DOSTLUK ve KARDEŞLİK

Mehmet MENCET

Seven, sevgili, yâr anlamındaki kelimeler, sosyal hayatın düzen içinde sürdürülmesinin başlıca şartlarından olan ülfetin sebepleri arasındadır. Dostluk kendiliğinden oluşabildiği gibi, irâdî olarak da oluşabilir. Dostluklar; rûhî yapıları yakın olan kişiler arasında kurulursa, daha kuvvetli olur. Dostluklarda karşılıklı olarak hatalar örtülür, dolayısıyla insan bu nitelikteki dostlarının ve kardeşliklerinin sayısını artırmalıdır. İnsan; çileli ve sıkıntılı olan bu dünyada, huzuru ve mutluluğu yakalayıp hayatı ve insanları sevme duygusunu, ancak bu şekilde kazanabilir. Hazret-i Mevlânâ; 

 

“Dostları ile oturan kişi; külhanda alevler içinde olsa bile, gül bahçesinde oturuyorum sanır.” demiştir. Bu şekilde sûretten geçer, mânâ âlemine girersiniz. Orasının cennet ve gül bahçesinin içinde, daha güzel bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.

 

Dostluk, müsbet (olumlu) veya (menfî) olumsuz vasıfların müşterekliğinden kaynaklanır. Gerçek dostluk ise sadece samimî ruhlarda vardır. Her hâdise karşısında, iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile yaşatılır. Gerçek dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyan yani muhabbet akışı neticesinde, sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına giremezler. Dostluk, rûhun derinliklerinden gelen bir müjdedir. Bunun en güzel nümûnesi, Peygamber Efendimiz ile Hazret-i Ebûbekir arasındaki dostluktur. Peygamber Efendimiz bir gün hastalandığında, Ebûbekir Efendimiz şöyle demiştir:

 

“–Dostum hasta ben de hastayım. O, afiyet buldu ben de buldum.” 

 

Yine bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım.” buyurunca, Ebûbekir Efendimiz derin bir teessüre düşmüş. Görünüşte herkes bu düşünceyle sevinecekken, Ebûbekir Efendimiz çok üzülmüş;

 

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11) diyerek kardeşliğini ve dostluğunu ifade etmiştir. 

 

Şeyh Sâdî bir eserinde dostluğu şöyle anlatmıştır:

 

“Dostların yüzünü görmek, yarasından taze kan sızan gönül şehrine merhem gibidir.” 

 

Bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer sonunda sana düşman olacaktır. Vefâ ve sadâkat ki herkese ve her şeye akseder. İnsanların birbirlerine karşı dostluk ve fedâkârlık uyumları da bu hâle bağlıdır. Kalben dostluk sıfatlarına nâil şahsiyetler, insanlığın mümtaz sîmâları olmuşlardır. Tarih kitaplarında anlatıldığı üzere; isyanları sebebiyle öldürülen şehzade Korkut’un, Piyale adında son derece sâdık bir adamı vardı. Yavuz Selim Han, onun bu özelliklerinden haberdar olup, onu yanına çağırdı ve;

 

“–Sadâkatinin mükâfâtı olarak seni istediğin makama atayayım. İstersen vezirim ol!” dedi. O da teşekkür ederek; 

 

“–Sultanım bundan sonraki vazifem, şehzade Korkut’un türbedarı olmaktır.” dedi. Piyale Bey’in bu hâli, dostluk anlayışının zirvesini teşkil eder. Her dostluk ve sohbetin kendine has bir hâli ve üslûbu vardır ki, ancak bunlara uyulduğu zaman dostluk ve sohbet devam eder.

 

Sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğruna yapılan fedâkârlık ve girişilen risk ile ölçülür. Bir kimse dostu için riske girer, fedâkârlık yapar ama içinde bunları yaptığına dair bir his taşımaz. Aşk ve dostluğu tanımayıp; sevgi ve dostluktan nasibi olmayan kimse, olgun bir insan olma yoluna girmemiştir. Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibidir. Varlığın sebebi muhabbettir. Hakk’ın dostluğuna erenler; dostluğun yüzünü insanlarda, tüm çiçek ve hayvanlarda bulurlar. Yûnus’un sarıçiçekle olan sohbeti, bu dostluğun şâheserlerindendir. Tabiatta bulunan ve dost yüzü görmeyen gönüller kördür. Tabiatla konuşmayan insanın rûhu dilsizdir. Gerçek dost arayanlar, bunu bir insanda bulamazlar ise tabiatta bulabilirler. Akarsular, dağlar, yeşillikler ve çiçekler insan kalbine nice dostluk şiirleri fısıldarlar. İnsan zaman zaman başını kaldırıp semâya bakmalı, orada çizili tabloları görmelidir.

 

Dostluk ve kardeşliğin en büyük ve etkili tezâhürü, anne-baba ve kardeşler arasında oluşan gönül bağıdır. Unutamadığım bir hâtıramı anlatmak isterim: 

 

Yıllar önce vazife aldığım bir ilçede, alkolün tesiriyle annesini sokağa atan bir çocuk, komşularının şikâyeti üzerine zâbıtalarca adliyeye sevk edilmişti. Çocuğunu cezaevine gönderdiğimizde, annesi; yıllarca oğlunun eziyetlerine mâruz kaldığı ve dondurucu kışın ortasında sokaklara atıldığı hâlde, anne yüreğinin etkisiyle dayanamayıp oğlunun hemen salıverilmesi için yalvarmıştı. 

 

Bir annenin rûhunda biriken engin şefkatin hududunu tayin edebilecek bir ölçü var mıdır? Yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, uyumamış uyutmuş, hayatın fırtınalarında bizlere toz konmasın diye bütün varlığını vakfetmiş olan anaların ve babaların haklarını ödeyebilmek mümkün müdür?