YÂ RABBÎ! SÖYLE DE VERSİNLER…

Mehmet MENCET

Bir iftar programında Vehbi VAKKASOĞLU Bey anlatmıştı:

Bir imam, memleketinde yaptıracağı Kur’ân kursu için para topluyormuş. Ancak para isteme konusunda çekindiği için konuyu utana sıkıla açmış bulunduğu bir mecliste. Dinleyenler;

“–Hocaefendi bugüne kadar neredeydin? Bütün camilerde hep para toplandı, artık bayrama da birkaç gün kaldı, bundan sonra bulamayız…” demişler.

İmam da üzülmüş, çekilmiş kenara. Oradaki bir zât-ı şerif;

“–Ben seni yarın kumarhâneye götüreyim, sen orada biraz sohbet et, buluruz Allâh’ın izniyle…” demiş.

“–Estağfirullah efendim; benim oralara hiç yolum düşmedi, Allah göstermesin!” diye karşı çıkmış. Adam;

“–Olsun, sen Allah için bir şeyler anlat. Allah büyüktür, bir şeyler gönderir, inşâallah vesile kılar!” diyerek imamı iknâ eder ve ertesi gün götürür kumarhâneye.

Nâzikçe girdikleri kumarhânede, kumarhânenin sahibi izin verince; âhiret hayatından, infâkın öneminden, cömertliğin güzelliğinden vb. bahseder imam ve oradakilerle sohbet eder. Sonra da konuyu açar. Orada böyle bir sohbetin açılmasına şaşıran, ama ilgiyle de dinleyen hemen hemen herkes bol miktarda para verir. Öyle ki üç camiden toplanan paradan kat kat fazladır. Hocaefendi sevinçle memleketine döner ve kursu açar. Hâdiseyi duyan Vehbi VAKKASOĞLU;

“–Ben bu işi pek anlayamadım; camilerde bu kadar toplanamazken, kumarhânede neden bu kadar cömert davranıldı?” diye kumarhânenin sahibine sorunca, aldığı cevap çok mânidardır:

“–Camiye gelenler; «Zaten ibâdet ediyoruz. Gerektiği kadar da para verebiliyoruz. Artık bizden bu kadar…» gibi bir düşünce içindeler ama buradakiler; «Biz zaten düştük, acaba Allah Teâlâ bir hayrımız için bizi bu bataktan kurtarır mı?» diye yardımda bulunuyorlar.”

Bu hâdisenin bir benzerini de ben yaşamıştım. Yıllar önce vazife yaptığım ilçenin en büyük camisini yaptıran hayırsever, inşaat bitmeden vefat etmiş. Müteahhit de hanımlar bölümüne üst kata çıkmak için bir merdiven yapmamış; özellikle terâvih namazlarında, minarenin içindeki dar merdivenlerden hanımlar tarafına çıkılıyordu. Âhirete göçen hayırseverin evlâtları da pek üzerine düşmemişler konunun. Biz de; «Allah büyük!» diyerek yola çıktık. Çalıştığım adliye binası müstakil değildi. Bir iş hanından kiralanmıştı. Aynı iş hanının içerisinde bir de içkili bir kulüp vardı;

“–Camiye bir merdiven yaptırmalı!” diye konuyu açtığım arkadaşlar bir şekilde oradakilere de söylemişler. Benim hiç haberim yokken, oyun esnasında bir kâse gezdirmişler;

“–Haydi herkes buraya para koysun, merdivensiz cami mi olur?” diye kısa süre içerisinde ihtiyacımız olan paradan da fazlasını toplamışlar. Bir sabah geldiğimde masamın üstünde konmuş bir tomar parayı görünce, hamd ettim. Sebep olanlar ve katkı verenler için de duâ ettim.

Tabiî burada şunu da hatırlamalı:

Hayır-hasenâtın temiz kazançtan yapılması lâzımdır. Gayr-i İslâmî bir hayat yaşayan birçok kişi bile bu hassâsiyeti bilir, dînî vazifeleri helâl kazançlarından edâ ederler.

Günahkâra değil, günaha karşı olmalı. Dîni sadece camide değil, sokakta da yaşamalı. Tam tersine ezan sesinin ulaşmadığı, dikkate alınmadığı, insanların nefislerine uyup türlü günahlara bulaştığı yerlere ulaşmalı. Rahmetli Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı eserinde işlendiği gibi asıl orada düşmüşlere «hatırlatmalı». İnfâk için yola çıkıldığında niyet hâlis ise Mevlâ zaten kapıları açıyor. Ancak bunun için yola çıkmak, «aramak» gerekiyor. Zira Bâyezîd-i Bestâmî Hazretleri’nin buyurduğu gibi;

“Aramakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlardır.”

Zaman zaman; «Cuma namazına gidinceye kadar bir şeyler hazırlayabilsem de ihtiyaç sahibi kimselere ulaştırsam…» kaygısı içindeyken ne zaman;

“–Yâ Rabbî! Bu kimselere Sen yardımcı ol. Benim gücüm bir yere kadar, Sen gönder Allâh’ım!” diye duâ etsem, -istisnâsız- hiç ummadığım yerlerden, ummadığım kişilerin takviyeleriyle o haftayı da boş geçirmiyoruz. Böyle durumlarda aklıma daha önce yaşamış olduğum ibretlik bir olay gelir:

“Küçük, büyük infâk ettikleri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allâh’ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır.” (et-Tevbe 121)

Hadîs-i şerifte de buyurulur:

“Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki; «Bu şöyle olacak!» diye yemin etseler, Allah onların dediğini gerçekleştirir.” (Müslim, Birr, 138, Cennet, 48)

Böyle bir zât olduğunu zannettiğim bir kişiyi ben de gördüm. Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Dükkânın önünde oturan dükkân sahibi, bana;

“–Şu giden adamı takip et!” dedi. «Kimdir, nedir, niye?» diye sormadan adamın peşine düştüm. Hızlıca bir caminin bahçesine girdi, sonra caminin duvarına yaklaştı ve yavaşça;

“–Yâ Rabbî! Söyle de versinler!” diye üç defa duâ etti. Gidip bahçenin bir tarafına oturdu. Biraz sonra caminin bahçesine giren hemen herkes, getirip bir miktar para verdiler. Hiç konuşmayan, kimseden bir şey istemeyen bu zât; ne el açtı, ne de bir şey söyledi. O sırada ezan okundu. Verilen paraları alıp camiye girdi. Huşûyla namazını kıldı. Sonra paraları kâğıt ve metal olmak üzere ayırdı. Yolda giderken bozuk paraları çocuklara, diğerlerini de ihtiyacı olduğunu hissettiği kişilere verip gitti. Ben de arkadaşımın yanına döndüm;

“–Kimdir, bu zât-ı muhterem?” dedim;

“–İki-üç ayda bir gelir, kullardan bir şey istemez; Müsebbib’i tanıyan birisi, Allah’tan istiyor.” dedi.

Dükkân sahibi arkadaşım sözlerine devamla şunu anlattı:

“–Küçüktüm. Bir gün babam sabah dükkânını açtı, kasası da cepleri de boştu, daha da siftah yapmamıştı. O sırada bu zâtın geçtiğini görünce hemen koştu, arkadaşından borç aldı. Koşup arkasından verdi. Ben de;

«–Babacığım, daha siftah bile etmedin. Borç alıp da sadaka verilir mi?» dedim. Babam;

«–Oğlum duymadın mı, kimden istiyor?!. Allah ile alışveriş yapıyor…” dedi.

Rabbim idrâk edebilmeyi nasîb eylesin.

Âmîn!..