BİR BAYRAM SABAHI

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Hasan uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Hafifçe doğrularak yatağına oturdu. Ezanı dinlemeye başladı. Müezzinin o güzel, yanık sesi âdeta rûhuna işliyordu; «Hayye ale’l-felâh!» nidâsına takılıp kalmıştı. Her gün beş defa duyduğu; kurtuluşa, huzura çağıran bu ifadeye daha çok dikkat kesilmişti. İçindeki bir ses; 

 

“Ezan ve ardından kılınan namaz, yalnızca ukbâdaki kurtuluşa değil; bu âlemdeki sıkıntılardan, dertlerden, acılardan, hüzünlerden, yalnızlıktan kurtulmaya da çağırıyor.” diyordu. 

 

Ezan biter bitmez namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini alıp elbiselerini giydi. Sabah namazının sünnetini kılınca evinden çıkıp caminin yolunu tuttu. 

 

Birkaç kişi ancak gelmişti. Ön safa geçti. Cebindeki tesbihini çıkarıp; «Lâ ilâhe illâllah» zikrini çekmeye başladı. Bir süre sonra müezzinin kāmetiyle namaza başladılar. 

 

Namaz bitince zaten 8-10 kişi olan cemaatten bir kısmı tesbih çekmeye başladı, bazıları da camideki Kur’ân-ı Kerimlerden alarak okumaya başladı. O da kalktı, bir Kur’ân aldı. «Yâsîn Sûresi»ni okumaya başladı.

 

Cemaat hayli toplanmıştı. Vakit girince gerekli hatırlatmalar yapılarak bayram namazına duruldu. Namaz sonrası hutbeye çıkan imam şunları söyledi:

 

“−Bayramlar; sevincin, heyecanın, samimiyetin, muhabbetin zirvede olduğu günlerdir. Ancak; 

 

Son nefeste îmân ile göçmek gerçek bayramdır.

 

Amel defterini sağdan almak gerçek bayramdır.

 

Mîzanda hasenâtın ağır gelmesi gerçek bayramdır.

 

Sırât’tan geçip cennete girmek gerçek bayramdır.

 

Rasûlullah Efendimiz’e kavuşmak, Cemâlullâh’a nâil olmak gerçek bayramdır.

 

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bu sevinci şöyle beyan eder:

 

«Kitâbı sağ tarafından verilen (öyle bir sevinecek ki);

 

‘–Alın, kitâbımı okuyun! Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.’ diyecek.» (el-Hâkka, 19-20) 

 

Bu anlarda kurtuluş elbette ki bayramdır. Zira bu anlar mahşerin en zorlu zamanlarıdır.*

 

Hakikî bayramları aklımızdan hiç çıkarmayalım.

 

Bunun yanında Rabbimiz’in bizlere ihsân ettiği bu bayram günlerinde de sevinelim. Bugün ailemize sımsıkı sarılalım, önce onların bayramını kutlayalım, yüzümüzden tebessümü hiç eksik etmeyelim. Bayramlarımızın bayram olabilmesi için ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza ve sevdiklerimize ihtiyacımız var. Onlarsız bir bayram, bayram değildir.”

 

Namaz sonrası bayramlaşma yapıldı. Camiden çıkanlar ziyaret için mezarlığın yolunu tutuyordu. Ziyarete katılmak isteyenler toplanınca, köyün hâfızı Ahmet Amca o güzel ve etkileyici sesiyle bir aşr-ı şerif okudu. Ardından duâlar edildi. Duâ bitince ziyaretçiler birer ikişer dağıldı. 

 

Hasan, eve gitse de bayramlaşacağı kimse olmayacağı için orada kaldı. Annesiyle babası beş yıl önce iki gün arayla vefât etmiş, bugün yaşasaydı 21 yaşında olacak kardeşi de üç yıl önce hayatını yitirmişti. Mezarları yan yana olduğu için sanki annesi, babası ve kardeşi koyun koyuna yatıyordu. 

 

İçine derin bir nefes çekti. Hâtıralar birer ikişer hâfızasında canlanmaya başlamıştı. Hepsine birer Fâtiha ve üçer İhlâs okudu.

 

Mezarlığa göz gezdirmeye başladı. Mezar taşlarındaki yazılar ve tarihler, hayatın kısa oluşunun ve göz açıp kapayıncaya kadar geçip gittiğinin resmiydi. Dün, bugünler için hayal kuranlar, kavuşacakları şeyler için ümit edenler nasıl hayatta değilse, bugünküler de yarın hayatta olmayacaklardı. 

 

Mehmet Amca, 67 yıllık hayatına neler sığdırmıştı acaba? Ya Ayşe Teyze, 86 yıllık hayatında aradıklarını bulabilmiş, beklentilerini karşılayabilmiş miydi? Şayet şimdi konuşabilselerdi; hayatın, doğum ve ölüm tarihinin arasına çekilen kısa çizgi kadar olduğuna yemin edebilirlerdi.

 

Gözleri, Bahadır Amcanın mezarına takılıp kalmıştı. O da 78 yıl yaşamıştı. Lakabı keçiydi. Babasından sıklıkla dinlediği, inatçılıkla ilgili bir hâtırası sebebiyle köylü ona böyle lakap takmıştı.

 

Bahadır Amca bir gece geç saatlerde evine gelmiş, kapıyı çalmış. Eşi de hâliyle; «Kim o?» diye sormuş. O da inadından dolayı; «Benim.» dememiş. Hanımı kaç defa sormuş, Bahadır Amca; inat ettikçe etmiş, hiç cevap vermemiş. Eşi, kapının arkasında; kendisi de kapının önünde sabahlamışlar. Bu hâdiseden sonra da adı Keçi Bahadır’a çıkmıştı.

 

Hasan’da da biraz inatçılık vardı. Babası, Hasan’ı sık sık îkaz ederdi. Vefat etmeden birkaç gün önce ona şunları söylemişti:

 

“−Bak evlâdım, inatçılık kötü bir huydur. Bu huydan sende de var. İnatçı kişi hem kendine hem de sevdiklerine zarar verir. 

 

Bir arkadaşım vardı. Bir gün eşine kızmış ve ardından; «Allah şâhidim olsun, bir daha senin yaptığın yemeği yemeyeceğim.» diye yemin etmiş. Bu yemininden sonra eşiyle 35 yıl evli kalmışlar ve bir öğün bile eşinin yaptığı yemeği yememiş. Kalan ömrünü, sırf inat yüzünden huzursuz bir şekilde geçirmişti. İnsanın evinde huzuru yoksa nereye giderse gitsin, hangi işi yaparsa yapsın hiçbir zaman hakikî huzuru bulamaz. Kış güneşi gibi gelip geçici olan gülümsemeler, sevinçler, ardından huzuru getirmez. Sen, sen ol, her şeyde inat etme, en azından ailene karşı biraz daha yumuşak ol.”

 

Babasının sözleri, zihninde sürekli tekrarlanıyordu. Düşünmeye başladı. Düşünceleri küçük bir su birikintisi sığlığından okyanus derinliğine ulaşmıştı. Kendisiyle yüzleşmeye başladı.

 

İnat, bugün yalnız kalmasının yegâne sebebiydi. Geçen yıl bayramın ikinci günü eşinin, ailesini ziyaret etme isteğine önce; «Yarın…» demiş, eşi Zeynep;

 

“−Köyde ziyaret edilecek herkese bayram ziyaretinde bulunduk. Bugün de babamlara gidelim.” diye ısrar edince münakaşa başlamıştı. Münakaşa uzayınca Hasan;

 

“−Bugün gitmeyeceğiz. Gitmek istiyorsan kendin git. Gidersen bir daha da gelme!” deyince, Hasan’ın küçücük şeylerde bile inat etmesinden iyice bunalan eşi, çocuklarıyla beraber üç köy ötedeki babasının evine çıkıp gitmişti. 

 

Bir yıldır ne eşi geri gelmiş, ne de kendisi inat kuyusundan çıkıp onları almaya gidebilmişti. Asker arkadaşı ve Zeynep’in amcazâdesi olan Hüseyin kendisini birkaç kez aramış; Zeynep’in ve çocuklarının Hasan’ı beklediklerini, aradaki uçurumun büyümeden ayrılığı bitirmesini, ailesini gelip alıp gitmesini tavsiye etmişti. 

 

İnat, bir girdap olmuş Hasan’ı içine çekip götürmüştü. Bu yüzden hiçbir zaman böyle bir şeye niyetlenmemişti. 

 

Şimdi anlıyordu. İnadın hem kendine hem de eşi ve çocuklarına verdiği zararın farkındaydı. Bencillik yüzünden kendisini bir çıkmaza mahkûm etmiş, çocuklarını âdeta yetim koymuş, bütün suçu eşine yüklemiş, onu bîçare koymuştu. Evde hiç kimse olmadığı ve neredeyse hiç kimseyle konuşmadığı için zamanla kendi sesi bile kulağına yabancı gelmeye başlamıştı. Sese -hele ki çocuklarının sesine- hasret kalmış, sükûtun dehlizlerinde yaşamaya çalışıyordu. 

 

Zaman, ömrü öğüten bir değirmen gibiydi. Saatler güne, haftalar aya dönüp gidiyor, geride koca bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmıyordu. 

 

Geçmişe perde çekmenin tam vaktiydi. Karşısına bir dağ gibi durup kendisine geçit vermeyen inattan ve yanlışlardan vazgeçerek, aynı hatalara düşmeden ve en önemlisi umutlar bitmeden yeni bir başlangıca ihtiyaç vardı. Bugün olmazsa bir daha olmayabilirdi. 

 

Hızlı adımlarla evine yöneldi. Arabasını çalıştırdı. 30 dakika sonra eşinin köyüne varmıştı. Çocukları, kayınpederinin merdivenlerinde boynu bükük oturuyorlardı. Onu ilk gören dokuz yaşlarındaki oğlu Abdullah oldu. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz bir yandan; «Anne, babam geldi, anne!» diye bağırıyor diğer yandan da koşuyordu. Yedi yaşındaki kızı Hatice de ağabeyinin peşinden Hasan’a doğru koşmaya başlamıştı. 

 

Hasan, ikisini de hasretle kucakladı. Defalarca öptü. Çocuklarının yanaklarını okşarken başını kaldırıp balkona baktığında, gözleri yaşarmış ama biraz buruk olsa da içten tebessüm eden Zeynep’i gördü. 

 

İkisi de içinden; «Rabbim, Sana şükürler olsun!» diyorlardı. 

 

___________________________

 

* Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi, Kur’ânî Tâlimatlar -29- Kadir Gecesi’ni İdrak ve Bayram Şahâdetnâmesi, Yüzakı Dergisi, sa. 195)