KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -36- BİR MÜ’MİN HÂDİSÂTIN AKIŞINI NASIL DEĞERLENDİRİR?

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

NE İLE SÖNER?

Hazret-i Mevlânâ, şu kıssayı anlatır:

Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamanında Medine’de bir yangın oldu. Öyle bir yangın ki; ateş, taşları bile kuru odun gibi yakıyordu. Şehrin yarısı alevlerle sarıldı, su bile bu ateşten korktu da şaşırıp kaldı. Bazı akıllı kişiler; ateşe, kovalarla su ve sirke döküyorlardı. Ateş ise inadına artıyordu. Sanki o ateşe, (yangınını artırmak üzere) gayb âleminden, ötelerden yardım geliyordu.

Halk koşarak Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a geldiler;

“–Bu yangın su ile sönmüyor.” dediler.

Hazret-i Ömer buyurdu ki:

“–O ateş Allâh’ın âyetlerinden, işaretlerindendir. Sizin hasisliklerinizin (cimriliklerinizin) bir alevidir. Suyu bırakın, yoksullara ekmek dağıtın, hasislikten vazgeçin.”

Halk da tavsiyeler üzerine infakta bulundu ve ateş söndü.

(Mesnevî) (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 440)

Bu kıssada görüyoruz ki, Hazret-i Ömer; bir yangın hâdisesini, mânevî sebepleriyle değerlendirmiştir.

ZÜLCENÂHEYN

Her hâdisenin iki ciheti vardır:

•Maddî, zâhirî, görünen tarafı.

•Mânevî, bâtınî, görünmeyen tarafı.

Zülcenâheyn / iki kanatlı, çok veçheli bakışa sahip olan dînimiz, hâdiseleri her iki cihetiyle de değerlendirmeyi emreder.

Tek taraflı değerlendirmelerin hazin âkıbetine dair mânidar misal şöyledir:

Âd Kavmi; inkâr, zulüm ve kibirleri sebebiyle müthiş bir kasırga ile helâk edilmişti. Sekiz gün süren bu şiddetli rüzgârlar, onların evlerini yerinden sökmüştü.

Âd Kavmi’nin yaşadığı coğrafyada bir müddet sonra Semûd Kavmi yerleşti. Onlar, Âd’ın başına gelenleri, sadece zâhiriyle değerlendirdiler:

“–Âd Kavmi, evlerini kum üzerine yaptıkları için helâk olmuştur. Biz evlerimizi sağlam kayalar üzerine yapıyoruz. Biz o şiddetli rüzgârlardan asla zarar görmeyiz.” dediler.

Semûd Kavmi de inkâr, zulüm ve kibir bataklığına saplandı. İki fâsık kadının tahrikleri ile gaflete dûçâr oldular. Allâh’ın emâneti olan Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesine hıyânette bulundular, nankörlük ettiler. Nihayet onları bir sayha yakaladı. Büyük bir sarsıntı ile helâk edildiler. İkinci bir Âd olmaktan kurtulamadılar.

Demek ki;

Her hâdiseyi hem zâhiriyle, hem de bâtınıyla değerlendirmek îcâb eder.

ZÂHİRİ DE ALLAH EMREDİYOR!

Dînimiz hadd-i zâtında yapılan her işte;

•Yaptığı işi sağlam ve düzgün yapmayı,

•Temizliği, intizâmı,

•Hak ve hukuka riâyeti,

•Tedbir ve ihtiyâtı emreder.

Zâhirî tedbirleri almak her zaman bir mü’minin vazifesidir. Ancak hâdisâtı sadece zâhirî sebep ve neticelerden ibaret görmek; sır ve hikmetleri, ders ve ibretleri gözden kaçırmak gafletine götürür.

Böyle gafilâne bir bakış; kâinâtı gayesiz / abes / bâtıl / boş tesadüflerin birbiri ardına yaşanmasından ibaret gören materyalist / maddeci anlayıştır.

Unutmamalıdır ki;

Bu cihanda Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, kudreti ve izni olmaksızın bir yaprak dahî düşemez.

Kâinat, kevnî âyetlerle bir ibret dershânesidir.

Cenâb-ı Hakk’ın bize okumamız için verdiği iki kitap vardır:

Birincisi kavlî kitap: Kur’ân-ı Kerim… O muhteşem kitapta, bizlere türlü türlü hikmetler, dersler, misaller, kıssalar ve hisseler bildirilmiştir.

İkincisi kevnî kitap: Kâinat kitâbı… İlâhî bir kitap… Zerreden kürreye kadar kâinattaki muhteşem nizâmın okunduğu bir âlem. Bir bakıma Kur’ân’daki ifadelerin, fiilen tatbikatının temâşâ edildiği bir âlem. Ziya Paşa’nın ifadesiyle:

MEKTEB-İ ÂLEM…

Bin ders-i maârif okunur her varakında,
Yâ Rab, ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem!

Ârif Rîvgerî Hazretleri buyurur:

“Allah Teâlâ’nın sanatını temâşâ ve tefekkür ile meşgul olmak, îmânın anahtarlarındandır.

Allah Teâlâ’yı görmek istiyorsan, O’nun sanatını (O’nun bu cihandaki ilâhî azamet ve kudret tecellîlerini) seyret (ve tefekkür et!)”

Kâinat kitâbı, gönül gözüyle okunur. Mü’min; takvâsı nisbetinde, hâdiselerin akışındaki gizli hakikat, ibret ve dersleri okuyabilecektir. Nitekim Hak dostları; kâinat kitâbının sayfalarını birer birer çevirir gibi, bu cihanda nice sır ve hikmetlere âşinâ olurlar.

İşledikleri günahların kasvetiyle, gönül gözü âmâ olanlar ise, bu manzaralardan hiçbir ders çıkaramazlar. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı, elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu.

Ama gerçek şu ki; gözler kör olmaz, lâkin sadırlar içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)

Kâinatta mikrodan makroya muazzam bir ekolojik denge vardır. Zira her şey ekolojik denge içindedir. Bir ağaçtaki sayısız yapraklardan bir tanesi bile o dengenin dışında değildir, yani her yaprak bir ilâhî takdir içindedir.

Nitekim bir ateist bile hava içindeki oksijenin yok olacağı endişesine kapılmaz, şuurunun altında azamet-i ilâhiyeye dâimâ itimat hâlindedir. Lâkin kalbinin gafletle dolu olması sebebiyle bu bâriz hakikatin ilâhî bir lütuf olduğunu tefekkür ve idrakten uzaktır.

Cenâb-ı Hak, mü’minlerin ibret ve hikmet nazarıyla hayatı okumalarını ve akletmelerini ister. Birçok âyet-i kerîmedeki ilâhî tâlimat şöyledir:

اَفَلَا تَعْقِلُونَ

“…Akletmez misiniz?” (el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…)

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ

“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50)

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ

“Ey akıl sahipleri! İbret alın!” (el-Haşr, 2)

اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِ۟

“Elbette bütün bunlarda (vukuatta, kâinattaki azamet akışları ve kudret nakışlarında); gerçek akıl ve idrak sahipleri için dersler, ibretler vardır.” (ez-Zümer, 21)

Bir toplumun başına gelebilecek; deprem, salgın, sel, yangın ve benzeri âfetleri, tabiî hâdiseler olarak görüp, zâhirî sebepler ve tedbirler dışında, hiçbir mânevî âmil aramamak cihetinde gafilâne telkinler, zamanımızda maalesef yayılmaktadır.

İTİRAZLARA CEVAP

Yaşanan musîbetlere ibret nazarıyla bakmayı tenkit edenler şunları iddia ediyor:

•Eğer yaşanan âfet bir ilâhî ceza ise, orada vefât edenlere hakaret etmiş oluyorsunuz!

Hâlbuki; bir hâdise, onu yaşayan her bir fert için farklı mânâlar ifade eder:

Meselâ bir depremde;

•Vefât eden sâlih, müttakî ve tevbekâr kişiler için; bu ölüm, şehâdet ve ecir vesilesi olabilir.

Sâlih mü’minlerin başına dünyada hiç âfet gelmeyeceği gibi bir iddiâ yoktur. Bilâkis;

“Belâların en şiddetlilerinin, peygamberlerin, sonra onların izinden giden velî kulların başına geleceği” (Tirmizî, Zühd, 57) bildirilmiştir. Ancak bu vâkıalar, onlar için terfî-i derecât vesilesi olur.

•Bir âfette vefât eden fâsık, zâlim kişiler için; bu ölüm, bir kahır ve ceza mâhiyetinde olabilir.

•Kurtulan, lâkin kayıp ve zararlar yaşayan kimisi için; imtihan mâhiyetindedir.

•Kimisi için; yaşadığı kayıplar, keffâret hükmündedir.

İşlenen günahların, daha dünyada iken, intibâha vesile olacak şekilde, îkaz mâhiyetindeki bir ceza ile mukabele bulması; o günahkâr mü’minler için, esasında bir rahmettir. Çünkü belki de ceza âhirete intikal etmeyecek ve kul, kendi hâlini düzeltebilecektir.

Nitekim;

•Kimisi; yaşadığı hâdiseyi, bir îkāz olarak kabul eder ve hâlini ıslaha vesile addeder.

•Kimisi, rızâ ve teslîmiyet göstermez ve -Allah muhafaza buyursun- isyâna düşer.

•Aynı hâdise, ondan zarar görmeyen diğer mü’minler için de bir imtihandır. Kardeşlerinin derdiyle ne kadar hemhâl olacaklarının imtihanıdır.

Tabiî ki aynı zamanda bu deprem; oradaki inşaatları yapanların, onları kontrol eden ve ruhsat verenlerin vazifelerini hakkıyla yerine getirip getirmediklerini de ortaya koyar.

Görüldüğü gibi bir hâdisenin mânevî sebeplerinin olması, tek bir pencereden değerlendirilmemelidir.

Zaten mü’minlerin ibret alması;

“Şu âfet, şu şahsın şu günahı sebebiyle olmuştur.” gibi kat‘î bir şekilde ve muayyen şahısların hedef gösterilmesi demek değildir. Cenâb-ı Hak bildirmedikçe, bu hâl zaten gaybî bir husustur.

İbret ve ders almak ise, toplumdaki umûmî ahvâle işaret etmek sûretiyle gerçekleşir. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu:

BUGÜNLERİ ANLATIR GİBİ…

«Ey muhâcirler cemaati! Beş şey vardır ki; onlarla müptelâ olduğunuzda, ben sizin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım.

Onlar şunlardır:

Birincisi: Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde; mutlaka aralarında vebâ salgını ve daha önceki milletlerde vukû bulmamış başka (salgın) hastalıklar yayılır.

İkincisi: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet; mutlaka kıtlık, (bereketin kalkması) geçim sıkıntısı ve dünyayı (zâlimâne) yönetenlerin zulmü ile cezalandırılır.

(Bugün küresel güçlerin; fâiz sebebiyle enflâsyonu arttırması veya başka maddî baskılarla toplumları yıpratması, bunları yapmaya imkân bulabilmeleri, bu kabildendir.)

Üçüncüsü: Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır (kuraklıkla cezalandırılır. Hattâ) hayvanları olmasa onlara hiç yağmur yağdırılmaz.

(Bugün Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- devrinde olduğu gibi, bütün zenginler zekâtlarını verseler, toplumda fakir kalmaz.)

Dördüncüsü: Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlü’nün sünnetini terk eden her milletin başına; mutlaka Allah, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekilerden (çok mühim) bir kısmını alır.

(Bugün İslâm memleketlerinde çıkan petrol gibi yer altı hazinelerinin hep gayr-i müslimlerin elinde olması ibretlidir.)

Beşincisi: İdarecileri Allâh’ın Kitâbı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe; Allah, onların hesâbını kendi aralarında görür, (yani fitne, fesat ve anarşi belâsına mâruz kalırlar.)»” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)

Bu hadîs-i şerifte bir bir sayılan menfî hâller, maalesef bugün müslüman beldelerinde de mevcuttur.

Meselâ yakın zamanlarda yaşadığımız ayrı bir ilâhî ders:

Bazı bölgelerde fazla sıcaktan birçok yangın-lar oldu. Bazı yerlerde de fazla yağıştan seller ya-şandı. Bunlar birbirine yakın yerlerdi. Fakat o yağmurlar, yangın bölgelerine yağmadı. Farklı yerlerde farklı âfetler olarak yaşandı.

Bu, kâinat kitabındaki sayısız îlâhî ikazlardan biridir.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın İslâm düşmanı zâlimleri de zaman zaman dünyada iken cezalandırdığı da şu ve benzeri âyetlerin beyânından anlaşılmaktadır:

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Müslümanlara ve Allah yoluna) kötülük tuzakları kuranlar,

•Allâh’ın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya

•Kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azâbın gelmeyeceğinden veya

•Onlar dönüp dolaşırlarken Allâh’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular?” (en-Nahl, 45)

KORONA’NIN MÂNEVÎ ÂMİLLERİ

İki sene evvel, Aralık 2019’da ilk kez görüldüğü bildirilen ve o zamandan beri bütün dünyayı titreten Korona salgını da ibret nazarıyla okunması gereken bir hâdisedir.

Gözle görülmeyecek kadar küçük bu varlık; «Artık uzaya gidiyorum.», «Ölümü yenmeme az kaldı!» diye kibirlenen insanı ve küresel güçlerin ekonomilerini sarstı.

•Aşırı mübâlâğa edilen teknoloji ve yapay zekânın ne kadar âciz olduğu ortaya çıktı.

•«Mars yolculuğunda» olanlar, korkuyla evlerinden çıkamadılar.

•Evleri başlarına yıkıldığı için sığınacak bir yuva arayan mültecîleri hor ve hakir gören batılılar; kendi memleketlerinde, nefessiz kaldılar. Sığınacak kapı bulamadılar.

•Zâlimler, mâtem ülkesine çevirdikleri mazlum diyarların yaşadıklarını en azından bir miktar yaşamış oldular. Ölüm korkusuyla titrediler.

•Peçeyle, tesettürle alay edenler; maskeye mahkûm oldular. Fısk u fücur mekânlarını, aylarca kendi elleriyle kapalı tuttular.

•Buna karşılık dünyada bu virüs; Suriye kampları veya Afrika gibi yerlerde, diğer coğrafyalara nisbetle çok az görüldü veya görülmedi.

Cenâb-ı Hak; insanoğluna bütün bu dersleri, hepsi, yani trilyonlarcası bir araya getirilse bir bilye kadar mekân kaplamayan bir virüsle verdi. O’nun sonsuz kudreti, dünyaya kocaman bir göktaşını da isabet ettirebilirdi. Lâkin Cenâb-ı Hak, kibirlenen insana küçücük tecellîlerle ceza vermektedir.

AZAMETLİ (!) NEMRUD’A BİR TOPAL SİNEK…

Cenâb-ı Hak; ilâhlık taslayan Nemrud’u, dev aslanlarla, kaplanlarla değil, bir topal sinekle helâk etti.

Kibirli Ebrehe ordusunu, Ebâbil kuşlarının attığı ufacık taşlarla helâk etti.

1912’de Titanic adlı bir gemi yapılmıştı. Haddi aşan küstah gafiller;

“–Bu gemiyi Allah bile batıramaz!” dediler. Gemi; daha ilk seferinde bir buz dağına çarptı, denizin dibine gömüldü.

1986’da «Challenger / meydan okuyan» adlı bir uzay mekiği yapıldı. Daha fırlatıldıktan birkaç saniye sonra infilâk etti.

Tarih, ilâhî kahırla helâk edilen toplumlardan kalan hâtıralar manzûmesinden ibarettir.

Âyet-i kerîmelerde bir bir sayılır:

“Görmedin mi;

•Rabbin ne yaptı Âd Kavmi’ne;

•Direkleri (yüksek binaları) olan,

•Ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine;

•O vadide kayaları yontan Semûd Kavmi’ne;

•Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun’a!

➢Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.

➢Oralarda kötülüğü çoğalttılar.

Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.” (el-Fecr, 6-14)

Arkeoloji ilmi de, geçmiş kavimlerin yer altında kalan harâbelerini gün yüzüne çıkarmaktadır.

İŞTE POMPEİ…

Mîlâttan sonra 80 yılında İtalya / Napoli yakınlarındaki ahlâksız Pompei şehrinin üzerine Vezüv Yanardağı’nın lâvları ve külleri yağdı. Asırlar sonra yapılan kazılarla orada helâk olan insanların cesetleri, birtakım uygulamalarla âdetâ taştan heykeller gibi çıkarıldı. Anlaşıldı ki, kahr-ı ilâhî geldiğinde dahî birçoğu rezil ve iğrenç günahlarla meşguldü, ölümün pençesine o vaziyette yakalanmışlardı. Kimisi ise yalvararak, sürünerek kaçacak bir yer arıyordu.

Ne acı bir manzara!

Şairin dediği gibi:

Hak sillesinin sedâsı yoktur,
Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur!

Her yıl yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği bu mekândan -yasak olmasına rağmen- bazı turistler hâtıra olsun diye taşlar aldılar. Daha sonra birçoğu, menfî tesirinden muzdarip olarak taşları iade ettiler. (The Guardian, 11 Ekim 2020)

Bugün dünyada bütün bu helâk edilen geçmiş kavimlerin torunları var. Yani aynı günahlar, aynı şenaatler, aynı zulümler bugün daha beter bir şekilde işleniyor.

•Kibir, gurur ve ibâdullâhı istihkar var.

•Zinâ, iffetsizlik ve eşcinsel sapkınlıklar var.

•Ticârî ahlâksızlıklar, yalan dolan ve hileler var.

•Merhametsizlik, gaddarlık, zulüm ve işkence var.

•Fâiz, rüşvet ve hırsızlık var.

Bu sebeple zaman zaman ilâhî kahır tecellîleri görülüyor. Zira Rabbimiz buyurdu:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti / düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (er-Rûm, 41)

Bu ilâhî tecellîler; mü’minlere îkaz, mücrimlere ise cezadır.

Bu mâsiyet ve bozukluklar; maalesef global dünyada, müslüman beldelerine de sızdı. Televizyon ve internetin menfî programlarının ulaştığı her yere, bu çirkinlikler de ulaştı.

Bu sebeple; kahırdan kurtulabilmek için;

•Allâh’a yönelmek lâzımdır.

•Tevbe ve istiğfar zarûrîdir.

•Her türlü maddî ve mânevî imkândan sadaka ve infâk ederek, belâları def etmeye çalışmak elzemdir.

Zira buyurulur:

“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah, onlarda bulunan hâli değiştirmez…” (er-Ra‘d, 11)

Bilhassa;

•Evlâtlarımızı, düşmanlarına benzeme illetinden muhafaza etmemiz şarttır.

İşte yılbaşı adı altında ülkemizde de nice gafil insanlar, maalesef batı dünyasından seyrettikleri hayata bürünecek. Şahsiyetini kaybedecek.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031)

Bu fecî âkıbetten kurtulmanın yegâne yolu, evlâtlarımıza İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakma gayreti içinde olmamızdır.

Zira Peygamberlerin dünyevî bir mîrâsı yoktu. Onların mîrâsı, âhiret mîrâsıdır.

Evlâtlarımız kendi şanlı tarihlerini, muhteşem medeniyetlerini ve kültürlerini en güzel şekilde öğrenmeli, sevmeli, yaşamalı ve yaşatmalıdır.

Bunun için de İslâmî eğitime köklü bir şekilde gönül ve destek vermemiz îcâb eder.

Cenâb-ı Hak; hâllerini ıslah eden, azap ve kahır tecellîlerinden âzâd olup, rahmet tecellîlerine nâil olan bahtiyarlardan eylesin.

Âmîn!..