RASÛLULLAH (S.A.S.) EFENDİMİZ’İ TEMSİL EDEBİLME GAYRETİ

YAzar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

TASVİR EDİLEMEZ GÜZELLİK

Selçuklu Sultanı’nın kızı, vezirin zevcesi ve Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi olan Gürcü Hâtun; aslen gayr-i müslim bir Rum olan sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynü’d-Devle’yi, resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, huzûra çıkıp vaziyeti arz eder. Mevlânâ Hazretleri ise mütebessim bir çehreyle;

“–Yapabilirsen ne âlâ!” der.

Ressam çizmeye başlar. Fakat her seferinde, karşısındaki sîmânın, çizdiği resimle alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle büründüğünü fark edip yeniden çizmeye koyulur. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın resmini çizmeye çalışırken, yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Gözyaşları içinde kalemlerini kırıp atar. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zira o maharetli ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.

Rivâyete göre bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır; hayret ve dehşet içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Nihayet gönlünde açılan pencereden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tahayyülüne dalan ressamın dilinden, şu sözler dökülür:

“–Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?..” (Bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, [trc. Tahsin YAZICI], I, 400-401, 489-490, İstanbul, 1973)

HİSSELER
NÛRÂNÎ SÎMÂ

Hakikaten ashâb-ı kirâmın ittifâken naklettikleri üzere;

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzü, yüzlerin en güzeli ve en nûrânîsi idi.

Hicretten sonraydı. Medine’de yaşayan yahudi âlimlerinden Abdullah İbn-i Selâm; merakla Peygamber Efendimiz’i görmek istemiş, vech-i mübâreklerine bakınca da, hayran bir şekilde;

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et‘ime, 1; İkâmet, 174)

Hâris bin Amr şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mina’da veya Arafat’tayken yanına vardım. İnsanlar etrafını sarmışlardı. O esnada bedevîler geliyor ve Efendimiz’in mübârek yüzünü görünce;

“–Bu mübârek bir yüzdür!” demekten kendilerini alamıyorlardı. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 1148)

Câbir bin Semure -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Mehtaplı bir gecede (…) Rasûlullah Efendimiz’i gördüm. Hangisinin daha güzel olduğunu anlamak için bir O’nun yüzüne bir de aya baktım.

Yemin ederim ki, bence O’nun mübârek yüzü aydan daha güzeldi.(Tirmizî, Edeb, 47; Dârimî, Mukaddime, 10)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın karanlıkta düşürdüğü ve bulamadığı iğneyi, odaya gelen Rasûlullah Efendimiz’in mübârek veçhinin nûruyla bulduğu rivâyet edilmiştir. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 429)

SİRÂC-I MÜNÎR

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her şeye ebedî saâdet vecdi bahşeden ve bütün âlemleri aydınlatan bir güneştir.

Vâris-i enbiyâ olan velîler de, yaşadıkları takvâ hayatıyla O Güneş’e ayna olan mehtaplar mesâbesindedirler. Bedir (dolunay) hâlindeki ayın ışığı, güneşin varlığına bağlıdır. Zira mehtâbın bütün nûru, güzelliği ve ihtişâmı, güneşten gelen küçük bir akisten ibarettir…

Şeyh Sâdî, bu hakikati şöyle hikâye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:

“–A mübârek! Sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum…”

Kil ona cevâben şöyle der:

“–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gül fidanının altında bulunuyor ve her seher gül goncalarından süzülen şebnemlerle yoğruluyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere aittir…”

O GÜL’ÜN GÜL KOKULU TOPRAĞI OLMAK

Rasûlullah Efendimiz güllerin şâhıdır. O mübârek ve solmaz Gül’e muhabbet ile beraberlik, âdetâ O Gül’ün ayağına türâb olmaktır. O’nun ayağına türâb olanlara, O’ndan şebnemler yağacak ve onlar O’nun rûhânî dokusundan hisseyâb olacaklardır.

İşte Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet’i en güzel aksettirenler, 23 sene boyunca O’nun feyizli sohbetinden istifâde etme nimetiyle müşerref olan sahâbe-i kiram hazerâtıdır.

Tefekkür edelim:

Meselâ Habeşistan Necâşî’si Ashame, Peygamberimiz’in mübârek çehresini hiç görmedi. Sohbetinde hiç bulunamadı. Lâkin O’nu en güzel şekilde temsil edebilen Câfer -radıyallâhu anh-’ı gördü ve ondan dinlediği Kur’ân ile hidâyete nâil oldu. Hazret-i Câfer’in fedâkârlığı, firâseti, samimiyeti ve ihlâsı İslâm’ın Habeşistan’a en güzel şekilde neşredilmesine vasıta oldu.

Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- Hazretleri ve arkadaşlarının gurbetten vatana dönüşleri, Hayber’in fethine tesadüf etmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Câfer’i görünce çok mesut oldu. Önce;

“–Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular. Sonra Hazret-i Câfer’in alnından öperek;

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 414)

Bu iki kıymetli nebevî taltif, bir iltifat olmanın yanında bir hakikati de ifade ediyordu.

•13 sene boyunca Rasûlullah Efendimiz’in hasreti ile Habeşistan’da bulunan Câfer -radıyallâhu anh-, Efendimiz’i en güzel şekilde temsil etmişti. Efendimiz’e benzemesi ölçüsünde muvaffak olmuştu.

•O; tek başına, bir beldenin fethine müsâvî bir hizmet gerçekleştirmişti.

YA BİZ?

Bizler de dâimâ kendimizi mîzân edelim:

•Biz; ibâdet, muâmelât, muâşeret, aile reisliği ve ticaret hayatımızda ne kadar Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benzeyebiliyoruz?

Muhabbet ve itaat, gölgenin vücuda olan sadâkati gibidir. Bu mânâda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayat düsturları olan Sünnet-i Seniyye’sini ne kadar hayata geçirebiliyoruz?

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın.” (Buhârî, Ezân, 18) buyurmuştu.

Yani bir bakıma;

“Namazınız, benim namazıma benzesin.” buyurmuştu.

•Bizim namazlarımız, O’nun namazına ne kadar benziyor?

•O’nun ashâbı; “Sîmâları yüzlerindeki secde izidir. (Secdelerin nûrâniyeti ve rûhâniyeti yüzlerine yansımıştır.)” (el-Feth, 29) ifadesiyle ilâhî methe nâil oldu. Bizim o nûrâniyetten nasibimiz ne kadar?

Zira;

–Ne kadar benzeyebilirsek, ne kadar benzeyebilme gayretinde olursak, bu gayretimiz, Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetimizin seviyesini gösterir.

•Evlâtlarımızı yetiştirirken, O’nun Dâru’l-Erkam ve Ashâb-ı Suffe’deki muallimliğini örnek alabiliyor muyuz?

•Malımızı, mülkümüzü ne kadar infâk edebiliyoruz?

•Gücümüzü ve kuvvetimizi ne kadar Allah yolunda sarf ediyoruz?

ÖMRÜMÜZÜ VAKFETTİK Mİ?

Zira Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nde 111’inci âyet-i kerîmede meâlen buyurur:

“Allah, mü’minlerden cennet mukabilinde canlarını ve mallarını satın almıştır…”

Ömrü, canı, malı, bedenî güç ve kuvvetimizi Allâh’a satmak, yani Allah yoluna vakfetmek; İslâm’a adamak demektir.

Bu âyet-i kerîmenin hayata tatbikinin en güzel misâli, Tebük Seferi’dir:

Sahâbî Efendilerimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in seferberlik tâlimâtıyla mallarıyla ve canlarıyla cihâda koştular.

Her ikisiyle seferber olabilecek olan maddeten ve bedenen gücü kuvveti yerinde olan sahâbîler hem mallarını hem canlarını bezlettiler.

Bedenen cihâda katılamayacak olan hanımlar; hulliyâtlarını, ziynet eşyalarını infâk ettiler.

Hiçbir imkânı olmayan sahâbî dahî, gidip bir bahçe suladı, ücret olarak aldığı hurmanın bir ölçeğini ailesine bıraktı, kalanını Allah Rasûlü’ne getirdi. İslâm ordusu için infâk etti.

Bunlar Efendimiz’e olan muhabbetin müstesnâ tezâhürleriydi.

Tebük her bakımdan Gazvetü’l-Usra / Zorluk Harbi’ydi. Çünkü;

•Hava sıcaktı,

•Hasat zamanıydı,

•Yol çok uzundu ve

•Düşman zorlu ve kalabalıktı. Bizans idi.

Yani nefis ve şeytan için her türlü bahane ve mazeret hazırdı. Münafıklar;

“–Bu sıcakta sefere mi çıkılır?!.” dediler.

Cenâb-ı Hak;

“Cehennem ateşi daha sıcaktır!” diye cevap verdi. (Bkz. et-Tevbe, 81)

Hayatın bütün med­­cezirlerinde; bilhassa zorluk ve meşakkatlerin had safhaya geldiği, sabırların zorlandığı ve tâkatlerin tükendiği anlarda, bu âyet-i
kerîmeyi hatırlamak ve ona göre istikameti muhafaza etmek zorundayız.

Mâlûm;

O büyük sefere katılmayanlar, ağır müeyyidelerle karşılaştılar.

•Birinci grup hakikî mazereti olan mü’minlerdi. Elbette onlar mâzur idiler.

•İkinci grup yalan mazeretler ileri süren münafıklar idi. Cenâb-ı Hak, onlar hakkında çok ağır beyanlar nâzil eyledi:

“…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler!..” (et-Tevbe, 95)

•Üçüncü grup ise nefsine uyup ihmalkârlık sergilemiş mü’minlerdi. Bu kimseler, Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha Tebük’ten dönmeden çok pişman oldular. Kendilerini mescidin direklerine bağlayarak af dilediler. Haklarında âyet-i kerîme nâzil oldu ve affedildiler.

Üç sahâbî daha vardı ki; sâlih mü’minler olmalarına rağmen, bugün-yarın derken gafletle kafileyi kaçırmış ve Tebük Seferi’ne katılmamışlardı.

Münafıklar gibi yalan da söylemediler. “Gafletimizden dolayı katılamadık.” dediler. Peygamberimiz bu sahâbîleri affetmedi, lâkin haklarında âyet nâzil oluncaya kadar mühlet verdi. Bu mühlet zarfında da onlara «toplumdan tard edilme» cezası verildi, yani kendileriyle bütün insânî münasebetler kesildi. Kimse onlara selâm dahî vermedi.

Bu muâmele karşısında, onlara âdetâ yeryüzü yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden onlar da gece-gündüz nedâmetle ağladılar. Eriyen bir muma döndüler. Tevbe ve istiğfâr ile dergâh-ı ilâhîye sığındılar.

Izdırap içinde 50 gün geçti.

Nihayet tevbelerinin kabulüne dair nâzil olan bir âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular. Müjdeli âyeti okurken Peygamberimiz’in mübârek çehresi sevinçle parlıyordu.

Bu üç sahâbînin yaşadıkları, Allah yolunda hizmetteki mes’ûliyetimizi bize hatırlatmalıdır.

Bu üç sahâbî; Hilâl, Kâ‘b ve Mürâre… -radıyallâhu anhüm-

İkisi Tebük’ten evvelki bütün gazvelere katılmıştı. Diğeri de Bedir hâriç bütün gazvelere katılmıştı. Buna rağmen bir sefere ağırdan alıp katılmamaları, böyle şiddetli bir müeyyide ile karşılandı.

Demek ki;

“–Ben şu kadar hizmet ettim! Bu bana yeter!” diye düşünmek asla geçerli ve makbul değil.

Diğer ibâdetlerde; sayılar, nisablar ve asgarî miktarlar var. Bir kez haccedene, tekrar hacca gitmesi farz itibarıyla emredilmiyor. Fakat fazîlet kabîlinden yapılması teşvik ediliyor. Farz olan orucun günleri, farz olan namazların rekâtları da mahdut ve muayyen. Fakat fazîlet ve nâfile olarak hiçbirinde bir hudut yok. Yapılabildiği kadar îfâ edilmesi, ecir vesilesi.

Bununla birlikte;

Yani nâfile ibâdetlerin ehemmiyeti yanında, günümüzde gittikçe artan modern câhiliyye karşısında; emr-i bi’l-mâruf vazifesini gerçekleştirmek, daha mühimdir.

Bu hakikati ifade eden güzel bir kıssadır:

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, abdest için su taşıdılar ve gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.”
buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 100-101)

Demek ki;

Zarûretleri göğüsleyen bir hizmet, nâfile ibâdetlerin önündedir.

Ancak bu tebliğ gayreti, sadece dilde olmamalıdır. Güzel ahlâka, hâle ve muâmelâta yansımalıdır. Çünkü sahâbî sözde sahâbî değil, fiilde ve davranışlarında sahâbî idi. Bu meyanda onların en büyük amel-i sâlihleri de, gönüllerin hidâyetlerine vesile olabilmekti.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Ali’ye, Hayber fethinde buyurduğu şu ifadeler ne kadar mânidardır:

“Ey Ali! Allâh’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)

Elbette emr-i bi’l-mâruf vazifesinde de, hudut, ancak vüs‘atimiz ve imkânlarımız. Rabbimiz vüs‘atimizin ötesini istemiyor, lâkin vüs‘atimizi yani yapabileceğimiz her şeyi, kısaca tâkatimizin yettiğini istiyor.

Kelâm-ı kibarda buyurulur:

Şu üç grup insan Allah’tan uzaktır:

1. Rahatlarını düşünerek hizmetten kaçanlar,

2. Hassas olduklarını öne sürerek sefâlet ve mâtemlerin civarına yaklaşmayanlar, yani;

«‒Benim içim kaldırmıyor.» demek sûretiyle, merhamet îcâbı olan gayretleri, kendi tembellikleri yüzünden kerih görerek türlü türlü mazeret üretenler. Yahut, yapılması zarûrî olan hizmetlerin yüceliğini idrâk edemeyip de gafilâne bir şekilde basit görenler. Hâsılı kendi kusurlarını Allah katında geçersiz mazeretlerle kapatmaya çalışanlar.

3. Gafiller topluluğu ile beraber olanlar. Bunlar, neticede kendileri de onlar gibi duygularını kaybederler.

Nitekim Hazret-i
Lût’un karısı gafillerle beraber olduğu için acı bir hüsrâna uğramıştır. Peygamber karısı olmanın bile hiçbir faydasını görememiştir.

Bu mahrumiyetin daha şiddetlisi âhirette yaşanacaktır:

•Hazret-i Nûh’un dördüncü oğlu ve karısı,

•Hazret-i Lût’un karısı,

•Hazret-i İbrahim’in babası,

•Hazret-i Peygamber’in amcası ve daha niceleri, dünyada beraber oldukları gafillerle birlikte kıyâmet günü cehennemde olacaklar. En yakınları cennette iken onlar bundan ebedî mahrumiyet içinde yanıp duracak, feryatlar ve eyvahlar içinde sonsuz hüsranda kalacaklar.

Tefekkür etmeli ki;

Ehl-i İslâm olan bizlerden ve evlâtlarımızdan, şayet Kur’ân’dan ve Sünnet’ten uzaklaşıp da böyle bir gaflete düşenler olursa, -Allah muhafaza- bu durum, mahşer günü aynı şekilde fecî bir âkıbet ve hüsran olur.

O hâlde vaktinde tefekkür etmeli ki;

Bizler ve evlâtlarımız; Allah yolunda Kur’ân’dan, Sünnet’ten ve bu istikametteki gayretlerden uzak kalırsak, hâlimiz nice olur?

ZAMANIN TEBÜK SEFERİ…

Her birimiz; bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamalıyız. Allah yolunda yaptıklarımızı bir hiç görerek, son nefese kadar dâimâ hizmete devam etmeliyiz.

“Bugün bir sefer yok ki?” dememelidir.

Bugün câhiliyye, inkâr ve Allâh’ın râzı olmadığı hususlar, her yerden taarruz hâlindedir. Televizyon, internet, modalar, reklâmlar ve bunların hâkim olduğu her yer; Hak ile bâtıl, hayır ve şer arasında sonu gelmez bir harp meydanıdır.

Dînî tahsilden ve mânevî terbiyeden mahrum kalabalıklar, selde sürüklenen kütükler gibi cehenneme sürüklenmektedir. İrşad bekleyen yığınların sessiz feryatları, vicdanı olanların kulaklarında çınlamaktadır.

Hadîs-i şeriflerde îkaz buyurulan; «Kişinin evinden sabah mü’min çıkıp -maâzallah- akşamında kâfir olduğu» zamanlar içindeyiz. Bu yangınlar karşısında hissiz kalmak bir mü’mine yakışmaz.

Mücadele bâbında cihad iki türlüdür. Nefse ve İslâm düşmanlarına karşı. Gayret bâbında ise Allah yolundaki bütün gayretler cihaddır. Bunların en mühimi de, hidâyetlere vesile olmaktır.

Her türlü cihad için de mü’min; malıyla, canıyla gayret ve fedâkârlık içinde olmalı ve her hâliyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i temsil etme arzusuyla yaşamalıdır.

•Bugün kendisini Allâh’a adayan gençler yetiştirebiliyorsak, istikbalde zafer vardır.

•Yok, eğer gençleri sokakların insafına bırakıyorsak, -Allah korusun- gelen günler birer felâket habercisidir.

Bu bakımdan anne-babaların vazifesi, çok mühimdir. Yavrularını mutlaka Kur’ân kurslarında ve imam-hatip okullarında okutmaları zarûrîdir. Dünyaya ne kadar âhirete ne kadar kıyas etmelidir.

En hayırlı ve güzel anne-baba, evlâtlarının ebedî istikbâlini düşünen ve ona göre hazırlık içinde olan anne-babalardır ki, onlar, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Nefse karşı cihadda sebat etmeyenler, diğer cihad gayretlerinde de muvaffakiyet gösteremezler. Zira gerçek fetihler, selîm bir kalp ile kazanılan gönül fetihleridir.

Mahmud Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- bir sohbetinde Tebük Seferi’nden mazeretsiz olarak geri kalan sahâbîlerin çektiği vicdan azâbı ve sıkıntılardan bahsettikten sonra şöyle buyurur:

“Küçük cihad denilen muharebeden geri kalmak, böyle hacâlet (utanç sebebi) ve hüsran olursa, en büyük cihâd olan nefs tezkiyesi ve kâmil insan olmak yolu terk edildiğinde, hüsran ve azap ne kadar büyük olur, düşünelim!.. Bu hüsran ve azap hem dünyada hem âhirette vukû bulur.” (M. Sâmi RAMAZANOĞLU, Mükerrem İnsan, s. 18-19.)

GÖNLÜN ENERJİSİ

Sahâbe-i kiram; Rasûlullah Efendimiz’in Hakk’a irtihalinden sonra da, yeryüzünde Hakk’ın şâhitleri olmaya, Peygamberimiz’i her yerde en güzel şekilde temsil etmeye, i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsına koştu.

İnsanın bulunduğu her yere seferler oldu. Çin, Semerkant, Kayravan, Afrika’nın içleri…

Bugünle kıyaslanamaz şartlar altında, o sahâbî efendilerimiz oralara nasıl gittiler?

Nereden enerji aldılar?

Cevap gönüllerindeydi:

Fahr-i Kâinât Efendimiz’i sînelerinde taşımaları sayesinde hiç yorulmadılar, üşenmediler, bezginlik göstermediler, hiç endişe de etmediler. O’nun bir arzusunu yerine getirmenin hazzı; onlara büyük bir enerji, yani feyiz ve rûhâniyet ihsân etti.

Müteâkip nesiller için yegâne örnek ve ölçü ashâb-ı kiramdır. Çünkü âyet-i kerîmede, rızâ-yı ilâhînin şartı «onlara ihsân ile tâbî olanlar» diye beyan buyurulmuştur. (Bkz. et-Tevbe, 100)

Osmanlı, bu mânâda ashâbın izindeydi.

I. Murad Han, Kosova’yı fethedince oraya Anadolu’nun temiz insanlarını yerleştirdi. Bu, bir İslâm iskân siyaseti oldu. Anadolu’dan gelen müslüman ailelerin yaşayışıyla, sergiledikleri müstesnâ şahsiyet ve tertemiz karakterle, Arnavutların % 95’i müslüman oldu.

İstanbul’un Fethi’nden on sene sonra, 1463’te Bosna fethedildi. Fatih Sultan Mehmed Han da oralara Anadolu’nun temiz insanlarını götürüp yerleştirdi. Bütün Boşnaklar, böylece müslüman oldular. Yine Fatih’in, İşkodra bölgesine getirdiği güzel nümûne insanlarla, mânevî fütuhat devam etti. O coğrafyada da halkın çoğu müslüman oldu.

Yani o tertemiz samimî mü’minlerin her biri, mübârek sîmâlarıyla, hayatlarıyla Peygamberimiz’i temsil ettiler. Görenler hayran oldu, onları güzelleştiren, mükemmelleştiren dîne talip olup İslâm’a koştu.

ÂHİRZAMAN ÜMMETİ

Rasûlullah Efendimiz buyurur:

“Benim ümmetim bereketli bir yağmur gibidir. Başı mı sonu mu (hayırlıdır) bilinmez. (Yani başı da sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81)

Fazîlette, hiçbir Allah dostu dahî ashâb-ı kirâma yetişemez. Ancak Rasûlullah Efendimiz, âhirzamanda;

•Sünnetine sarılarak,

•Emânetine sahip çıkarak,

•Dînini yaşayıp yaşatacak seçkin ümmetini taltif buyurarak, âdetâ sahâbe-i kiram gibi bir şeref ve nasîb ile müjdeliyor.

Ashâb-ı kiram; câhiliyyenin karanlığı ve zulmü içerisinde güçlüklere, meşakkatlere tahammül ve sabır gösterip, îman nimetine sahip çıktı. Sonra da o nimetin şükrünü edâ edebilme gayretiyle cihâna yayılıp İslâm’ın mütebessim çehresi oldu.

Âhirzamanda câhiliyye yeniden güçlendi. Yine küfür, nifak, fısk ve fücur dünyayı sardı. Geçmiş kavimleri helâk eden günahların tamamı -fazlasıyla- bugün işlenmekte ve -Allah muhafaza eylesin- müslümanlara ulaşmakta ve bulaşmakta.

İşte sahâbe gibi fedâkârlıklarla, gayretlerle, enerjimizi kalbimizdeki muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah’tan alarak, bu câhiliyyeye karşı mücadele verirsek, bu hadîs-i şeriflerdeki medh ü senâ edilen; «Kardeşlerimi özledim!» diye taltif buyurulan bahtiyarlardan oluruz. (Bkz. Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)

Cenâb-ı Hak;

Bizlere hayatımızın her safhasında, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek çehresini mesrur edecek bir ümmet olabilmeyi nasîb buyursun.

Bizleri mahşer günü Livâü’l-Hamd / Hamd Sancağı altında, Havz-ı Kevser başında Rasûlullah Efendimiz’e mülâkî olan bahtiyarlardan eylesin.

Âmîn!..