KÂİNÂTIN ÖZÜ AŞKTIR

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Mevlâna Hazretleri;

“Hayatın özü ilâhî aşktan geçer.” buyurur. Kâinâtın yaratılış sebebini ilâhî aşka bağlar. Hazret-i Mevlânâ, bir gönül eğitimcisidir. Bütün gönül eğitimcilerinin asıl gayesi; insanların güzel ahlâk sahibi, kâmil mü’minler olmalarını sağlamaktır. Toplum olarak da, sosyal sahada iyiliğin ve güzelliğin, merhamet ve şefkatin, sevgi ve dostluğun hâkim olmasını temin etmek; kötülüğü, nefreti, kini, zulmü, ahlâksızlığı, azgınlığı, şiddeti, terörü engellemektir. Günümüzde çeşitli olumsuzlukların yaşandığı bir çağda, Hazret-i Mevlânâ gibi fikir adamlarının düşünce ve görüşlerine şiddetle ihtiyaç vardır. Mevlânâ Hazretleri’ni hatırlamamıza vesile olan Aralık ayında bizler; dünya denen hayat çarşısına, «aşk ve muhabbet» sepetiyle çıkarak, gönül heybemize güzellikleri koyabilmek gayesiyle bu yazıyı kaleme aldık.

Mevlânâ Hazretleri; «sevgi-muhabbet ve aşk» konusunda, temel merkez olarak «el-Vedûd» isminin tecellîsinden hareket ederek; Kâinâtın Mutlak Sahibi’ni sevmek, O’na güzel bir kulluk ile gidebilmek ve O’nun âlemlere rahmet olarak yarattığı; «Habîbim» dediği Sevgili Nebî’sini sevmenin, sevginin ana kaynağı olduğunu, Mesnevî’sinde vurgular. Ona göre, varlık âleminin özü budur. Ve o aşk eri der ki;

“Aşk olmasaydı varlık olmazdı.”,

“Mukaddes aşk, Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’da zâhir oldu.”

“Aşkta O, en son ve tekti. Bu yüzden peygamberler arasından seçilmişti. Ben temiz aşkı maksûd edinmeseydim, bil ki gökleri halk etmezdim. Aşkın yüceliğinin sana zâhir olması için gökleri yücelttim.” (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerif, aslı ve sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, c. V, İst, 1967-1972, s. 111/2746-49)

İşte insan; kâinâtın özündeki bu iki sevgi ana kaynağına hakkıyla bağlanır ve sürekli bu kaynaktan beslendiği takdirde, etrafına daima müsbet ve mükemmel davranışlar sergiler. Bu bağlamda sevgi; hayatın dağdağalarını göğüsleme enerji deposu olduğu gibi, davranışlara da muhabbet ve şefkat odaklı bir şekil getirir. Âdeta bu hâl; temel merkez sevginin, insan çevresine olumlu dağıtımıdır. Sevgi dağıtımının verdiği bu pozitif râyihalarla, insanlar birbirlerine müsbet davranışlar icrâ ederler. Neticede kötülük, çirkinlik, acımasızlık, şiddet, zulüm, terör, kaos gibi menfî davranışlar yerini; iyilik, güzellik, hoşgörü, muhabbet, şefkat, merhamet ve diğergâmlık hasletlerine bırakır. Sevgi vericiliğiyle toplum, olumlu bir şekilde sosyal hayatta, sevgi toplumuna doğru yol alır. Böylesi güzel bir yolda yürümek ve ilerlemek ne güzeldir!

O zaman menfîliklerin, olumsuzlukların düzelmesi için; önce, yüce ve Azîz olan Allah Teâlâ’yı sevmekle sevgi toplumunu inşâya başlamalı. Bu sevgi ilâhî ve kudsî bir sevgidir. Yanı sıra Rasûl sevgisi gelir. Ancak sevginin bir de beşerî boyutu vardır. Hak sevgisi geneldir, beşerî sevgi özeldir. Beşerî sevgi; meşrû çerçevede haktır, fakat bu sevgi geçicidir. Hak sevgisi ise; daimîdir, hakikî aşka onunla varılır. Hakikî aşk, «vuslat»a erişinceye kadar devam eder. Beşerî aşkın süresi azdır. Kimi zaman hakikî aşk ile beşerî aşk birbirini tamamlar. Meşhur Leylâ ile Mecnun hikâyesi bunu anlatır. Kays’ın Leylâ’ya olan aşkı, onu hayatın özü olan hakikî aşka götürmüştür. Bu tabiî her zaman böyle olmayabilir. İçli şairimiz Yûnus, şeyhi Tapduk Emre’ye âşık olmuştur. Bazen kâmil insanlarda bu tecellî ile aşk vücut bulur.

Mevlânâ’ya aşkı sorduklarında;

“Ben ol da bil.” diyor. Aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır. Şems; onu aşk okulunda eğitti, aşk-ı hakikîyi tattırdı ve bu tattan «Dîvân-ıKebîr» çıktı. Mevlânâ Hazretleri «Mesnevî»yi daha sonra yazmıştır.

Büyük aşk üstâdı; beşerî sevgilerin geçici olduğunu, bu sebeple bâkî olacak sevgiye vurgu yaparak, meşhur eseri Mesnevî’sinde câriye-padişah kıssasını anlatır. Bu bağlamda şu beyitler mânidardır;

“Fânîye olan aşk ebedî değildir. Zira insan bu düzenin hükmüne (ebedîliğe) müsait değildir. Her an gönle feyizler veren (goncadan daha taze olan) gözün, rûhun safâsı olan ilâhî aşk-ı bâkîdir. Dâima diri ve bâkî olana âşık ol. Sırrını o nûra kavuştur. O’nun aşkını iste. Zira bütün peygamberler, velîler bu aşkı, iksirin ta kendisi bildiler. «Bu aşka bende kabiliyet yok.» deme. Kerem sahibinin ihsan etmediği bir nesne yoktur.” (a.g.e, c. I, s. 10/214, 226-30)

Ancak bazı istisnâî durumlarda beşer sevgisi, insanı aşk-ı bâkîye götürebilir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere; Leylâ’nın sevgisinden saf, fedâkâr, vefâlı ve samimî bir sadâkatle yola çıkan Mecnun, neticede Mevlâ’nın sevgisine ulaştı. Tabiî her sevgide bu temizlik ve duruluk bulunmaz. Genelde beşerî sevgiler, merkez itibarıyla madde merkezli olduğundan, kişiyi dünyaya meylettirir. Bu ise, insanı dünya tutkunu edebilir. Aslında dünya sevgisi, sevgiden çok hırstır. Böylesi insanlar, sevginin üst boyutu aşka kanat açamazlar yani sevginin mânâ boyutundan nasiplenemezler. Varlığın özüne sevdalanan âşıklar, dünyada dahî coşkun bir heyecanla hayatlarını devam ettirirler. Onlara göre sevinç de üzüntü de birdir, zenginlik de yoksulluk da birdir. Karşılaştıkları sıkıntılar; onları hayata küstürmez, insanlardan yediği darbeler onlara kin güttürmez. Hakikate âşık olanlar, dünyada hep mutlu ve huzurludurlar. Âhirette ise onlara zaten bedbahtlık yoktur. Ne mutlu aşk-ı hakikîye ulaşıp, aşkı yürekten yaşayanlara!

Mevlânâ Hazretleri’nin bütün eserleri aşka dairdir. Dünyada bir imtihan hâlinde olan insanın başına gelen her iş, onun için görünmez-görünen perdelerin açılmasını sağlar. Dünyadaki her tutku, sahip olunan her şey; kişinin hakikî anlamda Hakk’ı bulması için bir perdedir. Hakk’ı ve hakikati bulmada en önemli perde yani engel, nefs engelidir. Bu perdelerin kalkması ancak ciddî ve ihlâslı bir kullukla mümkündür. Bunu temin; kişiyi, mürşid-i kâmil, zikir, fikir ile Hak kapısına vardırır. Hazret-i Mevlânâ; mü’mini samimî bir kul yapmada, hakikî anlamda Hak sevgisine ulaşmada, hep «aşk»tan bahseder.

Şurası bir gerçek ki, tanımadan bir şey sevilmez. Sevgi, «bilmek»tir denir. Bu doğrudur. Sevgisiz bir şey yapılmaz. Ancak sevgiyle yapılan işlerden, başarılı sonuçlar ortaya konur. Bilhassa; kuru kuruya değil, tutkuyla icrâ edilenlerden ne muhteşem neticeler çıkar! Mevlânâ Hazretleri; «Fîhi Mâ Fîh» isimli eserinde;

“Sevgi acıları tatlandırır. Sevgi bakırı altın yapar. Bulanık sular onunla berraklaşır, bütün dertler onunla şifâya kavuşur. Sevgi ölüleri diriltir, sultanları kul eder. Sevgi bilmektir, ama tam bilmektir. Eksik bilmek nasıl doğursun aşkı?.. Çünkü eksik bilgi, şimşeği güneş sanır. Şimşek ki, vefâsızdır, hemencecik söner gider. Sevgi ise bir güneştir. Bâkî olan aydınlıkla aydınlanmaktır.” der.

Kimi seçkin insanlar;

Bana Sen’i gerek Sen’i…

diyerek gayret ve hedeflerini basitçe ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla; «Kişi neyi severse odur.» Bu söz bizi;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfine ulaştırır.

Büyük aşk eri, Mesnevî’sinde der ki:

“Ey oğul, bağını kes kurtul; gümüşe, altına esâretin ne vakte kadar! Testiyi denize daldırsan bir günlük rızıktan fazlası kısmet olmaz. Harîsin göz testisi dolar mı? Kanaatsiz, sedefte inci olmaz. Aşktan her kimin elbisesi parça parça olmadıysa, o; kötülüklerden, hırstan, kibirden temizlenmemiştir.

Ey bizim tatlı aşkımız, ey bizim hastalığımızın tabîbi şâd ol! Ey aşk; bizim kibir ve azametimizin, şerefimizin devâsı, Eflâtun’umuz ve Câlînûs’umuz sensin. Topraktan olan beden, aşk ile yüceldi. Bu tesirle dağ bile coşup oynadı. Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa, o; uçamayan kanatsız kuş gibidir… Gönül kirden, süsten temizlenirse; Hak güneşinin nûru orada parıldar.” (a.g.e., c. I, s. 3/19-35)

Muhterem Üstad; insanların altına, gümüşe yani dünyaya olan merak ve ilgisine dikkat çekerek;

“Onların meftûnu olma, herkes zaten nasibi kadarını alır. Aşk yolunda ilerlemek öyle kolay değildir. Bu yolda mihnetler, ezâ ve cefâlar vardır. O sıkıntılara ancak aşkla katlanılır, sabırla tahammül edilir. Hattâ; «Muhabbetin şartı mihnete, derde, belâya katlanmaktır. Dost altın, belâ da ateş gibidir. Ayarı hâlis olan altın, ateşe râzıdır»” der. (a.g.e, c. II, s. 53/1473-74)

Derdini tatlı olarak görürsen, o dert sana güzel gelir. Âşıksan başına bir dert geldiğinde, alıp kabul etmek vardır; zira o dert sana Rabbinden gelmektedir. Derdi bal gibi görenler vardı asr-ı saâdette, ashâb-ı kiram böyleydi. Onlar başlarına bir dert gelmeyince üzülür; «Rabbimiz bizi unuttu.» diye düşünürlerdi. Bilinsin ki, dertler özellere verilir. Dertler -burada bahsedildiği üzere hastalıklar-; seven tarafından, sevilene verilen hediyelerdir. Hediyeler gönül rızâsıyla kabul edilir. Bir doktorun (Câlînûs, Bergama’da yaşamış meşhur bir hekimdir) hastası üzerindeki tasarrufu neyse, aşk da öyledir. İnsanın kibirden, hırs ve kötülükten temizlenmesinin devâsı âşık olmaktır. Aşk insanı ayıplardan temizler. Âşık mâşûkunun isteklerine; aşkıyla, severek, isteyerek teslim olur. Bu hâl de onu bâkî âlemlerin yolcusu kılar.

Aşk eri Mevlânâ Hazretleri; kâinattaki mevcutların, canlı-cansız hepsinde aşk tecellîleri olduğunu vurgular:

“…Göklerin dönüşünü aşktan bil. Aşksız cihanın gönlü donar kalırdı. O olmasaydı, cansız bir şey nasıl bir bitkide mahvolur; bitkiler de nasıl olur da, canlılar için fedâ olurlardı?” (a.g.e., c. V, s. 156/3862-64)

Mevlânâ Hazretleri baktığı ve gördüğü her şeyde aşk tecellîlerini müşâhede eder. Her düşüncenin, her inanışın, her bakışın, her var oluşun Âlemlerin Rabbine olan aşktan olduğunu; beyitlerinde devamlı anlatır, âdeta her kapıyı Hakk’a çıkarır. Aslında dînin temelinin, aşk ve sevgi olduğunu ifade eder:

“Ten kazancı için bir sanat öğrendin. Din sanatı için de gayret gerek. Dünyada servet kazandın. Ya bu fânî âlemi terk edince ne yapacaksın? Âhireti kazanmak için de bir sanat öğren ki, ihsan ve mağfiret elde edesin…” buyurur. (a.g.e., c. II, s. 94/2618-27)

Korkakların aşka erişemeyeceklerini belirten Üstad;

“Zâhidlerin ayağı korku ile seğirtir. Âşıklarsa kanatlarıyla şimşek süratiyle giderler. Aşk derdi, gökyüzünü yeryüzü ederken; korku ehli, aşkın tozuna bile nereden erişecek?” (a.g.e., c. V, s. 88/2200-2201) diyerek bu hususta pek dile getirilmeyen gerçeği ortaya koyar. Zaten gerçek Hak aşkı; kişiyi metin kılar, emin kılar ve dahî cesur kılar tıpkı Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- gibi. Ne dedi O Güzel Nebî -aleyhisselâm- amcasına;

“Vallâhî ey amca! Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler, ben bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem!..” (İbn-i Kesîr, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. I s. 474) Yani; «En olmayacak şeyleri dahî önüme getirseniz, ben bu dîni tebliğ mücadelesinden dönmem!..» buyurdu. Bu ne büyük cesaret! İşte bunlar hep aşkın bir îmânın tezâhürleridir. Aşk boyutunda kâmil bir îman ki; böyle bir îman, kişiye mânen tahmin ötesi dereceler kazandırır. Demek ki;

“Sevgi, acıyı, tatlılaştırır. Sevgi, bakırı altın eder. Bulanıklar sevgi ile duruldu. Dert, sevginin feyziyle şifâ bulur.” (a.g.e., c. II, s. 56/1545-46)

Dünyadaki bunca sıkıntı ve problemin sebebi, sevgisizlik ve aşksızlık sonucudur. Sevgisizlik ve dahî aşksızlık, insanları; merhametsiz, gaddar ve zâlim yapabiliyor. Hattâ; insanı ölüm kusan canavarlar hâline bile getirebiliyor, bugün olduğu gibi… Gerçek şu ki; hayatın yaşanılır hâle gelmesi, ancak sevgiyle mümkündür. Bunun için karınca kararınca hepimiz çok duâlar edelim. Günümüzde ümmet-i Muhammed’in dirilişi ve sevgi toplumu olması için içli yakarışlarda olan nice bağrı yanık âşıklar var. Aşk adamı Hazret-i Mevlânâ’nın bu vasfı, onun fikir ve düşüncelerinin bizi bu kadar etkilemesi, ilmini; «Ölmeyen dâim diri» olan aşkından aldığından dolayıdır.

“Eğer ben; aşkı şerh etmeye devam edecek olursam, bu mevzu, yüz kıyâmet geçse de yine tamamlanamaz!..” (a.g.e., c. V, s. 88/2197-99) diyerek, bir duâyla yazımızı hitâma erdirelim efendim.

Ey bizi dünyaya insan olarak getiren, halîfelikle şereflendiren yüce Rabbimiz! Daldığımız uykudan bizleri uyandır! Vuslata ermek için çıktığımız yolda, bizi hakikate ve nûra yürüt! Hakikat yolundaki yolcuğumuzda, yüklerimizi hafiflet! Aşkından damla damla yudumlat ki; onunla, rûhumuza kuvvet, yüreğimize derman gelsin! Son nefeste perdeler yırtılıp, yakîn bize ayân olsun! Son lisânımızda, şaşırtma bizi doğruyu söylet! Rahmet ve kereminle bize muamele eyle! Âmîn…