KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -35- BİR MÜ’MİNİN MAL ve SERVET KARŞISINDAKİ MES’ÛLİYETİ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

ÂHİRETE NE KALDI?

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- ticaretle meşgul olan, varlıklı sahâbîlerdendi.

Oruçlu olduğu bir gün, kendisi için zengin bir iftar sofrası hazırlanmıştı.

Yemeklere baktı, baktı ve şöyle dedi:

“Mus‘âb bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Uhud Savaşı’nda şehîd edildi. O, benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu.

Sonra dünyalık olarak bize her şey verildi. Doğrusu iyiliklerimizin karşılığının dünyada verilmiş olmasından, (âhirete bir şey kalmamasından) korkuyorum.”

Daha sonra Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ve birçok sahâbî dünya nimetlerinden istifâde husûsunda isrâfa düşmekten ve şu âyetin şümûlüne girmekten korkarlardı:

“İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir):

«–Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!»” (el-Ahkāf, 20) (Kurtubî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 46/20)

Mekke devrinde zâlim müşrikler tarafından müslümanlara o kadar çok zulmedildi ki, bazı müslümanlar şu vesveseye kapıldılar:

–Allâh’ın indirdiğini inkâr edenler; sere serpe yaşıyor, refah içinde belde belde dolaşıyorlar. Bizler ise; Allâh’a kul olduğumuz hâlde, her türlü eziyet ve cefâya mâruz kalıyoruz. Allâh’ın düşmanları, dünya bolluğu içinde yüzerlerken; biz, neredeyse açlık ve sıkıntıdan öleceğiz. (Hâlbuki, onlar haksız, biz ise hak üzere değil miyiz?)

Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın!

Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)

Âhiretin sonsuzluğu karşısında, dünyanın zerre bile olmadığının ne güzel bir ifadesi…

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sık sık tekrarlardı:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâh’ım! Esas hayat, yalnız âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Dünya hayatında bu hakikati idrak;

Varlıkta şımarmamaya, yoklukta da kanaat ehli olmaya bağlıdır.

Rasûlullah Efendimiz’in vefâtından sonraki bir zamandı. Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’a ait 700 deveden oluşan büyük bir kervan Medine’ye gelmişti. İçinde her türlü ihtiyaç maddesi vardı. Bütün şehir âdetâ kervanın sesiyle inliyordu.

Hazret-i Âişe bu sesi işitti ve;

“–Bu nedir?” diye sordu.

Anlattılar. Bunun üzerine Âişe -radıyallâhu anhâ- dedi ki:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle derken işittim:

“Abdurrahman bin Avf’ın cennete emekleyerek girdiğini gördüm.”

Bu söz Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’a ulaşınca Hazret-i Âişe’ye koşarak, duyduğu bu sözün doğru olup olmadığını sordu. Doğru olduğunu öğrenince de;

“Seni Allâh’a şâhit tutarım ki; o kervanı bütün yükleriyle, develerin semerlerine varıncaya kadar Allah yolunda bağışladım.” dedi. (Ahmed, XLI, 337; Heysemî, Keşfü’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr, III, 209)

Abdurrahman Hazretleri bu infâkıyla, mahşer gününün sıkıntılarını hafifletebilmeyi arzu etti.

Muhammed Pârisâ Hazretleri, bu mevzuda Peygamberimiz’den aktarılan şu rivâyete yer vermektedir:

“O gece (Mîrâc Gecesi’nde) Abdurrahman bin Avf’ı gördüm. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:

«–Niçin bu kadar ağır geliyorsun?»

Dedi ki:

«–Yâ Rasûlâllah! Malımın hesâbı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha sizi göremeyeceğimi zannettim…»” (Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)

Bu ifadelerden, mü’minin çalışıp kazanmasının yanlış olduğu neticesi çıkarılmamalıdır. Bilâkis, gücü yeten bir mü’minin; kendisinin ve iâşesiyle mükellef olduğu kişilerin nafakasını kazanmak için çalışması ve başkalarına yük olmaması gereklidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyerek, mescidde gelen gidenin sadakasıyla geçinmeyi alışkanlık hâline getirenleri;

“–Siz teekkül ehlisiniz! (Hazır yiyicilersiniz!)” diyerek dağıtmıştır. (Bkz. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül, s. 45, thk. Câsim Süleyman el-Füheyd ed-Devserî, Beyrut 1407/1987)

Demek ki;

Mü’min;

•Çalışacak, kazanacak, imkânı varsa fabrika kuracak vesair kazanç vesilelerine müracaat edecek, lâkin

•Riyâzat hâlinde, mütevâzı yaşayacak ve

•İhtiyacından fazlasını infâk edecek.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلِ الْعَفْوَ

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

De ki: «İhtiyaç fazlasını!»” (el-Bakara, 219)

MADDİYAT İLE İMTİHAN

Bu cihâna gelen her insan; hayatın bütün safhalarında olduğu gibi, maddiyat, mal ve mülk hususlarında da imtihandan geçer.

Cenâb-ı Hak; hikmeti ve imtihanı îcâbı, kiminin rızkını dar, kiminin rızkını geniş eyler.

Gafil insan, rızkı geniş olduğunda sevinir, dar olduğunda üzülür. Hâlbuki rızkın genişliğiyle imtihan da, en az rızkın darlığıyla imtihan kadar zordur. Belki ondan da zordur.

Nâil olduğumuz her nimetin hesâbı ve suâli vardır. Bilhassa;

İHTİYACIMIZDAN FAZLASI…

Rızkımıza kefil olan Rabbimiz; bize ihtiyacımızdan fazla nimet, mal ve servet vermişse, kat‘î sûrette bilmeliyiz ki, bundan murâdı Allah yolunda infâk etmemizdir.

Unutmamalı ki mahşer günü Allah, dünyada bize verdiği her şeyin hesâbını soracaktır.

Son asırlarda insanlığın üzerine, çeşitli ideolojiler ve dünya görüşleri tahakküm kurmuştur. Bunlar içerisinde en yaygın ikisi, iktisâdî bakımdan birbirinden ayrılan şu iki görüştür:

Kapitalizm (Liberalizm) ve

Komünizm (Sosyalizm)

Kapitalizm; “Mülk fertlerindir.” dedi.

Komünizm; “Mülk toplumundur.” dedi.

İkisi de beşeriyete bir saâdet getiremedi.

Kapitalizmi müdafaa edenler; fertlerin, zenginleştikçe ortaya çıkan bolluktan herkesi istifâde ettireceklerini zannettiler. Zenginlerin daha fazla zenginleşmesinin önünü açtıkça açtılar. Ancak insanın hırsı ve açgözlülüğü asla doymadı. Bir avuç insan, geriye kalan milyarlarca insanın hakkını gasp etti. Zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu.

Komünizm ise; eşitlik iddiasıyla çıktığı yolda, fıtrî farklılıkları çiğneyerek zulmetti. Oluşturduğu partililer sınıfı, kapitalizmdeki zenginlerin yerini aldı. Yine halk ezildi ve sömürüldü. Binlerce mağdurun cesedi ve kellesi üzerine kurdukları devlet yıkıldı gitti.

İslâm ise; “Servet ne fertlerin, ne de toplumundur. Mülk Allâh’ındır.” dedi.

“Servet, bir mü’minin elinde emânettir. Muhtaçlar, ihtiyaçtan fazlasına mâlik olan kardeşlerine zimmetlidir.” anlayışını getirdi.

Bunu komünizm gibi zorla değil, uhrevî bir ibâdet vecdiyle gerçekleştirdi. Bu sayede, Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanı gibi devirlerde, bazı şehirlerde zekât verilecek fakir bulunamadı. Osmanlı’da muazzam bir vakıf medeniyeti tesis edildi.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’teki, tebaasının kendisine zimmetli olduğu şuuru ne kadar derin ve duyguludur:

Hanımı Fâtıma şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Ömer bin Abdülazîz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum.

Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve aile efrâdı kalabalık fakir aile reisleri beni üzüntüye gark ediyor.

Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum.

Yarın hesap gününde, Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

“Mülk Allâh’ındır. Kul emânetçidir.” hakikatinin mühim bir neticesi vardır:

Emânetçi, gerçek mülk sahibinin koyduğu şartlara uymak mecburiyetindedir.

Dolayısıyla;

Bir mü’min, elindeki ihtiyaç fazlası mal husûsunda;

•Asla cimrilik edemez!

•Asla isrâf edemez!

CİMRİLİK YASAK

Pintilik ve hasislik, Cenâb-ı Hakk’ın en sevmediği çirkin huylardır.

Cömertlik; sende olanı onda olmayana vermen, onun ihtiyacını telâfi etmendir.

Cömertlik; hidâyet ve Hakk’a dost olma yolunun birinci ve zarûrî şartıdır. Cimrilik ise, bu mânevî nimetlerden mahrumiyet sebebidir.

Hazret-i Mevlânâ; bu hakikati şöyle anlatır:

“(Ey Rabbim!) Göklere mîrâc için kullarının önüne koyduğun gizli merdivenden cimriler, hasis ve gafil kişiler faydalanamaz.

Ancak emin kişilere, sâlih ve cömert kişilere mîrac merdivenini gösterirsin ki, ruhlar kervanı oradan çıkarak Sen’in göklerine doğru yükselsinler / vuslata nâil olsunlar.” (Dîvân-ı Kebîr)

Ham nefsin mayasında hodgâmlık / bencillik / egoistlik vardır. Malı elinden çıkarmaya kıyamaz. Ahmakça bir eli sıkılıkla, servetini fânî dünyada sürekli saklayabileceğini zanneder. Hâlbuki insan da, dünya da fânîdir. Cimri ölüp gidecek; infâk etmeye kıyamadığı mallar, mîrasçılarına, hesâbı ise kendisine kalacaktır.

İnfâk etse, kendisi için ebediyet sermâyesi olabilecek o servet, cimriliği yüzünden zorlu bir mahşer engeli olacaktır.

İnsan fıtratının ifrat ve tefritlere dûçâr olarak birbirinin tam aksi istikametlere savrulduğu mâlûmdur. Bu sebeple dînimiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in temsil ettiği îtidal noktasını ölçü olarak koymuş ve cimrilikle beraber, isrâfı da yasaklamıştır:

İSRAF DA YASAK

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp isrâfa da kaçma!..” (el-İsrâ, 29)

“Onlar verdikleri zaman isrâf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar.” (el-Furkān, 67)

İsraf, haddi aşmak demektir.

“İsraf kişiden kişiye değişir.” denilerek, istismâr edilmemesi için, bir mü’min kendisine şu tarifi düstur edinmelidir:

Nefse, ihtiyacından fazlasını tahsis etmek israftır.

Bir mü’min, maîşetini mâruf ve makul ölçüler içerisinde tutmalıdır. Dünya nimetlerinden istifâde ederken kifâyet ve riyâzatı esas almalıdır.

Çünkü bu terazide; ihtiyaçlar kefesindeki her artış, insanın âhiret sermâyesi olan infak kefesinden azalmayla neticelenecektir.

Hazret-i Ali buyurur:

“Fakir, ancak zenginin isrâfı nisbetinde aç kalır!”

Çünkü müttakî bir mü’min için aslolan, ihtiyaçtan fazlasını infâk etmektir. Hattâ mü’min, vermenin hazzıyla huzur bulacak. Asla israf çılgınlığına dûçâr olmayacak.

İSRAF ÇILGINLIĞI

Cömertliğin düşmanı israftır. Cenâb-ı Hak;

“…İsrâf edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan da Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27) buyurmaktadır.

Devrimizde de bencil câhiliyye insanı;

•Ahmaklaştıran modalar,

•Aldatıcı reklâmlar ve

•Lüks harcamalar ile, dâimâ isrâfa sevk edilmektedir.

İsraf, ekseriyâ şahsiyetteki gedikleri kapatmak için kullanılan bir aşağılık kompleksidir, yani aşağılık duygusunu bastırma davranışıdır.

Esâsen;

Bir insan, sahip olduğu lüks eşya ile şahsiyet ve şeref kazanamaz. Şahsiyetli bir insan da, servete yahut herhangi bir lüks eşyaya sahip olmamakla, hiçbir şey kaybetmez.

Unutmamalıdır ki;

Cömertlik, ancak isrâfa düşülmezse değerlidir. «Nasılsa bolca cömertlik yapıyorum.» diye kendi yaşayışında isrâfa düşen kimseler, şeytana aldanmış demektir. İdrâk eden için şu îkāz-ı ilâhî, ne kadar dehşetlidir:

“Allah isrâf edenleri sevmez!” (Bkz. el-En‘âm, 141; el-A‘râf, 31)

Şunlar cömertliği kökten zedeler:

-İsraf savurganlığı,

-Cimrilik hastalığı,

-Cömertliğe karışan enâniyet ve riyâ mikrobu.

Bu hususta ölçüyü; bulunduğumuz toplumun gafletinden değil, ashâb-ı kirâmın fazîletli yaşayışından almalıdır. Çünkü Peygamber terbiyesini yansıtan en güzel ve gerçek ölçü, onlardadır.

Bu dünya hayatında, gayemiz âhireti kazanmaktır. Rabbimiz, kendi katından lutfettiği fânî bir sermâyeye karşılık, ebedî bir mükâfâtı ihsan buyuruyor. Ancak bunun için fedâkârlık şart.

BİRRE ULAŞMAK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu âyet-i kerîmeyi ashâbın nasıl bir vecd ile yaşadığına dair bir hâtırayı Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha idi. Onun sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki (600 ağaçlık) hurma bahçesiydi. Rasûlullah zaman zaman bu bahçeye girer ve oradan tatlı su içerdi.

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Talha -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah!.. Benim en sevdiğim malım, Beyruhâ isimli bahçedir. Onu Allah rızâsı için tasadduk ediyorum. Allah’tan onun sevâbını ve âhiret azığı olmasını dilerim…”

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Seni tebrik ederim! Kârlı mal dediğin, işte budur!..” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Zekât, 44; Müslim, Zekât, 42, 43)

İnfak vazifesini yerine getirirken de dikkat edilmesi gereken hususlar vardır:

MAHFÎ TUTMAK

Nâs Sûresi’nde; «el-Vesvâsü’l-Hannâs» yani «sinsi vesveseci» olarak tarif edilen şeytan, mü’min kulların sâlih ameller işlememesi için uğraşır. Kul bir sâlih amel işlediğinde ise, şeytan yine onun peşini bırakmaz ve onu iptal ettirmek ister.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler!

Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde;

•Sırf insanlara gösteriş olsun diye mallarını harcayanlar gibi,

•Başa kakmak ve

•Eziyet etmek sûretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.” (el-Bakara, 264)

Demek ki;

Sadakalar, veren ile Allah arasında bir sır olarak kalmalıdır.

Riyâ ve süm‘a yani fânî kullara gösteriş için, onların fânî alkışlarını işitmek için hareket etmek, amelleri iptal eder.

Bu meyanda;

“Ben şu kadar cami yaptırdım, şu kadar talebe okutuyorum.” gibi sözler söylemek, ibâdete bir fânîyi ortak etmek sûretiyle ibâdetin sevâbını zâyî etmektir.

Yine yaptırılan cami, mektep gibi hayır müesseselerine henüz hayatta iken, yaptıranların kendi isimlerini vermeleri de bu tehlikeye açık bir hareket olacaktır.

Vefât etmiş hayırseverlerin isimlerini vermekte ise beis yoktur, rahmetle anılmalarına ve örnek alınmalarına vesile olur.

Tevhîdin ortaklığa tahammülü yoktur. İbâdetler hâlisân li-vechillâh / sadece Allah için edâ edilmelidir. Bunu sağlamak için de bilhassa infak ibâdetinde gizlilik çok mühimdir. Hadîs-i şerifte; “Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek” şekilde infâk edenlerin, tabiri câizse farz namazların açıktan kılınması gibi zarûreten açıktan verme durumu olsa bile bunu îlâna dönüştürmeyenlerin, başka bir gölgenin olmadığı günde, Arş’ın gölgesinde gölgelendirilecekleri bildirilmiştir. (Bkz. Buhârî, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ!

Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 271)

ARAYIP BULMAK

Cömertlik; varlıklı kişinin, sadece kendisine müracaat eden muhtaçlara infakta bulunmasından ibaret değildir. Hattâ bu seviye, cömertliğin ancak birinci basamağıdır.

Asıl cömertlik ve infak; muhtacı, gizlense bile bulabilmektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler…” (el-Bakara, 273)

Hazret-i Ömer; hilâfeti boyunca geceleri sırtında un çuvalıyla, Medine’de mahalle mahalle mâtemlerin civarında dolaşır, gizlice infakta bulunurdu.

Ehl-i beytin büyüklerinden Zeynelâbidin Hazretleri vefât ettiğinde sırtında yara izleri gördüler. Medine fukarâsı ancak o zaman anladı ki, geceleri kapılarına erzak bırakan o mübârek zât imiş.

Ancak bazı istisnâî durumlarda ibâdetlerde «aleniyet» yani açıktan, gizleyemeden edâ etmek de mevzu bahis olabilir: Meselâ riyâ olmasın diye, cemaatle namaz terk edilemez. Orada bilâkis, ümmet-i Muhammed’e bir örnek oluş ve müslümanların cemaatini tesis gayesi vardır.

Bu mânâda; “Falanca zekât vermiyor mu?” gibi bir şüphe ve dedikoduyu gidermek, güzel örnek olarak bir çığır, bir başlangıç meydana getirmek gibi güzel niyetlerle alenî infakta da bulunulabilir. Ancak kalbe ve niyete çok dikkat etmek gerekir.

Böyle hâlleri ihâta için âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

Gizliliğe riâyetin bir sırrı da, muhatabı rencide etmemektir.

Hazret-i Fatih, şehid yakınlarına tesis ettiği vakfiyesinde yardımların «havanın loş karanlığında» dağıtılmasını şart koşmuştur.

Bizim medeniyetimizde bunun şâhikası, sadaka taşlarıdır. Taşın üzerindeki oyuğa imkân sahipleri sadaka bırakırlar, ihtiyacı olanlar da oradan ihtiyaçları kadarını alırlar. Veren, kime verdiğini bilmez ve enâniyetten muhafaza olur; alan, kimden aldığını bilmez ve rencide olmamış olur.

Zira;

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104)

Dolayısıyla infâk eden bir mü’min, bir fakire değil, Allah -azze ve celle-’ye takdim edercesine bir edep ile hareket etmelidir.

ALLÂH’A VERİYORSUN!

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyurur:

“Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Merhum pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-; birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, büyük bir nezâket ve titizlik gösterirdi. Verilecek meblâğı bir zarfa koyar, üzerine de;

“Muhterem, filân efendi… Hediyemizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” şeklinde, son derece zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

MÂNEVÎ İNFAK

İnfak sadece maddiyattan değildir. Allah Teâlâ hangi nimeti verdiyse, kul onu infâk etmelidir.

•İlmi ve irfânı olan; önce kendisini irşâd edecek, sonra müsterşidi / irşâd bekleyenleri irşâd edecek.

Bilhassa bugün müsterşid pek çok, irşâd edecek kimseler ise çok az.

Bugün bu sebeple, yani ihtiyaç çokluğundan dolayı irşad vazifesi, farz-ı ayn durumundadır.

•Sıhhat ve afiyet içindeki mü’min; canıyla, gücü ve kuvvetiyle de hastalara, muhtaçlara, bakıma muhtaçlara hizmet edecek.

•Bir mü’min; hiçbir şeyi olmasa, samimî tebessümüyle, güzel sözleriyle ve tavsiyeleriyle de sadaka verecek.

Hattâ haklarını helâl ederek dahî infak mümkündür. Asr-ı saâdetteki şu hâdise gibi:

KALBİN CÖMERTLİĞİ

Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Tebük Seferi’ne iştirâk edebilmek için binek bulamayan fakir sahâbîlerdendi. Binek bulması için Efendimiz’e müracaat etmiş, fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de imkânı olmadığı için yardım edememişti. Hüzünlendi. Gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki ben, üzerine binip Rasûl’ün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sahip değilim! Rasûl’ünün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulunmuyor. Ben her zaman mal, beden ve eşyadan üzerime düşen sadakayı vermişimdir.

Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum.”

Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün ise bu sahâbîye;

“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Cenâb-ı Hak; cimrilik, hodgâmlık ve israftan hepimizi ve nesillerimizi muhafaza eylesin.

Bizleri; her türlü imkânımızı, Allah yolunda ihlâsla infâk edenlerden eylesin. İbâdetlerimizi, hayırlarımızı, hizmetlerimizi ve infaklarımızı ahsen-i kabul ile makbul buyursun.

Âmîn!..