KEFENİN CEBİ YOK AMA MALINDAN İSTEDİĞİN KADARINI YANINDA GÖTÜREBİLİRSİN

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Yeryüzünde öleceğini bilen tek canlının, insanoğlu olduğu söyleniyor. Öleceğini bildiği için de hâliyle çareler arıyor, hiç ölmeyecekmiş gibi gayret edip dünyaya sarılıyor. Lâkin her ne kadar gayret edip, kendine göre çareler arasa da neticede kendisine emânet olarak verilen canın mühleti dolduğu an, ölüm her canlıyı yakaladığı gibi onu da yakalıyor.

Dünyayı çok seven ve ölmemek için çabalayan insanların, ölümden daha büyük bir dertleri var. Ölmemek için gösterdikleri gayretin, aradıkları çarelerin arka plânında, aslında bu büyük dert var. Bu öyle bir dert ki; ölmekten bile daha zor. «Ölümden daha büyük bir dert mi var?» diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet böyle büyük bir dert var. Yaşadığınız çevrede, dünya malını seven insanları biraz müşâhede etseniz, bu derdi kolaylıkla tespit etmeniz mümkün.

Dünyayı seven bu insanların, ölümden daha büyük gördükleri dertleri; ömürleri boyunca çalışıp, çabalayıp, bin bir çile ile biriktirdikleri mallarını, mülklerini, makamlarını ve harcamaya kıyamadıkları servetlerini, başkalarına bırakıp gitmek. Bunun çok kolay olduğunu filân düşünmeyin sakın. Zira ehl-i irfan, böyle insanlar için; canını vermenin, malını vermekten daha kolay olduğunu beyan ediyorlar.

Atalarımız, dünyanın geçici olduğunu anlatmak ve bu dünyadan öteki âleme herhangi bir şey götürülemeyeceğini beyan etmek sadedinde; «Kefenin cebi yok.» demişler. El-hak doğru bir kelâm. Bu dünyadan ayrılırken, yanımızda kefen bezinden başka hiçbir şey olmayacak. Bu dünyada ne kadar zengin olursak olalım, ne kadar güç kuvvet sahibi olursak olalım; toprağın altına girince, zenginimiz de fakirimiz de aynı olacak. Oradaki en büyük sermaye, en büyük zenginlik; buradan gönderdiklerimiz olacak.

Atalarımızın dediği gibi kefenin cebi yok. Ama burada sahip olduklarımızı yanımızda götürmenin, onlardan faydalanmanın da bir yolu olmalı değil mi? Kefenin cebi olmasa bile, insanın sahip olduklarını yanında götürebileceğini söylemek, pekâlâ mümkün. Mademki bu dünya âhiretin tarlası, madem burada yaptığımız her amelin karşılığı öbür âlemde önümüze çıkacak, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle;

“Ecel verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.” dememiz lâzım.

Bu dünyanın geçici olduğunu anlamamış, sahip olduklarının ilelebet kendinde kalacağını sanan, ancak ölünce uyanıp iflâs ettiğini anlayan bedbahtlardan olmamak için Allah Teâlâ’nın şu îkazına kulak verelim:

“Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allâh’ın rızâsını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Bakara, 272)

Dedik ya, insanoğlu için sahip olduklarını bırakıp gitmek çok zor diye. Bizim olmayan bir malı sahiplenmek ve başkasına ait olan o mal için mücadele etmek ne kadar abes ise, dünyada bırakıp gideceğimiz mallar için de dertlenip tasa etmek o kadar abes bir durumdur. Bir kere, bizim olanın ve olmayanın tespitini iyi yapmak durumundayız. İnsanın kendisine ait olan malının hangisi olduğunu anlamak için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Âdemoğlu; «Malım!.. Malım!..» deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var?” (Müslim, Zühd, 3-4)

Dikkat ederseniz, sahip olduklarımızdan arkada bıraktıklarımızla alâkalı bir ipucu yok. Öyleyse kendimize şu soruyu sormak durumundayız. Asıl sahip olduklarımız burada kalanlar mı yoksa bizden önce âhirete gönderdiklerimiz mi? Bunu tam mânâsı ile idrâk etmek durumundayız.

Bakınız buna Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl cevap veriyor:

“Kişinin kendi malı hayır yaparak önceden gönderdiği, mîrasçının malı ise, harcamayıp geride bıraktığıdır.” (Buhârî, Rikāk, 12)

Kim malını seviyorsa, onu kârlı bir ticaret için kullanır. Geçici dünyaya ihtiyacından fazla kıymet verip, koca koca binalara, sonu gelmez arzu ve isteklere harcamak yerine; hem geride bıraktığı ailesini muhtaç duruma düşürmeden haklarını vermek, hem de öbür âleme yatırım yapmak pekâlâ mümkün. Şeyh Sâdî böyle insanlar için;

“Akıllı insanlar, mallarını öbür âleme giderken beraberlerinde götürürler.” diyor.

«Efendim; ben çalıştım kazandım, vazifemi yaptım, evlâtlarıma da iyi bir servet bıraktım, nasılsa ben öldükten sonra gerekeni yaparlar.» diye düşünmemek lâzım. Bakınız bu hususta yine Şeyh Sâdî nasıl bir îkazda bulunuyor:

“Âhiret azığını hayatında kendin tedarik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nimeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar sahip olamazsın.”

Bunları söylerken şöyle bir şey anlaşılmasın. Müslümanlar fakir kalsın, hep birilerinden medet umsunlar, yardım görsünler, dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itsinler değil elbette. Evet çok çalışıp zengin olacağız. Ama, bu dünyada sahip olduğumuz maddî imkânların hiçbirini, yanımızda götüremeyeceğimizi unutmayacağız. Bir Allah dostunun ifadesi ile;

“Cebimizde çok olacak, gönlümüzde yok olacak.” Eğer bu ölçüyü tutturabilirsek, eğer dünya malını geçici dünya hayatı için değil, ebedî bir hayata yatırım olarak kullanmayı becerebilirsek, o zaman asıl zenginliğin safâsını süreceğiz inşâallah.

Mal da evlât da bize bir imtihan vesilesi olarak emânet edilmiş. Bu imtihandan başarı ile çıkabilmek için bakınız Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -kuddise sirruhû- Sultanımız ne güzel bir yol göstermiş:

“Malını hayır yoluna sarf eden, evlâdına dînî hükümleri öğreten ve yaşatan; kalbi hastalıklar, kötü ahlâk ve cehâletten sâlim olarak âhirete giden kişiler, mal ve evlâdından menfaat göreceklerdir.”

Ne mutlu bize ki, yanlışa düşmeyelim diye bizi uyaran bir Allâh’ımız var. Hem dünyada hem âhirette zarar etmeyelim diye, bize örnek olan bir Peygamberimiz var. O Peygamber’den aldıkları terbiye ile hayatlarını düzenleyen ve bu ölçüleri bize de tavsiye eden gönül dostları, Allah erleri var.

Rabbimiz bize emrettiği yol ve hükümler üzere dâim olmayı, o yol üzerinden yürüyenlerin izinden gidebilmeyi ve onlarla haşrolmayı nasip etsin.

Âmîn…

__________________________________

* Bu yazının kaleme alınmasına vesile olan merhum Ahmet ZİYLAN Ağabeyimizin rûhu için bir Fâtiha okumanızı istirham ederiz.