ÎMAN, EN UFAK TAVİZ KABUL ETMEZ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, İran/Ahvaz’a bağlı Râmhürmüz köyünde doğdu. İtibarlı biri olan babası Mecûsî idi. Ateşe tapmayı reddeden ve hak dîni arayan Hazret-i Selmân Şam’a giderek Hıristiyanlığı araştırdı. Bir papaz onu Arap Yarımadası’na yönlendirdi. Medine’ye gelip, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de nübüvvet alâmetlerini görünce derhâl müslüman oldu. Hendek kazılmasını o teklif etti. Temiz ve güzel ahlâkıyla, sâlih amelleriyle göz dolduran ve mânen ehl-i beytten sayılan Selmân -radıyallâhu anh- müteâkip  yıllarda Medâin’e vâli olarak gönderildi. Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- 656 yılında Medâin’de vefât etti. Kabri, Bağdat’tadır. 

*

Selmân-ı Fârisî naklediyor:

“Bir kişi bir sinek yüzünden cennete girdi. Diğeri de bir sinek yüzünden cehenneme atıldı:

Önceki ümmetlerden iki kişi, puta tapan bir kavme uğramışlardı. Onların yanına kim gelirse mutlaka putlarına kurban kestirirlerdi. Gelenlerden birine;

«–Bir şey kurban et!» dediler. O ise;

«–Yanımda bir şey yok.» dedi.

«–Bir sinek bile olsa kurban et!» dediler. O da bir sinek kurban edip geçti ve cehenneme müstehak oldu. Diğerine de;

«–Bir şey kurban et!» dediler. O ise;

«–Ben Allah’tan başka kimseye kurban kesmem!» dedi. Onu şehid ettiler, o da cennete girdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 203)

GAZ YAĞI NASIL ŞİFÂ OLDU?

Ali Yakup CENKÇİLER Hocaefendi, Kosova/Gilân’da doğdu. İlk tahsilinin ardından babasından ders aldı. Daha sonra da medresede okudu. 1936’da Mısır’a gitti, Ezher Üniversitesi’nde tahsil gördü. O dönemde Mısır’da bulunan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Zâhidü’l-Kevserî gibi ilim ehliyle teşrîk-i mesâîde bulundu. 1960’ta İstanbul’a yerleşti. Dönemin siyâsî karışıklıkları içerisinde, ilmî bir sahada vazife bulamadı. Bu sebeple geçimini temin için bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışmaya başladı. Yaptığı muhasebe işinden arta kalan zamanlarında talebe yetiştirdi. Haseki Eğitim Merkezi kurulduğunda orada dersler verdi. 

Ali Yakup CENKÇİLER Hocaefendi, 22 Mayıs 1988’de İstanbul’da vefât etti. Kabri, Edirnekapı’da Sakızağacı Mezarlığı’ndadır.

*

Ali Yakup CENKÇİLER Hoca; Medine’de bulunduğu zamanlarda, Ali Ulvi KURUCU Bey’i odasında sık sık ziyaret edermiş. Yemeklerini bu odada gaz ocağı üzerinde pişiren Ali Ulvi Hoca; gaz ocağına daha kolay gaz doldurabilmek için gaz yağı bidonunu almış, bir şişeye gaz yağı doldurmaya çalışıyormuş. O sırada odaya giren Ali Yakup Efendi; onun elindeki gaz yağı bidonunu zemzem bidonu, içindekini de zemzem zannederek Ali Ulvi Hoca’dan kendisine bu zemzemden ikrâm etmesini istemiş. Masanın üzerindeki çay bardağını kaptığı gibi Ali Ulvi Hoca’ya uzatmış. Muzipliği tutan Ali Ulvi Hoca da bardağı doldurmuş. Yönünü kıbleye dönerek sıhhat, afiyet, özellikle de yıllardan beri çektiği basur illetine şifâ olması niyetiyle duâ etmeye başlamış. Odadakilerin; «Dur, yapma!» demesine kalmadan Ali Yakup Efendi bir dikişte gaz yağını içmiş. İçtiğinin gaz yağı olduğunu fark edince de bir hayli bozulmuş. Dostundan beklemediği bu tavır karşısında üzülmüş ve odadan çıkıp gitmiş. Arkadaşları birkaç gün onu görememişler. Ali Ulvi Bey ise fevkalâde üzülmüş. Ali Yakup Efendi, üç gün sonra çıkıp gelmiş. Dostunun geldiğini gören Ali Ulvi Hoca, özür üstüne özür dileyerek gönlünü almaya azmetmiş. Ali Yakup Hoca ise onun bu sözlerine;

“–Üzülme azîzim! Özür dilemene gerek yok. Ben buraya senin özrünü dinlemeye değil teşekkür etmeye geldim.” diyerek karşılık vermiş ve sözlerini şöyle sürdürmüş; 

“–Senin bana verdiğin o gaz yağı bana çok iyi geldi. Yıllardır muzdarip olduğum basur hastalığı son dönemde yine nüksetmişti. Geçenlerde zemzemin hangi hastalıktan şifâ bulmak için içilirse ona şifâ olacağına dair hadîs-i şerîfi okumuş ve; «Benim derdime de derman olur mu?» diye içimden geçirmiştim. Senin elindeki bidonu da zemzem bidonuna benzetince; «İşte aradığım şifâ!» diyerek bir çırpıda içiverdim. Ama inanır mısın zemzem sanıp basuruma şifâ niyetiyle içtiğim o gaz yağı, benim hastalığıma şifâ oldu. Vallâhi’l-azîm, Allah, gaz yağına zemzem şifâsı verdi. Üç günden beri çok rahatım.” (Mustafa ATALAR, Hocamla Yıllarım-1, s. 478)

KAPI AÇTIRAN ENTERESAN HÂDİSE

Sultan IV. Murad Han, 27 Temmuz 1612’de İstanbul’da dünyaya geldi. 1623’te, on bir yaşında, tahta çıktı. 1624’te Bağdat, Safevîlerin eline geçince Bağdat’ı geri almak için çalışmalara başladı. Düzenlediği seferlerle 1638’de Bağdat’ı geri aldı. 1639’da İstanbul’a dönen IV. Murad Han, 8 Şubat 1640’ta vefât etti. Kabri, Sultanahmet Türbesi’ndedir.

*

IV. Murad uyguladığı; tütün, içki ve afyon yasaklarıyla tanınır. Ancak onun büyücülere, falcılara ve remilcilere karşı açtığı savaştan pek bahsedilmez. IV. Murad bu meslekleri icrâ edenlerin amansız bir takipçisiydi. 

Rivâyete göre bir yaz günü yanına saraydan bir adamını da alarak tebdîl-i kıyafet dışarı çıkarlar. Üsküdar’a geçmek üzere Sirkeci’den dolmuş kayıklardan birine binerler. Denizin ortasına geldiklerinde Padişah’ın işareti üzerine yanındaki adamı; çubuğunu çıkarıp, tütün kesesinden tütünleri çubuğuna sarmaya başlar. Dolmuş kayığında bulunan diğer müşteriler endişelenir. Kayıkta remil atmada, büyü yapmada şöhreti İstanbul’u sarmış Kuzey Afrikalı biri de vardır. Onların bu endişelerini gidermek maksadıyla der ki:

“–Nice telâş edersiz!?. Padişah şimdi haremde uykudadır.” 

Bu sözü üzerine herkes rahatlar. 

IV. Murad;

“–Bunu nice bilirsin?” diye sorunca Mağribli büyücü hemen koynundan bir kâğıt çıkarıp remil atmaya başlar. Fakat az sonra saçları, sakalı diken gibi olur ve;

“–Aman bre medet! Padişah deryâ üzeredir! Bize de pek yakındır!” diye kıvranmaya başlar. Tabiî bu söz üzerine herkesi bir korku, bir titreme alır. Bunun üzerine IV. Murad kimliğini açık ederek;

“–Be hey nâdan! Şimdi kafacığını nasıl kurtaracaksın?” diye gürler ve kayıkçılara da; 

“–Tez çevirin İstanbul’a!” diye emreder. 

Kayıktakiler can kaygısına düşerken IV. Murad büyücüye döner ve der ki:

“–Doğrusu senin remilde bu kadar isabetli kondurmana şaştım. Hayatını bir şartla bağışlarım. Bil bakalım, şimdi ben İstanbul’a vardığımda şehre hangi kapıdan gireceğim?” 

Mağribî titreyerek;

“–Ferman Sultan’ımındır!” deyip remilini bir kâğıda döker, hangi kapıdan gireceğini bir kâğıda yazar, kâğıdı katlayıp Padişah’a verir. Sultan da kâğıdın katını açmadan kuşağına sokar. İstanbul surlarının önüne gelir, Haliç’ten tâ Yedikule’ye kadar olan kapıların hiçbirisine yanaşmayıp bugünkü Sandıkburnu denilen tarafa gelir. O taraflarda surlarda hiçbir kapı bulunmadığından kayıkta ayağa kalkıp gür bir sadâ ile sur muhafızlarına seslenir. Koşuşup gelen muhafızlara kendisini tanıtarak derhâl lâzım gelen âlet ve edevat ile şurada bir insan geçecek kadar ufak bir kapı açılmasını emreder. Sûrun bedeninde hemen bir kapı açılır. Padişah da yeni açılan bu kapıdan şehre girer. Böylece IV. Murad, her ihtimale karşı şehrin bilinen hiçbir kapısından girmemiştir. Kapıdan geçip kuşağına el atıp da kâğıda bakınca bu sefer kendisi donakalır. Çünkü kâğıtta;

“–Padişahım, açtırdığınız yeni kapı hayırlı olsun.” yazmaktadır. Bu firâseti takdir eden IV. Murad arkada âkıbetini beklemekte olan Mağribî’ye dönüp;

“–Hayatını bu sefer bu yaman bilgine bağışladım.” der. İşte bugünkü Yenikapı semti ismini bu menkıbeden almıştır. (Tarih Dünyası Dergisi, sa. 19, Ocak 1951, s. 805 ve 834)

İLİM AYAĞA GİTMEZ, İLMİN AYAĞINA GİDİLİR

Ebû Reyhân Muhammed bin Ahmed el-Bîrûnî el-Hârizmî, 4 Eylül 973’te Hârizm/Kass’da doğdu. Doğduğu topraklar ile Arapça ve Farsçayı sonradan öğrenmesi Türk olduğuna delil olarak gösterilebilir. Astronomi, coğrafya, matematik, tarih ve eczacılık gibi alanlarda kendini yetiştirdi. Yüzün üzerinde eser kaleme aldı. Dünyanın yuvarlak olduğu, döndüğü ve yer çekimi gibi hususlarda ilk yazılı bilgiler ona aittir. Tıp, psikiyatri ve botanik gibi alanlarda da söz sahibiydi. Matematikte trigonometriyi daha bir ileri seviyeye taşıdı. Aynı asırda yaşadığı İbn-i Sînâ ile ilmî münakaşalar yaptı. 

Bîrûnî, 1051’de Gazne’de vefât etti. 

*

Harzemşah sultanlarından Me’mûn İbn-i Me’mûn bir gün ata binmiş, Bîrûnî’nin de beraber gelmesi için haber göndermiş. Odasında çalışmakta olan âlim, iradeyi alınca hazırlanmaya başlamış. Fakat bir de bakmış ki hükümdar atından inip onun yanına gelmiş. Şâh’ı beklettiği için şaşırarak özürler dilemeye çalışan Bîrûnî’ye Şah şu meâlde bir beyit ile cevap vermiş:

“İlim en yüksek mevkidedir, bütün biz fânîler ona gideriz, fakat o bizim ayağımıza gelemez.” (Carra de Vaux, İslâm Mütefekkirleri’nden İsmail Habib SEVÜK, Avrupa Edebiyatı ve Biz, s. 294)