Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -8- GAYE, FAYDA ve ŞEREF

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

MAKSAT NEYSE FAYDA O…

On Birinci Kaide:

“Bir şeyin faydası, o şeyin varlığıyla kastedilen husustur.”

Yani o şey (o ilim dalı vs.) niye var, onun var oluş sebebi ne? İşte onun faydası da odur.

“Onun faydasının ortaya çıkması da ya başında ya sonunda yahut da her ikisinde (yani hem başında hem sonunda) o hususun tahakkuk etmesidir, gerçekleşmesidir.

Meselâ;

Tasavvuf, kendisiyle;

•Kalplerin ıslahının yani düzgün hâle getirilmesinin ve

•(Kalplerin) yalnızca Allâh’a mahsus hâle getirilip, mâsivâdan arındırılmasının hedeflendiği bir ilimdir.”

Yani tasavvufun gayesi neyse, faydası da odur. O gaye de; kalplerin ıslahı, tasfiyesi, kalbî hastalıklardan arındırılmasıdır.

Nasıl maddî yapımızda, bedenimizde, elimizde, ayağımızda bir hastalık olduğunda doktora gidiyoruz; kalbimizde de bir hastalık olduğunda «ehlullâh»a müracaat etmektir, tasavvuf.

Geçen, bir kardeşimiz soruyor, diyor ki:

“−Bende vesvese hastalığı var. Vaktin birinde, biriyle münâzaramız oldu, bir hak ihlâli oldu. Benim hakkımı yedi. Ben de ona;

«–Sana hakkımı helâl etmiyorum!» dedim. Fakat şimdi namaz kılarken, oruç tutarken, ibâdet yaparken bu adamla aramızda geçenler aklıma geliyor. Sanki sevâbımı ona bağışlamışım gibi oluyor. İbâdetime onun adına niyet ediyormuşum gibi oluyor. Ben bundan rahatsız oluyorum. Ne yapmam lâzım?”

Demek ki bu kardeşimiz kalpte kin ve nefret biriktirmiş. Bundan kurtulması lâzım. Yalan, gıybet ve koğuculuk gibi kalbî hastalıklar da böyle.

Bugün insanlar rûhî hâllerini düzeltmek için psikiyatrlara gidiyorlar; psikologlardan, terapistlerden yardım alıyorlar. Kadîm medeniyetimizde; bu vazifenin hakkıyla gerçekleştirildiği mekânlar tarîkatlarımızdı, tekkelerimizdi. Şeyh efendiler, aynı zamanda çok iyi ruh bilimcilerdir, psikiyatrlardır. İnsanların ruh hâllerini bilirler. Onlara göre reçeteler hazırlarlar.

Tasavvuf yoluna giren bir kimse; öncelikle kalbini düzeltmeyi, kalbi sadece Allâh’a tahsis etmeyi, yani gönlünü Allah Teâlâ dışındakilerden uzaklaştırabilmeyi hedefler. Bu da tasavvufun nihâî gayesidir.

Önce kalbin ıslahı yani kalbin tasfiyesi, kirlerden âzâd olması, hastalıklardan kurtulması.

Sonra da kalbe, kalbin sahibinin yerleşmesi. Yani Cenâb-ı Allâh’ın nazargâh-ı ilâhî dediğimiz kalpte yerini alması; Allah dışındaki her şeyin kalpten, gönülden uzaklaştırılması.

Tasavvufun faydası, niçin tasavvufa girdiğimizde saklıdır.

Müellifimiz, görüşüne diğer ilim dallarından da misal getiriyor:

“Fıkıh da;

•Yapılan işlerin düzgün (yani Cenâb-ı Allâh’ın murâdına mutâbık) olması,

•Toplum düzeninin muhafaza edilmesi,

•Nihayetinde de hükümlerin hikmetlerinin ortaya çıkarılması (ve bilinmesi) gayelerine mâtuf bir ilimdir.”

Dolayısıyla, fıkhın faydası da bunlardır.

➢Fıkıh; ibâdetlerimizi, işlerimizi ve davranışlarımızı düzeltir.

➢Muâmelâta hukuk getirir. Çünkü hukuksuz olmaz. Fıkıh aynı zamanda hukuk demektir. Fertler arasındaki ailevî, ticârî vb. işlemlerin doğru ve düzgün olması; cemiyet bazında da nizamı sağlar.

➢Fıkıh sayesinde, dînimizin kaidelerinin hikmetlerini öğreniriz.

Yani Cenâb-ı Allah bize hiçbir ibâdeti, -hâşâ- Zâtına bir fayda temin etmek için yüklememiştir. Her ibâdetimizin hem dünyada hem âhirette faydası bize yöneliktir. Yani oruç tutuyoruz; hem dünyada faydasını görüyoruz hem âhirette faydasını görüyoruz. Namaz kılıyoruz; hem dünyada hem âhirette faydasını görüyoruz.

Bir misal verelim:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sahâbeden biri geliyor, diyor ki:

“−Ya Rasûlâllah! Evimi caminin yakınına taşıyayım mı?”

Efendimiz diyor ki:

“−Hayır! Olduğun yerde kal! Camiye gidip gelirken attığın her adıma sevap alırsın.” (Bkz. Müslim, Mesâcid, 279, 280)

Bu, âhirete yönelik fayda. Bugün insanlar, hareketsiz rutin bir hayat yaşadıkları için hastalıklara maruz kalıyorlar. Uzmanlar günde mutlaka belirli bir mesafe yürünmesini tavsiye ediyorlar. Camiye 500 metre mesafeden yürüyen kişi; beş vakitte 5 kilometre yürümüş olur ki, bu da dünyevî olarak sağlığını korumasına yardım eder.

“Usûl (Usûlü’d-din, Akāid) ilmi de;

•İnanılması gereken esasları delilleriyle bilmek ve

•Îmânı, yakînî seviyeye yükselterek güzelleştirmek gayesi için konulmuş bir ilimdir.”

Akāid ilmine; «usûl» yani dînin temelleri, esasları adı verilir. Çünkü dinde temel, inançtır. Fıkha da buna mukabil, «furû‘» denilir. Köklerde sağlam inanç olunca, dallarda sağlıklı meyveler gibi sahih ameller meydana gelir.

“Tıp ilmi de bedenleri (hastalıklardan, zararlardan) korumak gayesi içindir.

Nahiv (gramer) ilminin maksadı, varlık sebebi; dili yanlıştan korumaktır. (Binâenaleyh faydası da budur.) Bütün ilimlere bunu tatbik edebilirsin.”

Peki bir ilmin faydasını bilmenin bize ne tür yararı olacak? İşte bir sonraki kaidemiz bunu ifade ediyor:

On İkinci Kaide:

“Bir şeyin faydasını ve sonucunu bilmek, o şeyle ilgilenmeye sevk eder.”

Müellifimiz, tasavvufun gayesini / faydasını ortaya koyuyor ki, insanlar ona yönelsinler.

Günümüzde gençler meslek seçiyor, üniversite tercihi yapıyor; fakat gaye ve fayda değerlendirmesini doğru yapamazlarsa, verimsiz seçim ve tercihler ortaya çıkıyor. Hâlbuki; “İnsanlara, ben nasıl daha faydalı olurum?” düşüncesi ile hareket edilse daha verimli olur.

“(Bir ilmin, sanatın vs. faydasını ve sonucunu bilmek) onu talep etmeye girişmeye sevk eder. Kişi, onun faydasını tabiatına uygun bulursa o işe girişir. Eğer uygun bulmazsa girişmez.”

Eğer bir şeyin ihtiyacını hissederseniz, onu arar bulursunuz. Bir şeyin faydasına inanmışsanız, onunla ilgilenirsiniz.

“Bir şeyin şerefi (değeri); onun bilgi sahasının değeriyle, şerefiyle alâkalıdır.”

Bu hakikati bir kıssa ile anlatalım:

SAATİN KIYMETİ

Bir medrese talebesi, fakirlikten yana dertlidir. Medreseyi bırakıp para kazanacak bir meslek arayışına girer. Bir zaman sonra hocasıyla karşılaşır:

“−Evlâdım, niye medreseyi bırakın?”

“−Efendim, medresenin bir faydası olmadı bana. Benim paraya ihtiyacım var.”

Medresenin kıymetini ve kendisi için faydasını idrâk edemediğini görünce, hocası ona bir ders vermek ister.

Kendisine bir saat verir:

“−Oğlum, git şu bakkala. «Ben bu saati satmak istiyorum» de! Bak bakalım sana ne fiyat biçecek.”

Çocuk saati bakkala götürür. Bakkal;

“−5 lira veririm.” der.

Hocası yanına dönen talebeyi bu sefer bir antikacıya gönderir:

Antikacı;

“−Aa bu çok değerli bir saat. 5 bin lira eder.” der.

Hâsıl-ı kelâm geri geldiğinde hocası talebesine der ki:

“−Oğlum, bir şeyin değerini ancak o şeyin kıymetini bilen kimse idrâk edebilir.”

Ziyâ Paşa ne diyor:

Âsaf’ın mikdârını bilmez Süleyman olmayan,
Bilmez insan kadrini âlemde insân olmayan.

“Tasavvuf ilminin alâkalı olduğu şeyden daha değerlisi yoktur.

Çünkü;

Tasavvufun başı, Allah haşyeti (korkusu, ürpertisi)dir ki Allah’tan hakkıyla korkabilmek Allâh’ı bilmenin yani mârifetin sonucudur.”

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah;

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ

“…Kulları arasında ancak âlimler; Allah’tan haşyet ederler, ürperirler, korkarlar…” (Fâtır, 28) buyuruyor.

Binâenaleyh tasavvufun bidâyeti Allah korkusudur. O da ancak Allâh’ı tanıdıktan sonra mümkün hâle gelir.

“Ve (yine tasavvufun başı) Allâh’ın emirlerini yerine getirmektir; yasaklarından kaçmaktır.

Tasavvufun gayesi de (hedeflediği nihâî nokta da) kalpte sadece Cenâb-ı Allâh’a yer olmasıdır. (Kalbin sadece Allah için çalışmasıdır.)”

Binâenaleyh alâkalı olduğu saha itibarıyla, en kıymetli meşguliyet tasavvuftur.

Müellifimiz yukarıdaki kaidede, bir ilimden maksud olan faydanın, o meşgalenin ya başlangıcında ya neticesinde yahut da her ikisinde ortaya çıkacağını bildirmişti. Burada tasavvuf adına bunu açıklamış oldu.

“Bu hikmettendir ki Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- şöyle demiştir:

«Eğer şu gök kubbe altında dostlarımızla bahsini yaptığımız bu ilimden daha değerli bir meşgale olduğunu bilsem onu elde etmek için koşardım, ona tâbî olurdum. (Tasavvuf ilminden daha değerli bir ilim olmadığı için biz talebelerimizle bu ilmi müzâkereye devam ediyoruz.)»

Hazretin cümlesi burada bitti. Bu da çok açık bir şekilde tasavvufun diğer ilimlere kıyasla daha değerli, daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır.”

Bundan sonraki kaide bu üstünlüğün sebeplerini bizlere îzah ediyor:

On Üçüncü Kaide:

“Bir şeyin şerefi (kıymeti, değeri);

•Ya bizzat kendisinden kaynaklanır. Bizzat kendisi için talep edilir.

•Ya sağladığı menfaatinden kaynaklanır. Bir yarar, bir beklenti için insanlar onu talep ederler. Ve o menfaate ulaşabileceğimiz kadar onu talep ederiz.

•Yahut da dolaylı olarak alâkalı olduğu bir faydadan kaynaklanır.”

Meselâ bir dostunuzu sırf onu görmek için ziyarete gidersiniz. Ama bir devlet dairesindeki memura; kendisini ziyaret için değil, işinizi görmek için gidersiniz.

Ahmed Zerrûk Hazretleri sözü nereye getirmek istiyor? Tasavvufun diğer ilimlere üstünlüğünü ifade etmeye gayret ediyor:

“Bundan dolayı denilir ki:

«Amelsiz ilim, hedefsiz bir vesileye benzer.»”

Bir vasıtaya binmişsin ama gideceğin bir hedef yok.

Eğer ilmi, amele dönüştüremeyecekse bir insan, ilmin ona bir faydası olmayacaksa, o zaman o ilmi talep etmesinin de bir gereği yok, talep edip elde etse de bir kıymeti yok. Yine denilmiştir ki:

“İlimsiz amel de cinayettir.”

Çünkü amelin, makbul bir amel olabilmesi için, ilimle yapılması gerekiyor. İlimsiz amel, boşa kürek çekmek, kaş yapayım derken göz çıkarmak demektir.

“Amel, ilimden daha fazîletlidir.”

Yani bir bilgiyi hayata geçirmek; onu bilmekten, öğrenmekten daha üstündür. O hâlde çare, sahip olduğumuz ilimle amel etmektir. Az da olsa sahip olduğu ilimle amel edebilen kişi, kurtulmuştur. Binâenaleyh;

“Allâh’ı bilmek, ilimlerin en fazîletlisidir. Çünkü Allâh’ı bilmek; en üst, en şerefli, en yüce şeyi bilmektir.”

Hattâ akāid-kelâm âlimleri, bu yönüyle kendi sahalarını en fazîletli ilim olarak görürler. Hazret de tasavvuf, yani mârifetullah / Allâh’ı tanıma ilmini bu açıdan en şerefli ilim olarak takdim ediyor ve şöyle temellendiriyor:

Yukarıda bir ilmin şerefinin ya bizzat kendisinden ya sağladığı yahut alâkalı olduğu menfaatten kaynaklanabileceğini söylemişti. Bu tasnif içinde; şerefi ve kıymeti, kendisinden kaynaklanan ilmin en değerli ilim olduğunu ifade ediyor:

“(Başka bir menfaat vs. değil de bizzat) kendisi için talep edilen ilim, daha fazîletlidir. Çünkü onun hususiyeti kendi zâtındadır. (Bu hususiyetlere) heybet, üns, (fenâ, bekâ, gaybet, huzur) gibi tasavvufî ıstılahları öğrenmeyi (misal verebiliriz.)”

Çünkü bu hâlleri öğrenmek ve yaşamak, insanı; Allâh’a, Allâh’ın huzûrunda edepli olmaya götürdüğü için bunları öğreten ilim, en değerli ilim olmuş olur.

Yani insan; heybet / vakar hâlini kaybetmeyecek, her dâim Cenâb-ı Allah ile ünsiyet hâli içerisinde olacak, olabilecek. Bunları öğreten ilim, en değerli ilimdir.

Binâenaleyh herkes bir sevdanın peşinde koşuyor. Ama ne kadar o sevdanın hakkını veriyor orası da ayrı bir mesele. Burada Hazret buna işaret ediyor:

“Kimin ilminin neticesi, amelinde görünmezse; o kişinin ilmi, kendisinin lehine değil aleyhinedir.”

Yani eğer öğrendiklerimiz, kazandıklarımız, amel olarak ortaya çıkmazsa yani bildiklerimizi pratiğe dökemezsek, hayata yansıtamazsak; o ilim bizim lehimize olmaz. Aksine aleyhimize olur, vebal olur. “Bildin, öğrendin ama tatbik etmedin!” denir.

“Hattâ bu durum onu, ilimden de çıkarır. (Artık ona âlim de denemez.) Eğer ilim (bir şeyi bilmek), onu tatbik etmek şartına bağlı ise!”

Binâenaleyh ameli yoksa o amelsizlik, onu aynı zamanda ilimsizliğe de götürür.

“Velev ki amelin şart olması, ilmin kemâliyatı bakımından olmuş olsun.

Böylece anla ve düşün!”

Hulâsa;

Tasavvufun lâfını edip de kendisini yaşamamak, zühdün lâkırdısını dilden düşürmeyip de kendisini hayata uygulayamamak; insan için vebal olmuş olur. Binâenaleyh bütün maksat, bütün gaye bu tasavvuf ilmini öğrenip hayata tatbik edebilmektir.

Cenâb-ı Hak ilmimizi artırsın. Öğrendiklerimizi ihlâs ile tatbik edebilmemizi müyesser kılsın. En mühimi de ahsen-i kabul ile makbul eylesin.

Âmîn…