İNSAN NASIL MUTLU OLUR?

Dr. Naif ÖZKUL

Hayattaki bütün başarısızlıklar, çöküntü ve bunalımlar, Kur’ân ve Sünnetten taviz verilerek alınan nefsânî kararların neticesidir. 

 

Zamanımızda depresyon, kaygı bozukluğu ile diğer ruh ve sinir rahatsızlıklarının toplumda son derecede arttığına şâhit oluyoruz. 

 

Âdeta maddî rahatlık arttıkça, rûhî rahatsızlıklar çoğalıyor. 

 

Hâlbuki insan, maddeden ve bedenden ziyade ruhtur ve kalptir. 

 

İnsan rûhu ve kalbini, üzüntülerden, kasvetlerden, sıkıntılardan, kaygı ve endişelerden koruyacak tedbirlerin bütününe dînin kaideleri diyebiliriz. Takvâ diyebiliriz. Nefsânî kararlar ise, takvâyı zedelemekte, bu da dolayısıyla insan ruh ve sinir yapısını bozmaktadır. 

 

Allah Teâlâ, Kur’ân’da ilân ettiği prensiplerine aykırı kararları asla kabul etmez. Kullarının tavizkâr tercihlerinden ve adımlarından râzı olmaz. O -celle celâlühû- râzı olmayınca kul da mutmain olamaz, gerçek huzura eremez. 

 

Takvâ Kur’ân-ı Kerim’de 258’den fazla yerde tebârüz ettiriliyor. Belki Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın en çok üzerinde durulan esas mevzularından biri. 

 

Nedir bu nefsânî kararlar? 

 

Meselâ bir iş adamı, işimi büyüteceğim vb. bir bahane ile Allâh’ın haram kıldığı fâize bulaşıyor. Yahut ticaretinde, işinde gayr-i İslâmî bir başka tercihte bulunuyor. Dînin yasakladığı bir şeyi alıp satıyor. Ahlâka aykırı bir ürünün mümessili oluyor ve benzeri. Bunun neticesi olarak ya;

 

Dünyada da başarısız oluyor, âhiretini yıkmış oluyor. Ne dünyaya ne âhirete yarar bir iş yapabildim diye, içi içini yiyor. 

 

Yahut; 

 

Dünyada zâhiren kazanmış gibi görünüyor. Fakat rûhuna çöküntü geliyor. Sebepsiz zannettiği bunalımların içine sürükleniyor. Hâlbuki sebep; o bulaştığı haramlardır, o nefsânî tercihlerdir. 

 

Misaller çoğaltılabilir, kimisi tahsil ve meslek seçiminde nefsânî adımlar atıyor. Kimisi evlenirken, kimisi oturacağı muhiti seçerken, kimisi arkadaş ve çevre tercihlerinde yol ayrımında kalıyor: 

 

Rûhen, mânen ve kalben iyi, güzel ve hayırlı olanı mı seçecek?

 

Nefsin hoşuna giden, ten rahatına uygun, dünyevî ve maddî bir tercihte mi bulunacak? 

 

İşte burada düşünmeli ki; nefsi tercih ederse, işin sonunda huzur gelmeyecek. Bunalım gelecek, çöküntü gelecek, kasvet gelecek. 

 

Çare nedir? 

 

Geçmişte böyle hatalı tercihlerde bulunduk? Ne yapacağız? 

 

O kararları düzelteceğiz. Hâlimizi ıslah edeceğiz. Telâfi edeceğiz. 

 

Maddî olarak elimizden geleni yaptıktan sonra da istiğfâr edeceğiz. Tevbe ile Allâh’a ilticâ edeceğiz. 

 

Şeytan bizim düşmanımızdır. Nefs-i emmâre de tabiri câizse onun işbirlikçisidir. Onların çeşit çeşit oyunları, hileleri ve tuzakları vardır. Onlar insana sadece soldan, yani doğrudan kötülük emrederek yaklaşmaz; bazen de sağdan yaklaşır, yani insana faydalı, doğru bir şey söyleyecekmiş gibi telkinlerde bulunur ve insana farklı hilelerle nefsânî kararlar aldırır. 

 

Bu mânâda şu tuzaklara düşen insanlar, depresyona ve bunalıma daha müsait olabiliyorlar:

 

Aşırı sorumluluk duygusu, depresyonu tetikleyebilir. 

 

Aşırı mükemmeliyetçilik, aşırı titizlik. 

 

Kişinin kendinden her zaman çok yüksek başarı beklemesi. 

 

Kimseyi incitmemek veya memnun etmek için hayır diyememek, bu da birikim yapabilir.

 

Hâlbuki insan; 

 

«Muvaffakiyet Allah’tandır.» prensibiyle hareket edecek. Bir işi yaparken; vüs‘ati, tâkati, bilgisi ve kabiliyeti ölçüsünde, elinden gelenin en iyisini yapacak. Gerisinde Allâh’a ilticâ edecek. 

 

Aşırı titiz ve mükemmeliyetçi insanı, aslında şeytan ve nefsi yormaktadır. O kişi yorulunca, aşırıyı değil, normali bile yapamaz hâle gelir. 

 

Bilhassa dînî hususlarda bu tuzağa düşülmemesi için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle îkaz eder:

 

“Din kolaylıktır. Dîni aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. 

 

O hâlde, orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun…” (Buhârî, Îmân, 29)

 

Bir başka hadîs-i şerif:

 

“Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının! Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılık helâk etti.” (Nesâî, Menâsikü’l-hac, 217)

 

Peygamberimiz; serbest bırakıldığı, içinde günah olmayan iki husustan ümmeti için daima kolay olanını seçerdi. (Buhârî, Menâkıb, 23, Edeb, 80, Hudûd 10; Müslim, Fezâil, 77, 78)

 

Tabiî ki bu söylediklerimizde itidal ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet tayin eder. Peygamberimiz’in belirlediği, yaşayarak gösterdiği ölçü, itidal ölçüsüdür. Bu prensip tembellik bahanesi değil, aşırılıklardan uzak durma umdesidir. 

 

Bunalımların bir başka sebebi:

 

Kararsızlık, hep ikilem içinde olmak. 

 

Ambivalâns (Ambivalence); tıbbî bir terim olup, aynı anda iki zıt duygu ve düşünceyi taşıyıp, kararsız kalma hâlidir. Psikolojik bir rahatsızlık şeklinde tarif edilebilir. 

 

Necip Fazıl şöyle derdi: 

 

“Kararsızlıktansa yanlış karar vermeyi tercih ederim.” 

 

Kararsızlık içinde bunalan kişiler, yapmaları gereken işleri sürekli ertelemek durumunda kalırlar. Kıymetli vakitler, kararsızlıkta hebâ olunca, bazen iş işten de geçmiş olur. Neticesinde yine bunalımlar, depresyonlar… 

 

Kararsızlık durumunda, hemen karar vermeyip; «bir düşüneyim» demek; «istişâre edeyim» demek gerekir. 

 

Rabbimiz; kararsızlığın şifâsını bildirerek, ne güzel buyuruyor:

 

“…İş hakkında onlarla (mü’min­­lerle) istişâre et! Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a tevekkül et / O’na dayanıp güven! Çünkü Allah, tevekkül edenleri / kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

 

Yani; 

 

–Karar ver ve yürü! Kararsız kalma! Kendin kararsız kalıyor, bir türlü adım atamıyorsan; kanaat önderi tabir edilen kıymetli insanlara, fikrine, tecrübesine itimat ettiğin kişilere danış. Ama kararsız kalma! 

 

Tevekkül yani Allâh’a güvenmek ise bir başka bunalım sebebini izâle etmek için:

 

Şüphecilik. Her şeyi şüpheyle karşılamak, hâdiselerin her zaman olumsuz tarafına odaklanmak, olumlu tarafını görememek. 

 

Ya şöyle olursa, ya böyle olursa! Ya başarısız olursam! Ya bu evlilik mutsuz olursa? Ya bu çocuğu güzel yetiştiremezsem vs.

 

Bu noktada Allâh’a güvenmek, O’na sığınmak, O’na duâ etmek devreye girmeli. Her gün; «Âmenerrasûlü» okumamız tavsiye edilmiş. Orada şöyle niyaz ediyoruz:

 

سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا

 

“İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık!” (Bkz. el-Bakara, 285)

 

İşittik, îmân ettik, yapmamız gerekenlere kalben inandık. 

 

İtaat ettik, karar verip adım attık, elimizden geleni yaptık. 

 

Ama kuluz, eksiğimiz, noksanımız elbette kaldı. Sen tamamla yâ Rabbî!.. Bağışlamanı, eksiğiyle de olsa kabul etmeni dileriz. 

 

Bunalım ve çöküntülerden kurtulmanın en mühim vasıtalarından biri de içtimâî / sosyal vazifelerimizdir. 

 

Güzel bir prensiptir:

 

Sevinçler paylaşarak çoğalır.

 

Üzüntüler paylaşarak azalır.

 

Demek ki; üzüntüleri dostlarla paylaşmak, böylece o dertleri âdeta dertleşme değirmeninde öğütüp yok etmek lâzımdır. 

 

İçine atmak, bunalımlara girmeye sebebiyet verir. 

 

Üzüntülerimizi de dostlarımızla paylaşabilmeliyiz. 

 

Dostlarımızın hüzünlerini dinleyip onları tesellî etmeliyiz. Dertleşmek, derdiyle hemhâl olmak, mânevî destek olmak bunlar bir müslümanın içtimâî hasletleri olmalı. 

 

Musa -aleyhisselâm- zelle olarak, hatâen bir vefata sebebiyet vermişti. Onun da canına kıyacakları haberini alıp Mısır’dan uzaklaşmıştı. Hiç bilmediği yollarda, aç-bîilâç vaziyetteydi. Bir köşeye çekilip şöyle niyaz etti:

 

“Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lutfuna) muhtacım!” (Bkz. el-Kasas, 24) 

 

Cenâb-ı Hak; onun yolunu, yaptığı karşılıksız hizmet vesilesiyle Hazret-i Şuayb ile buluşturdu. Hazret-i Musa, ona derdini anlattı. Şuayb -aleyhisselâm- onu dinledi ve şöyle tesellî etti:

 

“…Korkma! Zâlim kavimden kurtuldun!” 

 

Sonra ona barınacak yer, iş ve aile sağladı. 

 

Modern insan, gurur ve kibir dolu tavrından dolayı; 

 

Ne kendi derdini başkasıyla paylaşıyor, 

 

Ne de başkasının derdini dinlemeye tahammül ediyor. 

 

Sosyal medyada ne paylaşıyor? 

 

“–Ben zenginim, güçlüyüm, mutluyum, refah içindeyim!” mânâsına gelen görüntüler… Bunlar bir sevincin paylaşılması değil, hava atmak, arz-ı endâm etmek, gövde gösterisi yapmak kabîlinden çirkin davranışlar.

 

Sonu ne oluyor? O paylaşılan görüntülere nice gözler bakıyor. Böylece nazarlar, hasetler ve iç çekişler akıyor. Sonu rûhî bunalımlar, kasvetler… Sonra gidip vizite karşılığı dert dinleyecek psikiyatr ve psikolog arıyor. Onlar da kendi aldıkları tahsil istikametinde tavsiyelerde bulunuyorlar. Meselâ Freud vb. kişilerin tavsiyelerini, danışanlarına telkin ediyorlar. Bunlar da kasveti azaltmıyor, artırıyor. 

 

Hazret-i Yâkub’un şu niyazı Kur’ân-ı Kerim’de bildiriliyor:

 

اِنَّمَٓا اَشْكُوا بَثّ۪ي وَحُزْن۪ٓي اِلَى اللّٰهِ

 

“Ben gam ve kederimi sadece Allâh’a arz ediyorum.” (Bkz. Yûsuf, 86)

 

Ancak unutulmamalı ki, kimseyi üzmemek ve derdini yalnızca Allâh’a açmak çok yüksek bir seviyedir. Bu dereceye vâsıl olabilenler mukarrebûndur. Onlar iç âlemlerinde huzur ve itmi’nânı yaşarlar. Bunalıma düşmezler. O seviyede olmayan insanların, mü’min kardeşleriyle dertleşmeye, konuşmaya, hasbihâl etmeye ve maddî-mânevî çare aramaya ihtiyaçları vardır. 

 

Hulâsa edersek;

 

Hayatımızı Kur’ân ve Sünnet üzerine inşâ edeceğiz. 

 

Kararsız kalmayacağız. 

 

Kararlarımızı takvâ üzere alacağız. 

 

Nefsânî kararlar almayacağız. 

 

Aşırılığa, ifrâta ve tefrite düşmeyeceğiz. Nebevî itidal çizgisini ve Sünnet dengesini koruyacağız. 

 

Dertleşeceğiz, dert dinleyeceğiz, içtimâîleşeceğiz. İçimize atmayacağız. 

 

Hata ettiysek hemen telâfi yolunu tutacağız. Tevbe ve istiğfar edeceğiz. 

 

Her hâlükârda Rabbimiz’e sığınacağız. Muvaffakiyet de O’ndan, huzur da O’ndan, saâdet de O’ndan… Huzuru secdelerde arayacağız, kalbimizin ferahlığını ve inşirâhını seherlerde arayacağız. 

 

Rabbimiz iki cihanda huzur ve saâdet içinde yaşatsın.