İLM-İ NEFSE DAİR

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Geçtiğimiz aylarda medyada bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. 200’den fazla ülkenin verileri üzerine yapılan bu araştırmaya göre anksiyete yani kaygı bozukluğu yüzde 25 oranında artış göstermiş.

Elbette Covid 19, kolay bulaşabilen bir salgın hastalık olduğu için insanlarda hastalık kapma endişesini harekete geçirdi. Bunun yanında uzun süre evlerde kapalı kalmak, kalabalık yerlere gitmemek gibi tedbirler de depresyon gibi bazı psikiyatrik rahatsızlıklarda artışa sebep oldu.

Her insan, başına gelebilecek şeyler hakkında endişelenebilir. Endişe hissi makul ölçüde olduğu zaman bizim tedbirli olmamızı sağlar. Halk arasında «evhamlı» denilen bazı kişiler ise hep kötü bir şeyler olacağını düşünmeye ve endişelenmeye daha eğilimlidir. Ama bir de bu durumun zihin ve beden sağlığını bozduğu, insanın ailevî hayatını hattâ mânevî durumunu etkilediği bir nokta olabiliyor. Yorgunluk, dikkat bozukluğu ve konsantrasyon güçlüğü, en ufak sesle kolayca irkilme, uykuya dalamama ve gece sık sık uyanma gibi sıkıntılar görülebiliyor.

Bazı anksiyete hastalarında panikatak diye bilinen durum da görülebiliyor. Kalp atışının sebepsiz yere ânî yükselmesi, ter boşalması, nefes sıkışması gibi korkutucu durumlar yaşanabiliyor. Yani sadece bir duygu olarak kalmıyor, insanın sıhhatini ve hayatının akışını etkiliyor.

İslâm âlimleri ve mütefekkirlerinin birçoğu, yazdıkları eserlerde, beden sağlığı ile ruh sağlığı arasında karşılıklı irtibat olduğunu dile getirmişler. İlim dallarını tasnif ederken ilmü’n-nefs ismiyle psikoloji ilmine yer vermişler. İmam Gazâlî Hazretleri gibi birçok âlimler de yazdıkları tasavvufî eserlerde insandaki duyguları incelemişler, dünyevî ve uhrevî felâketlere sebep olan hissî aşırılıkları ve sapmaları ele almışlar.

Zamanımızda insanlık maddî sahada ne kadar ilerleme kaydetse de bütün sıkıntıları maddiyatla çözemediğini görüyor. Psikoloji sahasında çözüm için mâneviyâta yöneliş hep vardı. Son zamanlarda; acele etmeden, çabuk sonuçlara ulaşmaya çalışmadan daha sahih bir rehber arayışı var.

Bu konuda dikkat çeken bir ekol, Uzak Doğu kökenli inanışlardan doğan boş vaatlere değil daha sağlam bir yaklaşıma sahip olan (Acceptance and Commitment Therapy) Kabullenme ve Bağlanma Terapisi.

Bu ekolün sözcüleri, bir zamanlar ortada dolaşan; «İyi şeyler düşün, iyiliği kendine çek…» gibi, sanki biz ne hayal edersek o olacakmış tarzında boş vaatler yerine daha sağlam tavsiyelerde bulunuyor.

Bu ekolün sözcülerinden Steven Hayes bir konuşması esnasında diyor ki:

“Bana müslüman dinleyicilerimden bazıları;

«Senin söylediklerini bizim Peygamberimiz de söylüyor.» diyorlar. Olabilir.” Aynı konuşmasında Katolik bir anne ile yahudi bir babanın çocuğu olarak doğduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğunu ve etkileyici bulduğunu anlatan Hayes; müslüman âlimlerin ilmü’n-nefs sahasında çok çalışma yaptıklarını dile getiriyor. Mevlânâ’dan da övgüyle bahsediyor.

Bu ekol, batının dünveyî ve hazcı felsefesinin insanları yanlış beklentiye soktuğunu fark eden psikologlardan oluşuyor. Meselâ Hayes’in kitaplarından birinin adı: Mutluluk Tuzağı.

Mutlu olmak insanın gaye edinebileceği bir şey değil. Tabiatımız mutlu olmaya elverişli değil.

Evet bu gerçek. Beynimiz daha çok korku ve acıyı hatırlıyor. Huzurlu, mutlu olduğumuz zamanlar; önemsiz detay diye siliniyor. Bir yiyeceğin lezzeti gibi maddî bir lezzeti bile ancak ilk lokmada hissediyoruz, sonraki lokmalardan almıyoruz. Beynimiz; «Gerek yok!» diyor. Sadece kontrol maksatlı; taze mi, faydalı mı, diye bir tadıyor o kadar…

İnsanlar istedikleri düzenli hayata kavuşunca can sıkıntısından bunalıyor. Gidiyor korku filmi seyrediyor.

Çünkü insan beyni, bir şeyi korkutucu olduğu zaman daha etkileyici buluyor. Öyle değil mi? Meselâ filmlerde korkunç canavarlarla ve suçlularla mücadele, savaşlar, felâketler olduğu zaman daha çok seyrediliyor.

Tasavvuf büyüklerinden Abdulkādir Geylânî -kuddise sirruhû- dînî nasihatlerde korkutucu üslûba (nezir) müjdelerden daha fazla yer vermesinin sebebini îzah ederken;

“Korku, insanı uyanık tutar.” diyor.

Allâhü Zülcelâl de bizim yaratılışımız îcâbı; dünya hayatının fânîliğini hatırlatan bazı acılar, kayıplar, sıkıntılar yaşatıyor. Yaşatıyor ki;

“Bak burada kalıcı değilsin, öyleyse yaratılış gayeni hatırla. Bilmiyorsan ara, bul, öğren, gereğini yap!” dercesine…

Bahsi geçen ekol de bunu tavsiye ediyor:

“Değerlerine bağlı olarak yaşa, bu arada başına gelen veya gelebilecek olan şeyleri kabullen.”

İşin doğrusu, dünya hayatı bize ne mutluluk ne güvenlik ne huzur va‘detmiyor. Olanı kabullenmekten başka çaremiz yok.

Evet; hasta da olabiliriz, kayıplar da yaşayabiliriz, acı da çekebiliriz. Bunların hepsi mümkün. Hattâ ömrümüz ne kadar uzunsa; o kadar çok sevdiklerimizden ayrılacağız, o kadar çok ihtiyarlığın mahrumiyetlerini ve acılarını yaşayacağız. Allâh’ın takdir ettiği neyse onu göreceğiz. Çünkü kuluz. Takdir eden, yaratan biz değiliz. Takdir edileni yaşamaktan başka çaremiz yok.

Elimizden gelen tek şey; «ebedî hayatımızda korkunç bir sonuçla karşılaşmamak için yapabileceğimiz şeyleri yapmak.»

Asıl korkmamız gereken bu. Zaten bize fayda verecek korku da bu. Dünyevî sıkıntılar konusunda zaten makul ölçüdeki tedbirleri almaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok.

Başa gelebilecek hastalık, yakınları kaybetmek ve benzeri şeyler hakkındaki korkuların en iyi çaresi; İslâm’a uygun, sahih bir kader inancına sahip olmak.

Hâdiselerin bir görünen sebepleri vardır bir de Allâh’ın ezelî takdiri vardır. Görünen sebepler sadece vasıtadır, asıl Allâh’ın takdiri neyse o olacaktır. Meselâ; kansere yol açan bazı faktörler vardır ama bu faktörlere karşı tedbir almadığı hâlde hasta olmayan, elinden geldiği kadar dikkat ettiği hâlde hasta olan kişiler de olmaktadır. Demek ki tedbir bir yere kadardır, Allâh’ın takdir ettiği başa gelmektedir.

Bu hakikati aklından çıkarmayan bir kişi ne başkalarını suçlamakta ne de kendini suçlu hissetmekte aşırıya gitmez. Allâh’ın takdiri karşısında yapılacak bir şey yoktur.

Kaygı bozukluğunun sebepleri, bizim mizaç ve yetiştirilme tarzımızda gizli olabiliyor. Meselâ; çok mükemmeliyetçi kişiler, hata yapmaktan çok korkabiliyorlar. Ailesi tarafından da öyle yetiştirilmiş olabiliyorlar. Hâlbuki insan;

“Ben elimden geldiği kadar iyi şeyler yapmaya çalıştım. Üzerime düşeni yaptım. Bundan sonrası Allâh’ın takdiri…” diyebiliyorsa huzur bulabilir. İşte gerçek huzur da budur.

Kaygıların bir kısmı da kendine güvenmemekten kaynaklanır. Daha önce başına gelen bir hâlin ona kötü duygular hissettirdiğini düşünüp;

“Yine öyle bir olayla karşılaşırsam çok fena olurum, baş edemem, mahvolurum.” şeklinde kendimizi korkmaya şartlandırmamak gerekiyor.

Allah Teâlâ kimseye çekemeyeceği derdi vermez. Geçmişte yaşadığımız durumlardan; güçlenerek, tecrübe sahibi olarak, daha dayanıklı hâle gelerek de çıkabiliriz. Tam tersi daha kırılgan hâle gelerek çıkıyorsak burada bir hata var.

Burada bize düşen, duygularımızın yanıltıcı olabileceğini unutmamak. Duygularımız bize kendimizi çok zayıf ve dayanıksız gösterebilir. Mantığımızı kullanmalıyız. Başkalarının başına gelenler bizim de başımıza gelebilir. Onlar nasıl sabrediyorsa biz de sabredebiliriz.

Sabır gücümüzü boşa harcamamalıyız. Bunun için de geçmişte olan şeyleri tekrar tekrar konuşup, kafamızda büyüterek gereksiz yere kendimizi yıpratmamalıyız. Belki o yaşanmış olaydan daha çok bizim şikâyet ve endişelerimiz bize zarar veriyor olabilir. “Her işte bir hayır vardır.” deyip bırakmak lâzım.

Artık psikologlar sıkıntıların sebebini teşhis etmekten çok, çaresine odaklanıyorlar. Bunun için de en faydalı şey; kendinize hayırlı bir gaye edinip, o uğurda çaba içinde olup, hem kendinizi meşgul etmek hem de yaşadığınız mânevî tatmin ile huzur bulmak.

“Kalplerin Allâh’ı zikretmekten başka bir şeyle tatmin olmayacağını” da hiçbir zaman unutmamak…