

Cenâb-ı Hak; rafine olmuş, berrak, kendisiyle dost olmuş gönülleri cennete davet etmektedir. Müteâkip âyet-i kerîmeler bu hakikati beyan buyurur:

 

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ

 

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur.)” (eş-Şuarâ, 88-89)

 

Can, mal ve evlât; insanın gönlüne taht kuran üç husustur. Bunları Allah yolunda fedâ etmedikçe, mahşer gününün selâmeti elde edilemez. 

 

Canın fedâsı; bedenî gücün, emek ve kuvvetlerin Allah yolunda sarf edilmesidir, îcâbı hâlinde şehâdete koşmaktır. 

 

Zaman zaman zulmün tahakküm kurduğu demlerde, Hak dostları; dinden taviz vermemek için Allah yolunda âdetâ ölümü istihfâf ederek can verdiler, cellâtların kanlı kılıçlarından korkmadılar. Herhangi bir dünya endişesi duymadan Allah yolunda fedâ-yı cân ettiler.

 

Malın fedâsı; mülkü Allâh’ın bir emâneti kabul ederek, riyâzat içinde yaşayıp arta kalanı Allah yolunda infâk etmektir. 

 

Evlâdın fedâsı; çocukları, Allâh’ın emrine teslim olmuş bir şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her hususta;

 

“–Babacığım emrolunduğunu yap! Beni sabredenlerden bulacaksın!” (Bkz. es-Sâffât, 102) diyecek bir mânevî kıvamda yetiştirme gayretleridir. 

 

Yani;

 

Evlâtlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmektir. 

 

İmam Mâtürîdî, âyetin tefsirinde şöyle der:

 

“Öyle anlaşılıyor ki o günde onlar; 

 

Rablerine temiz bir kalp ile gelmeleri, 

 

Mallarını itaat yolunda ve hayır işlerinde harcamış, 

 

Evlâtlarını edepli, güzel huylu ve sâlih olarak yetiştirmiş olmaları hâlinde, onlar (o mal ve evlâtlar) kendilerine fayda verecektir.

 

Bu hakikatin ifade buyurulduğu bir başka âyet-i kerîmenin meâli şöyledir:

 

«Sizi huzûrumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. 

 

Îmân edip sâlih amelde bulunanlar müstesnâ! 

 

Onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.» (Sebe’, 37)” (Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Şuarâ, 87-89, [trc. Mehmet ERDOĞAN, X, 357])

 

Peygamberler, «ismet» sıfatına sahiptir. Yani günah işlemekten ilâhî sıyânet ile korunur ve alıkonulurlar. Ancak bu koruma, onların korkusunu azaltmaz, bilâkis peygamberler, dinleri ve nefisleri husûsunda en çok Allah’tan korkan kişilerdir. 

 

Nitekim Hazret-i İbrahim;

 

“Rabbim! Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut! …

 

Beni ve zürriyetimi namazı hakkıyla kılanlardan eyle!” diye duâlar etti. (Bkz. İbrâhîm, 35, 40)

 

Hazret-i Yûsuf; 

 

تَوَفَّن۪ي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَ

 

“Rabbim! Canımı müslüman olarak al ve beni sâlih kulların arasına ilhâk eyle!” diye tazarrûda bulundu. (Bkz. Yûsuf, 101) (Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Şuarâ, 87, X, 356)

 

Peygamberlere baktığımız zaman onların dâimâ bir hesap endişesi içinde olduklarını görürüz. Onların en büyük endişesi ise;

 

TEBLİĞ MES’ÛLİYETİ

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, 23 sene büyük bir gayret ve fedâkârlık içinde tebliğde bulundu. Alay ve hakaretlere muhatap oldu. Yalan ve iftiralara uğradı. Taşa tutuldu. Sevgili memleketinden uzaklaştırıldı. Defalarca canına kastedildi. Evlâtları, amcası ve ashâbından nicesi şehîd edildi. Müşriklerden, ehl-i kitaptan ve münafıklardan gelen daha nice çilelere sabr-ı cemîl ile tahammül etti. Öyle ki şöyle buyurmuştu:

 

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

 

Bütün bu hakikatlere rağmen, bir hesap endişesi içinde bir şâhitlik aradı. Vedâ Hutbesi’nde yüz binin üzerindeki ashâbına üç defa;

 

“–Ashâbım! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” diye sordu. 

 

Bütün ashâb-ı kiram;

 

“–Allâh’ın elçiliğini îfâ ettin; vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun, diye şahâdet ederiz!” dediler.

 

Bu şahâdetin ardından Peygamber Efendimiz, dînin tebliğine dair:

 

“–Ashâbım! Tebliğ ettim mi?.. Tebliğ ettim mi?.. Tebliğ ettim mi?..” diyerek üç defa tasdik aldı. 

 

Sonra ellerini semâya kaldırarak Cenâb-ı Hakk’ın şahâdetini diledi:

 

“–Şâhit ol yâ Rab!.. Şâhit ol yâ Rab!.. Şâhit ol yâ Rab!..” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; Ahmed, V, 30)

 

Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

 

“Biz, peygamber gönderdiğimiz toplumları da, gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6)

 

Rasûlullah Efendimiz’e sahâbe olma nimetine mazhar olan ashâb-ı kiram; bu büyük nimetin bedelini ödemek için, dünyanın dört bir tarafına tebliğe koştular. Bu meşakkatli ve uzun gayretlerde; asla bezginlik göstermediler, bıkmadılar, yorulmadılar, üşenmediler. Sînelerinde Rasûlullah Efendimiz’in aşkını, dâvâsını ve şahsiyetini canlı tuttular. O’nun O’ndan hiç ayrılmayan gölgeleri olarak emsalsiz bir sadâkat sergilediler. Yani Rasûlullah Efendimiz’in aşkıyla, ibâdet vecdiyle, bu hizmetlerde de O’na benzemek, O’na ittibâ etmek iştiyâkıyla, fedâkârlıklara koştular. 

 

Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde yetişen ashâbın ve cümle Hak dostlarının mühim bir vasfı şuydu:

 

Hizmetlerini hiçbir zaman kâfî görmediler.

 

KÂFÎ DEĞİL!

 

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti esnasında söylediği şu temennîsi, buna ne güzel bir örnektir:

 

“Hayatta olursam inşâallah halkın içinde bir sene gezeceğim. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Valileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.

 

Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım.

 

Sonra Cezîre’ye gidip iki ay orada kalacağım.

 

Sonra Mısır’a gidip iki ay orada kalacağım.

 

Sonra Bahreyn’e gidip iki ay orada kalacağım.

 

Sonra Kûfe’ye gidip iki ay orada kalacağım.

 

Sonra Basra’ya gidip iki ay orada kalacağım.

 

Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târîh, Beyrût: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)

 

Onlara bütün meşakkat ve çileleri unutturan nebevî müjdelerden biri şuydu:

 

“…Allâh’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)

 

Bu sebepledir ki;

 

Süfyân-ı Sevrî -rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:

 

“Horasan’a gidip tebliğde bulunmak; Mekke’de mücâvir olmaktan (orada ikāmet etmekten) senin için daha kazançlıdır.”

 

Musa Efendi Hazretleri, hastalığının en şiddetli anlarında dahî;

 

“Yâ Rabbî! Bana sıhhat ve güç ihsan buyurup, köy köy dolaşarak kardeşlerimin hizmetinde bulunmayı nasîb eyle!” diye duâ ederdi.

 

O büyük kervandan bilhassa bizim için müstesnâ bir misal:

 

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i evinde misafir eden bu bahtiyar sahâbî; âhirette Efendimiz’le beraber olmak iştiyâkıyla, seksen küsur yaşında İstanbul seferine katıldı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi:

 

EN İLERİ NOKTAYA!..

 

“–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp (daha fazla ilerleyemez olduğunuzda) beni oraya, ayaklarınızın o ulaştığı yere defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

 

O büyük sahâbî; bu vasiyeti üzerinden, vefâtı ve kabriyle dahî, ardından gelenlere yüce bir ufuk ve ulvî bir gaye göstermek istedi.

 

Hakikaten; 

 

Osmanlı, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin temsil ettiği o bayrağı daha ileri götürmek için gazâ şuuruyla üç asır Avrupa’nın ortalarına kadar aşk ile yürüdü. 

 

Birinci Murad Han, yeşil Bursa’nın nice güzelliklerini ve rahatlıklarını terk edip Kosova’ya kadar gitti, i‘lâ-yı kelimetullah için şehîd oldu.

 

Kosova meydanında iki ordu karşılaşınca;

 

“–Yâ Rabbî! Bugün bir bayram olsun, o bayramın kurbanı da ben olayım.” niyâzında bulundu.

 

İşte bugün o topraklarda 600 seneden beri okunan her ezandan, kılınan her namazdan, her ibâdet ve tâatten Sultan Murad’a hisseler, sadaka-i câriyeler devam ediyor.

 

Zira Efendimiz buyuruyor:

 

اَلدَّالُّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِه۪

 

“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)

 

Onlardaki o eşsiz gayret ve fedâkârlıklar olmasaydı, bugün o diyarlarda ezan sesleri olmazdı. 

 

Onlar hiçbir zaman; 

 

“–Bu kadarı kâfî!” demediler. Tâkatlerini ve imkânlarını, sonuna kadar Allah yolunda sarf ettikten sonra da dâimâ daha ötesini, daha ilerisini arzu ve temennî ettiler. 

 

GÖNÜL İSTER Kİ!

 

Yavuz Sultan Selim Han, İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlamak için İran ve Mısır seferine çıktı. Önce ehl-i bid‘at tehlikesini bertaraf etti. Sonra bin bir güçlükle Sînâ Çölü’nü geçti. İki yıl süren bu seferin sonunda elde edilen Mısır zaferinden sonra, Yavuz;

 

“–Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymaktaydı. 

 

Mısır seferinden sonra Hindistan ve Uzak Doğu müslümanlarıyla da alâkadar olmaya başlayan Yavuz, sadrazam Pîrî Mehmed Paşa’yı yanına çağırmış ve sonradan açılmış bulunan Süveyş Kanalı’nın bulunduğu yeri işaretle;

 

“–Şuradan Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlar ve deryâdan Hindistan’a giderim!” demiştir.

 

Yahya Kemal; bu yüce gayelere âşık olan Yavuz Han’ın, şîrpençe rahatsızlığıyla, 50 gibi genç denebilecek bir yaşta vefâtının teessürüyle şöyle der:

 

Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel, 

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.

 

“Birinci Selim Han (50 yaşlarında) vefât etmeseydi de, Şân-ı Muhammedî (yani İslâm dîni), bütün âlemi (o kudretli padişahın gayretiyle) fethetse idi…” 

 

Bütün bu gayret, hizmet ve fedâkârlıkların özü, Allâh’a yaklaşma arzusu ve Rasûlullah Efendimiz’le cennette beraber bulunma iştiyâkıdır. 

 

Adı ve tatbikatı fedâkârlığın bir ifadesi olan kurban ibâdeti de bu şuurla edâ edilmelidir:

 

KURBAN ve TAKVÂ

 

Kurban ibâdetinden maksat; Cenâb-ı Hakk’a muhabbet, itaat ve teslîmiyetimizin sembolü olan bir fedâkârlıkla O’na yakınlaşmadır. 

 

Zira âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere:

 

“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)

 

Bütün ibâdetlerimiz, takvâ ile kabule lâyık hâle gelebilir. 

 

Nitekim Hâbil ve Kābil kıssasında da, her iki kardeş Allah Teâlâ’ya birer kurban takdim ettiler. 

 

Cenâb-ı Hak; 

 

Takvâlı ve samimî olan Hâbil’in cömert ve değerli kurbanını kabul etti. 

 

Samimiyetsiz ve takvâsız olan Kābil’in elindeki değersiz mallardan sunduğu kurbanı reddetti. 

 

Bu kabul ve reddin sebebi de âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruldu:

 

“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Bkz. el-Mâide, 27) 

 

Takvâ, kalbin sanatıdır. 

 

Takvâ; nefsânî hoyratlıkları bertaraf edip, rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek, her an ilâhî kameraların altında olunduğunun kalpte idrak hâline getirilmesidir. 

 

Takvâ; «fenâ fillâh» ve «fenâ fi’r-Rasûl» makamlarına erişebilmenin kalbe kazandırdığı bir nimettir. 

 

Yani «muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah» o seviyeye gelir ki; merceğin güneş ışığını bir noktaya teksif ederek her şeyi yakması gibi, seven sevilende fânî olur. Bu muhabbet içinde kendi arzu, istek ve heveslerinin tamamını ifnâ eder. 

 

Bir Hak dostunun dediği gibi;

 

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan!..

 

Nasıl ki Sakarya nehrinin Karadeniz’in içinde kendi benliği yok, fakat muhteşem bir mazhariyeti vardır, takvâ da işte bu kıvâma ulaştırır.

 

Yani;

 

Böyle bir takvâ kıvâmı neticesinde, bütün nefsânî arzular ve dünyevî istekler bir tarafta kalır, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisi, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbeti ise kalbe taht kurar. 

 

Bu seviyeye nâil olan başta peygamberler olmak üzere, bütün Hak dostları; dünyevî ve nefsânî arzularını bir tarafa bıraktılar, Allâh’a kul olmanın ve İslâm’ı tebliğ etmenin sevdâsı ile yaşadılar:

 

Muhtaçları sevindirmekle sevindiler, 

 

Açları doyurmakla doydular, 

 

Ümmetin irşâdıyla huzur buldular, 

 

Ümmetin hidâyetine vesile olmakla sevdâlandılar. 

 

Bu seviyeye vâsıl olunca, yaptıklarını pek az buldular. Daha fazlasını gerçekleştirmeye iştiyak duydular. 

 

Bütün gayretlerde, hizmetlerde, ibâdetlerde ve elbette kurban ibâdetinde de bu derin vecd ve istiğrâkı idrâk etmek lâzımdır. 

 

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, kurbanın derûnî şartlarından habersiz şekilde sırf zâhir plânında takılıp kalanları şöyle îkaz buyurur:

 

“Sakın ola ki keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!..”

 

Zira kurban edilen hayvanın eti-kemiği, gölge varlıktır; aslolan, onun ifade ettiği mânâdır, yani gönüldeki Allah için fedâkârlık hissiyâtıdır.

 

ŞİARLARA HÜRMET

 

Kurban ibâdetinde, şeâire tâzîm hissiyâtı da unutulmamalıdır. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Ey îmân edenler! 

 

Allâh’ın (koyduğu, dînî) işaretlerine, 

 

Haram aya, 

 

(Allâh’a hediye edilmiş) kurbana, 

 

(Onlara, kurban olduklarını göstermek ve onları muhafaza için takılangerdanlıklara, 

 

Rablerinin lütuf ve rızâsını arayarak Beyt-i Haram’a yönelmiş kimselere (karşı haddi aşmayın ve) saygısızlık etmeyin!” (el-Mâide, 2)

 

Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve Musa Efendi Hazretleri kurban kesecekleri zaman, tâzîm içinde ayakta dururlardı. İbâdet tamamlanıncaya kadar ayakta beklerlerdi. Sandalye getirilirdi, oturmazlardı. 

 

Dolayısıyla;

 

Kurbanlık hayvanlara güzel davranmak, onları ürkütmemek, susuzsa su içirip rahatlatmak ve kesim yerine güzelce götürmek îcâb eder. Kurbanın gözü bağlanmalı. İncitilmeden sevk edilmelidir. Kurbanı, keskin bir bıçakla kesmek ve ona hiçbir şekilde eziyet etmemek gerekir. Peygamberimiz bir kişinin, bıçağını hayvanın gözü önünde bileylediğini görünce çok üzüldü ve;

 

“–Sen bu hayvanı kaç sefer öldürüyorsun? Bıçağını arkada bileylesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)

 

KURBAN TEFEKKÜRÜ

 

Kurban Bayramı, insana ahsen-i takvîm vasfında yaratılışının îcaplarını düşündürmelidir. Bir mü’min bu tefekkürle, nefsini şöyle muhasebe etmelidir:

 

“O kesilen kurban sen olabilirdin, o kurban da senin yerinde olabilirdi! 

 

Sen insan olduysan, yüklendiğin ilâhî emânet sayesindedir. O hâlde o emânete ne kadar sahip çıkmaktasın?

 

Can, mal ve evlât nimetlerini, Allah yolunda fedâ edebildin mi?

 

Allâh’a yaklaşmak için bu nimetleri infâk edebildin mi?” 

 

EMÂNET ve VEFÂ

 

Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

 

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

 

Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;

 

Diğeri, Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

 

Bu emânetlere sahip çıkmak ve korumak, ümmet-i Muhammed’in vazifesidir. Bu vazifede, her türlü fedâkârlığı gösterecek olanlar, büyük lütuflara nâil olacaklardır. 

 

Meselâ;

 

Hazret-i Hatice Vâlidemiz; nübüvvetin Mekke döneminde ağır meşakkatler ve güçlükler karşısında, çok büyük fedâkârlıklar sergiledi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e en büyük maddî ve mânevî destek oldu. 

 

Boykot / muhasara yıllarında bütün varlığını müslümanlara yardım etmek için infâk etti. O hazin günlerde de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. 

 

Efendimiz, bu muhtereme Vâlidemiz’in fedâkârlıklarını hiç unutmadı ve dâimâ onun hâtırasına dahî vefâ gösterdi. 

 

Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hatice Vâlidemiz’e gösterdiği vefâkârlığı şöyle anlatır:

 

“Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirine, Hatice’ye gıpta ettiğim kadar gıpta etmedim. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem, onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip eti taksim edildiğinde, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) Allah Rasûlü’ne;

 

«–Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!» derdim.

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

 

«–O, şöyle şöyleydi…» diye husûsiyetlerini sayar ve;

 

«Evlâtlarım ondan oldu.» derdi.” (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76)

 

SIRA BİZDE!..

 

Bugün bizlerden de Allah Rasûlü’nün gönlünde yer edinebilmemiz için fedâkârlıklar beklenmektedir. 

 

Bilmeliyiz ki;

 

Bugün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dîninin i‘lâsı, sünnet-i seniyyesinin ihyâsı ve ümmetinin irşâdı için gayret edenleri, mahşer gününde Rasûlullah Efendimiz unutmayacaktır. O bahtiyarları Havz-ı Kevser’in başında karşılayacak, husûsî ikramlarda bulunacaktır. 

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Hakk’a irtihallerinden sonra da ümmetinin derdiyle nasıl dertlendiğini şu hadîs-i şeriflerden öğrenmekteyiz: 

 

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bazı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. 

 

Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir; 

 

Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim. 

 

Kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

 

Bir başka rivâyet ise şöyledir:

 

“Dikkat edin! 

 

Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. 

 

Vefât ettiğimde ise, kabrimde; 

 

«–Yâ Rabbî!.. Ümmetim!.. Ümmetim!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

 

Bir teşbih yaparsak; bir iş adamı, zor zamanında kendisine yardım edip, borç veren, destek olan bir arkadaşını asla unutmaz. Güç ve kuvvetine eriştiği zaman, o da ona fazlasıyla mukabelede bulunmak ister. 

 

Bugün İslâm dâvâsı; fedâkâr bir şekilde kendisine omuz verecek, gayretli, takvâlı, diğergâm ve vefâkâr mü’minleri beklemektedir. Bugün İslâm’a yardım edenler, en çok yardıma muhtaç oldukları günde ilâhî yardıma -biiznillâh- nâil olacaklardır.

 

Nebevî müjde bunu ne güzel anlatır:

 

“İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hâle dönecektir. 

 

Ne mutlu o garip mü’minlere!” (Müslim, Îmân, 232)

 

“Ne mutlu o garip mü’minlere ki, insanların benden sonra bozdukları sünnetimi ıslah ederler.” (Tirmizî, Îmân, 13)

 

Câhiliyyenin hâkim olduğu Mekke devrinde bir gariplik vardı.

 

Şimdi de;

 

Dünya modern bir câhiliyye devrine girdi. İslâm diyarlarında bir gariplik yaşanmakta. Yemen, Suriye, Libya ve Myanmar… Nice müslüman belde, mâtem ülkesine döndü. Âdetâ büyük bir sahrâ hastahânesi durumunda. Böyle bir garipliğin yaşandığı zamanımızda edâ edilen infakların, gösterilen fedâkârlıkların ve yapılan hizmetlerin değeri, Allah katında çok yüksek olacaktır. 

 

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, dînin gariplik zamanlarında yapılan yardımları; 

 

قَرْضًا حَسَنًا

 

“(Âdetâ Zâtına verilmiş) güzel bir borç” diye vasıflandırıyor ve bu fedâkârlıkta bulunanları, mahşer gününde kat kat ecirlerle mükâfatlandıracağının müjdesini veriyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11; el-Mâide, 12…)

 

Nasıl, zor mekânlarda çalışan memurlara ilâve olarak «mahrumiyet primi» verilir; Cenâb-ı Hak da o zor zamanlarda gayret eden mü’minlere sonsuz keremiyle, kat kat lütuflar ihsân edecektir. 

 

Cenâb-ı Hak; can, mal ve evlât imtihanlarında cümle ümmet-i Muhammed’e yardım eylesin. Bizleri fedâkâr kullarından eylesin. Dînine yardım edip, en zor zamanlarda ilâhî nusrete nâil olan bahtiyarlardan kılsın. 

 

Âmîn!..