SEN OLMASAYDIN…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Hazret-i Mevlânâ bizleri şu tefekküre davet ediyor:

“İki dünya, bir gönül için yaratılmıştır! «Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifadesinin mânâsını iyi düşün!..”

“Levlâke levlâke…” ile başlayan meşhur söz, sûfîlerin eserlerinde bir kudsî hadis olarak rivâyet edilse de, kaynağı bulunamıyor. Ona yakın;

“Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmasaydı, ey Âdem, seni yaratmazdım!” rivâyetini ise Hâkim’in Müstedrek’inde buluyoruz. Bazı hadis âlimleri, cerh ve tâdil bakımından bu rivâyeti de tenkit ediyorlar.

Üzerine bir akîde veya hüküm binâ etmek için, mütevâtir / sahih, en azından hasen bir hadîsin bulunmasını şart koşmak mühim bir esasımız. Lâkin edebiyat, mâneviyat ve fezâil sahasında, akāid ve ahkâmı yormayacak edebî ve fikrî telâkkîlerin geliştirilmesinde, böyle rivâyetlerden istifâde edilmesine karşı çıkmamak gerek.

Kaldı ki, bizzat Rabbimiz bize buna benzer bir tefekkürü yaptırıyor, Kur’ân’ın nâzil olmadığı bir dünyanın korkunçluğunu düşündürüyor:

“Eğer istesek elbette Sana vahyettiğimiz Kur’ân’ı hâfızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamamen silip yok ederiz; sonra Biz’e karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın.
Bunu yapmayışı ancak Rabbinin Sana merhamet etmesindendir. Çünkü O’nun Sana olan nimeti büyüktür.” (el-İsrâ, 86-87)

Bu âyetlerde geçen «rahmeten / merhametinden dolayı» ifadesi;

“Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak / rahmetimizden dolayı gönderdik…” (el-Enbiyâ, 107) meâlindeki âyette de geçer ki, bu tefekkürün Rasûlullah Efendimiz’in gönderilmesine de taşınabileceğini gösterir.* Zaten Rasûl ile Kitâb, risâlet vazifesinde birleşmektedir.

«Edebî ve fikrî sahada, aşırı katı, kaynak sorgulayıcı bir tavra girmemek lâzım.» dedik.

Aksi takdirde; asrımızda bütün imkânlarını seferber ederek ortaya koyduğu siyaset ve îmal ettiği insan tipiyle sınıfta kalmış, dünyaya İslâm nâmına kupkuru bir sûret takdim edebilmiş selefî anlayışı, bir de edebiyat sahasına indirmek akıl kârı değil. Çünkü edebiyat; yapısı itibarıyla mecaza, teşbihe, istiâreye, rumuzlara ve kinâyeye açık bir vadi. Orada hür bir muhayyile, hür bir tasavvur ve tefekkür alanı bırakmak lâzım.

Asr-ı saâdette dahî, Hassân bin Sâbitler, Abdullah bin Revâhalar Peygamberimiz’i methederken çeşitli telâkkîler geliştirdiler. Meselâ Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-;

“Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır.

Sen âdetâ dilediğin gibi yaratılmışsın!” der.

Bu telâkkîlere delil / hüccet / dipnot aramaya kalkmak abesle iştigal olmaz mı?

Bu şiirler, Rasûlullah Efendimiz’e arz edildi ve tensip gördüyse, takrîrî sünnetin de alanına girmiş oldu. Nitekim katıldığı bir düğünde;

“Aramızda yarın olacakları bilen Peygamber var.” mânâsında bir mısra okunduğunda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna müdahale etti. Gaybı, bir peygamberin, ancak Allah bildirirse bilebileceği hakikatini pekiştirmiş oldu. (Tirmizî, Nikâh, 6; İbn-i Mâce, Nikâh, 21)

Elbette buna mukabil, o vadide üretilmiş hayal ve fikirlere de, akîde ve temel esas muâmelesi yapmamak lâzım.

Bu mânâda; “Rasûlullah Efendimiz olmasaydı; bu âlem neler kaybederdi, bizler ne duruma düşerdik…” şeklinde farazî bir tasavvur, mütefekkirleri ve şairleri meşgul etmiştir.

Mevlid-i şerîf denince ilk akla gelen «Vesîletü’n-Necât»ın sahibi, Süleyman Çelebi şöyle diyor:

Ger Muhammed olmaya idi ayân,
Olmayıserdi zemîn ü âsumân.

Hem vesîle olduğiçün ol Rasûl,
Âdem’in Hak tevbesin kıldı kabul.

Ger Muhammed gelmeseydi âleme,
Tâc-ı izzet ermez idi Âdem’e…

Kasîde olarak okunan şu meşhur mısralar da Peygamberimiz’in varlığının, bu âlemin varlığı, güzelliği, mânâsı ve kıymeti bakımından âdeta bir «kilit taşı» olduğunu şöyle ifade etmekte:

Yâ Rasûlâllah, eğer Sen, gelmeseydin âleme,
Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhul esmâ Âdem’e,
Varlığın mânâsı kalmaz gark olurdu mâteme!..

Kilit taşı çıkarsa yapı çöker, temel gaye ortadan kalkarsa kaos başlar.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri de meseleyi; kâinâtın ve yaratılışın gayesi bakımından, şöyle tefekkür ediyor:

“Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediye’nin nûru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat dîvâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir kıyâmeti koparacak.” (Lem‘alar, 30)

Yaman Dede de O’ndan firâkı misallendirir aynı tefekkürle:

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilâhî nûrun olmazsa,
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa,
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mesrûrun olmazsa,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah.

Bedîüzzamân’ın tefekküründe daha ziyade içtimâî, Yaman Dede’nin tahayyülünde daha ziyade ferdî tarafını görüyoruz meselenin.

Ali Ulvi KURUCU’nun mısraları da İslâm ümmetinin 20’nci asırdaki hâline göndermeler taşıyor:

İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıktı;
Tutmuştu Arş’ı şekvâ, Levlâke yâ Muhammed!

Dünyâda tek hakîkat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimyâ, Levlâke yâ Muhammed!

Al kan, figān içinde te’yîd ederdi zulmü;
Binlerle kanlı sehpâ, Levlâke yâ Muhammed!

Aslında bu şiirde «olurdu» denilenler oldu. Hıçkırıklar ve inlemeler ehl-i İslâm’ı sardı. Binlerle kanlı sehpa kuruldu. Çünkü bu ümmet, Rasûlullah Efendimiz’den uzaklaştı. Bu bakımdan; “Sen olmasaydın.” tefekkürü asrımızda bir mânâ daha kazandı:

Rasûlullah Efendimiz var oldu, gönderildi, elhamdülillâh bu en büyük nimete nâil olduk. Lâkin, biz o nimetten ne kadar istifade hâlindeyiz? Eğer o nimeti hayatımıza, ailemize, işimize, aşımıza, evlâtlarımızın terbiyesine katmıyorsak, işte o zaman; “O olmasaydı ne karanlık bir hâl olurdu!” diye söylenenler, bizim hayatlarımızda olur!..

O’nun nûrunu hayatlarımıza yansıtmazsak, iki cihanda hayatımız kararır.

O’nun sünnetini ve rahmetini ailemize getirmezsek, aile içi şiddetle boğuşur, sonunda şiddeti değil aileyi yok ederiz.

O’nun hayat ölçülerini hayatımıza tatbik etmezsek, ölürüz, öldürülürüz, yok ediliriz, mağlûp oluruz, aşağılanırız.

Geçtiğimiz ay; daha 55 yaşında velût çağında bir şairimizi, Servet YÜKSEL’i zamanımızın vebâsı Korona’yla mücadelesinde şehid verdik.

Onun da «Sen Olmasaydın!» şiiri, bu muhasebe üzerine kurulu. Yani ezelde vukû bulmuş bir hakikati tartışmaktan ziyade, bizim hayatımızda O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmazsa neler olur tefekkürünü terennüm ediyor.

Hak rahmet saçmazdı Sen olmasaydın.
Sırrını açmazdı Sen olmasaydın.

Açışı, gülüşün; şebnemi, terin,
Güller Sen kokmazdı Sen olmasaydın.

Dicle-Fırat Sen’sizlikten buz keser,
Cömert Nil akmazdı Sen olmasaydın.

Ebediyyen ateşlerde yanardık,
Bize af çıkmazdı Sen olmasaydın.

Giriş mısraları klâsik mânâda bu âlemin var oluş gayesinin Efendimiz olduğunu bildirmekte. Lâkin şu beyitler, Rasûlullah Efendimiz’in gayretlerini, fedâkârlıklarını, ümmeti yetiştirme ve geleceğe hazırlama ufkunu öne çıkarıyor:

Sohbetinde melekleşti vahşîler,
Putlar kırılmazdı Sen olmasaydın.

Aklını da yitirmişti insanlık,
Kendini bilmezdi Sen olmasaydın.

Canlarından zevkle geçen aslanlar,
Dünyaya gelmezdi Sen olmasaydın.

Yani;

“Ey ümmet! Vahşîleri (yani nefs-i emmâre sahibi olan hepimizi) melekleştirmeye, putları kırmaya, insana insanlığını bildirmeye, bu uğurda candan-maldan geçmeye yönelik o gayretleri, Peygamber’in emâneti olan o çalışmaları terk ederseniz câhiliyye geri döner.” Ki döndü!..

Seyre dalıp müjdesini verdiğin
İstanbul gülmezdi Sen olmasaydın.

Rasûlullah Efendimiz var, müjdesi var, o müjdeye de gönül veren Fatihler var. Eğer Peygamber vârisi Akşemseddin olmasaydı, Mehmed, «Gayemiz i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsıdır!» demeyip zevk u safâya dalsaydı, belki hâlâ Bizans ayakta olurdu.

Yetimlerin, gariplerin yarası,
Kanar, sarılmazdı Sen olmasaydın.

Bir kasvet ki, kalplerimiz çatlardı,
Sükûnet bulmazdı Sen olmasaydın.

Bugün yaralar sarılmıyorsa, kalplerimiz kasvetten çatlıyorsa, Rasûlullah Efendimiz var olmadığından değil; ümmeti O’nun sünnetine yâr olmadığındandır. Çünkü ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.

Arap atlar ufuklarda kayboldu,
Yollar dürülmezdi Sen olmasaydın.

Her sayfası şanla doldu tarihin,
Hilâl görülmezdi Sen olmasaydın.

Şanlı tarihimiz, Peygamberimiz’e ümmet olma nimetinin şükrünü edâ etmek için ufuklarda kaybolan fedâkâr sahâbîler ve onlara ihsanla tâbî olanlar sayesinde şanlı oldu ve şanlı kaldı. O şan terk edilince ise, kanlı ve hicranlı oldu.

Hakikati bilemedi Kisrâlar,
Hayal kurulmazdı Sen olmasaydın.

O sürmeli gözlerinde öteler,
Dosta erilmezdi Sen olmasaydın.

Sadece siyaset, adâlet ve dünya hâkimiyeti meselesi değil, en derin mânevî bahisler de ancak, Rasûlullah Efendimiz’in araladığı mâneviyat kapılarından insanlığa açıldı.

Bugün öve öve bitirilemeyen yapay zekânın bütün ufku; müşteriyi nereden avlarım, ona neyi nasıl satarımdan öteye geçmiyor.

Müslümanlar tekrar Rasûlullah Efendimiz’in varlığından haberdar olur da tekrar doğrulurlarsa; o zaman seyretmeli, insanlığın gerçek ilerlemesi neymiş, onca imkân ve zenginlik insanlığın ayaklarına eşit bir şekilde nasıl serilirmiş… Hak, hukuk, adâlet, fazîlet ne imiş ancak Peygamberimiz’in feyziyle tahakkuk edebilir.

Hamdolsun, 200’üncü sayısıyla sizleri selâmladığımız Yüzakı da, her sene mutlaka bir sayısını, varlığını varlığımıza medyun olduğumuz O Rasûl’e tahsis etti.

“O’nun artık gittiği” ağıtlarıyla karalanan ve O’na; «Gel!.. Gel!..» diyerek paralanan kâğıtları bir kenara itip, O’na varmayı, O’nun rahmetini, ahlâkını ve sünnetini hayatımıza getirmeyi, yapmamız gerekenin sadece asr-ı saâdet ile aramıza kendi çektiğimiz perdeyi kaldırmak olduğunu telkin etti. Na‘t vadisinde bu ümitvar tefekkürün altını çizdi. Fikir ve nesir vadisinde büyüklerimiz O’nun muhteşem ahlâkını, O’nun insanlığa neler öğrettiğini tekrar tekrar bildirdi, hatırlattı.

Rabbimiz hizmetleri kabul buyursun. Nice yıllar istikametle devamını lutfeylesin. Bu 200 ay içerisinde rahmet-i Rahmân’a uğurladığımız şairlerimizi, yazarlarımızı, temsilcilerimizi ve okuyucularımızı Rabbimiz keremiyle karşılasın.

Gönlümüzde daima O var olsun!

_____________
* Bu mânâyı şu yazıda ifade etmeye çalışmıştık:
https://www.yuzaki.com/2011/04/rabbul-aleminin-alemlere-rahmeti-rahmeten-lil-alemin/