RÛHUMUZU BESLEYECEĞİMİZ MÜSTESNÂ VAKİTLER

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Yaşadığımız coğrafya, dünyanın en güzel yerlerinden birisi. Tarihi, kültürü, sahip olduğu zenginlikler ve içinde barındırdığı mânevî müessirler, bu coğrafyanın sürekli olarak belli meselelerle muhatap olmasına sebep oluyor. Uzun süredir umumî efkârımızı meşgul eden hastalıklar, felâketler ve sıkıntılar, cemiyet olarak gönül dünyamızı bir hayli yıpratıyor.

İnsanız; her ne kadar güçlü olsak da karşılaştığımız olumsuz vâkıalar, rûhumuzda derin izler bırakıp, bizi etkileyebiliyor. Allah Teâlâ’nın bize verdiği akıl nimetinden faydalanarak, muazzam işler başarabiliyor; lâkin küçük ve olumsuz bir kelime ile yerlere serilebiliyoruz.

Allah Teâlâ, insanı hem beden hem de ruh olmak üzere iki şeyden müteşekkil yaratmış. Bedenin âzâlarının her birinin ayrı hususiyetleri, ayrı vazifeleri olduğu gibi, rûhun da son derece mühim vazifeleri bulunuyor. Ruh, beden kılıfının içerisinde gizlenmiş olmasına rağmen, bedenin diğer bütün âzâlarının hayat kaynağı olup, bedenden ayrılması ile ölümün gerçekleşmesi muazzam bir sırdır. Rûhun bu sırrına vâkıf olmak isteyenlerin bütün çabaları, hep akîm kalmış ve Rabbimiz’in şu âyeti ile haber verildiği üzere bu sırra tam mânâsı ile erişmek mümkün olmamıştır:

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki:

«Ruh Rabbimin emrindedir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.»” (el-İsrâ, 85)

Allah Teâlâ; insanı kuru çamurdan ve balçıktan yaratmış, onun canlı olabilmesi için kendi rûhundan üflediğini buyurmuştur. (el-Hicr, 28-29) İnsan, içerisinde bu rûhun olması ile kıymet kazanır. Ruh ayrıldığı zaman, beden hemen toprağa gömülmesi gereken bir yük hâline gelir. İnsan, kendisine verilen bu ruh sebebi ile aziz bir varlıktır. Yaratılışındaki bu izzeti devam ettirmek için Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riâyet etmeli, böylece beden ve ruh olarak hem dünyada hem de âhirette rahat edip sıhhat ve afiyet içerisinde yaşamalıdır.

İnsan bedeninin çeşitli ihtiyaçları vardır. İnsan hareket etmek ve hayatını devam ettirebilmek için gıdâya ihtiyaç duyar. Beden acıktığında, susadığında veya başka ihtiyaçları olduğunda bize çeşitli şekillerde haber verir; ihtiyacını bildirir ve biz hemen harekete geçerek, yemek yiyerek veya su içerek bu ihtiyaçları gideririz. Böylece, bedenin sağlıklı, sıhhatli ve dinç bir şekilde kalması için gayret ederiz.

İnsan bedeni; bu ihtiyaçların yanı sıra, çeşitli hastalıklara mâruz kalabiliyor. Soğuk almasından ötürü grip oluyor veya basit yahut daha ciddî hastalıklara dûçâr olabiliyor. Vücut bu hastalıkların belirtisini bize daha evvelden haber veriyor. Bu belirtilere göre hemen tedbir alıp, bu hastalıkların ilerlemesini engelliyor ve tedavi ettirebiliyoruz. Burnumuz akınca, ateşimiz çıkınca, hâlsizlik hissedince, gözümüz bulanık görünce veya kulağımız çınlayınca soluğu hemen hekimin kapısında alıyoruz. Elbette bunu yapmalı, bedenimizin sağlıklı ve dinç kalması için gayret etmeliyiz. Çünkü bedenimiz de Allah Teâlâ’nın bize verdiği bir emânettir ve bu emâneti, en güzel şekilde sahibine teslim etmek durumundayız.

Nasıl ki bedenimizde hissettiğimiz en ufak bir belirtide tedbir alıyorsak, rûhumuz için de aynı hassâsiyeti göstermek zorundayız. Zira ruh ve beden, bir bütünün ayrılmaz iki parçasıdır. Biri giderse, diğerinin bir kıymeti kalmamaktadır. Bedenimizin sıhhat ve afiyeti için ne kadar gayret ediyorsak, diğer yarımız olan rûhumuza da öyle ehemmiyet göstermeliyiz. Rûhumuz sağlıklı ve sıhhatli olmaz ise, bedenimizin sağlıklı olmasının bir mânâsı kalmaz. Nasıl ki bedenimizin sıhhatli olması için ihtiyaç duyduğu gıdâları temin ediyorsak, rûhumuzun sağlığı için de onun ihtiyaç duyduğu gıdâları temin etmek durumundayız.

Biz modern müslümanlar maalesef rûhumuzu çok ihmal ettik. Sadece bedenimizin ihtiyaçlarını temin etmek için çabalar olduk. Hâlbuki rûhumuz da acıkır, yorulur, hasta olur, hattâ ölür. Ama biz onu tanıyamadık, onun hassâsiyetleri olduğunu idrâk edemedik ve bu yüzden rûhu kaybettik. Onun için bir asırdır yaptığımız işler düzgün değil. Her şeyin maddî tarafına temâyül edip, dış görünüşüne aldanıyor ve bize yakışmayan işler yapıyoruz. Hâlbuki ruh, insanın özüdür ve bizim için çok kıymetlidir. Sahip olduğumuz bu kıymetli hazineyi, hakkıyla muhafaza etmek ve ona gelebilecek her türlü tesiri bertaraf etmek zorundayız. Böyle korunan ruh hem kendi huzur içinde olur hem de içinde olduğu bedeni huzurlu kılar.

Bedenin en önemli ihtiyacı nasıl ki gıdâ ise, ifsâd olmamış bir rûhun en büyük ihtiyacı da kendisinden daha güçlü bir varlığa inanma ve O’na sığınma ihtiyacıdır. Bu sığınma sayesinde, ruh kendisini güvende hisseder ve huzur içerisinde varlığını sürdürür. Rûhun önüne şayet nefis perdesini çekersek, akıl tutulur ve ruh felç olur. Felç olan bir uzvun yeniden eski hâline gelmesi ise zor olur. Rûhun en büyük gıdâsı, yaratıcısına ibâdet etmektir. Bunun için ibâdetler hem rûhun mânevî gıdâsı hem de bedenin şifâsıdır.

Huşû ile kılınan bir namaz, bize yaratıcımız karşısında âciz olduğumuzu ve sürekli O’na muhtaç olduğumuzu hatırlatarak, haddimizi ve yerimizi hatırlatır. Günde beş vakit; bizi yaratan Allah Teâlâ’nın huzûruna çıkarak, muhasebe yapmak, rûhumuzun ferahlamasını sağlar. Oruç ile kötülüklerden korunur ve rûhumuzu nefsin tuzaklarından muhafaza ederiz. Zekât ile sahip olduklarımızın asıl sahibinin biz değil, bizi yaratanın olduğunu idrâk eder ve paylaşmanın muazzam hissiyâtını yaşarız.

İçinde bulunduğumuz vakitler, bu ibâdetlerin hem feyzinin hem de ecrinin kat kat verildiği vakitler. Bu vakitleri değerlendirmek ve ihmal ettiğimiz en kıymetli varlığımızı beslemek için önümüze gelmiş büyük bir fırsat var. Seneye üç aylara ulaşabilir miyiz, ulaşamaz mıyız? Garantimiz yok… O hâlde; elimizdeki fırsatı değerlendirip, bize bir yıl yetecek enerjiyi, gıdâyı, azığı heybemize doldurmaya gayret edelim.

Rabbimiz; hem bedenini hem de rûhunu kendi muhabbeti ile besleyen ve bu muhabbet ile her ânını O’nun rızâsına muvâfık yaşayan kullarından eylesin.

Âmîn…