İSLÂM’I YAŞAMAK!

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Yaratılan onca mahlûkatın içerisinde insanın özel bir yeri vardır. Çünkü insan, akıl ve irade sahibidir, Allâh’ın yeryüzündeki halîfesidir. Vahye muhatap kılınan, emâneti / kulluk mes’ûliyetini yüklenen ve nihayetinde bundan hesap verecek olandır.

Her şey insan için, insan da âlemlerin Rabbi olan Allâh’a kulluk için yaratılmıştır.

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir…” (el-Câsiye, 45/13)

Lütuf ve ihsânıyla, insanın çevresini birçok nimetle donatıp maddî ihtiyaçlarını gideren Allah; mânevî ihtiyaçlarını gidermek, emâneti hakkıyla taşımasını sağlamak ve kulluğunu en güzel şekilde yapabilmesini temin için de birçok hükümler koymuştur. Bu hükümlerin bir kısmı yapılmasını istedikleri, bir kısmı da yasakladıklarıdır. Emirler ve yasakların hepsi dîni oluşturur.

“Din; insanların yaratıcı olarak kabul ettikleri üstün güce olan îmanlarını, ona yapacakları ibâdetlerin bütününü ve bu îmâna göre davranışlarının nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yoludur.” (Kubbealtı Lügati)

Hükümlerin her biri; insanın hak ve hukukunun korunması, arzularının peşine düşmeden ve azgınlaşmadan insanca yaşaması, vazifesini gereğince yapması, dünya ve âhiret dengesini kurması, Hak katındaki değerinin yükselmesi ve sonsuz hayatı kazanması içindir.

“Allah katında din şüphesiz İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 3/19)

İslâm; sözlükte «kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak» anlamlarındaki silm (selm) kökünden türemiştir. (TDV İslâm Ansiklopedisi)

İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den bu yana Allah tarafından gönderilmiş bütün dinlerin isimleri farklı da olsa özünde İslâm’dır. Çünkü İslâm, fıtrat dînidir.

Her insanın fıtratında; inanma, yönelme, bir güçten yardım isteme gibi birçok ihtiyacı vardır. Îmân etmek, arkasından hem Allâh’a hem insanlara hem de diğer yaratılanlara karşı birçok mükellefiyetler getirir.

İslâm’ın hükümleri; insanı ve insanın irtibatlı olduğu her sahayı kuşatır, kargaşayı önlerken belli bir nizam kurar.

Ferdi merkeze alırken cemiyeti ıslah, medeniyeti inşâ etmeyi görmezden gelmesi; ailesi ve yakınlarıyla ilgili problemlerine ışık tutup çözüm üretirken, insanın muhatap olduğu/olacağı diğer insanlara, insan dışı canlı ve cansız varlıklara karşı ne yapması ve nasıl tavır alması gerektiği gibi birçok noktayı karanlıkta bırakması düşünülemez.

Peygamberlerin hayatı vahiyle şekillenmiştir. Peygamberler, vahyi günlük hayata taşımışlar ve ümmetlerine güzel birer örnek olmuşlardır. Yaşanmayan bir din asla varlığını sürdüremez.

Hazret-i Peygamber’in hayatı, İslâm’ın yaşanabilir olduğunun en önemli belgesidir. O; kendisine bildirilen her türlü emir ve yasakları önce kendisi tatbik etmiş, sonra da çevresindekilere tebliğ etmiştir. O’nun yaşayışını gören eşleri, çocukları, sahâbîler vakit kaybetmeden gördüklerini uygulamışlar ve birer yıldız olarak İslâm semâsındaki yerlerini almışlardır.

Bugün düşünce ufuklarını sisler, gönül âlemlerini huzursuzluklar kapladıysa; İslâm’a sırt dönüldüğü ya da emir ve yasaklarının birçoğuna riâyet edilmediği içindir.

İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başladı.

Bilgiye ulaşmak için hedefe kilitlenenler, gecesini gündüzüne katanlar, öğrendiklerini davranışa taşıyamadılar.

Niyet noktasında ciddî zâfiyetler ortaya çıktı. İhlâs ekseninden kayanlar, riyâ uçurumuna yuvarlandılar. Bazıları iyiliği ve hayrı göstere göstere yapar, yaptıklarını ise fotoğraflarla sosyal medyada paylaşır oldular. Yapılan iyiliğe ve hayra şâhit(!) olanların alkışları; «Sana da bu yakışırdı!» gibi sözleri, onlara Hakk’ın rızâsından daha sevimli, daha memnun edici gelmeye başladı.

Adâlet terazisinin dengesi bozuldu. Kişinin lehine olan her şey doğru, aleyhine olan şeyler de yanlış kabul edildi. Yapılan hatalar için nice bahaneler üretildi.

Başkalarına hakkı ve sabrı tavsiye edenler, kendi îman kalesinin surlarında açılan gedikleri ya görmezden geldiler ya da kapatmaktan âciz kaldılar.

Kendilerine bile samimî olamayanlardan, çevresindekilere ve Allâh’a karşı samimî olması beklenemez.

İnsanın sükûna ermesi, hakikî mânâda huzuru bulması, esâretten kurtulup hür olabilmesi ancak Allâh’ın emrettiklerini yapması ve yasaklarından kaçınmasıyla mümkün olacaktır.

Uymak zorunda olunan emir ve yasaklar, zihinlerde bir bilgi dağı olarak kalmamalı, fiiliyata dönüşmeli, davranışlarda süreklilik sağlamalıdır.

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (et-Tahrîm, 66/6)

Her kuşak, -ne kadar farklı özellikleri olsa da- etkileşimde olduğu önceki kuşakların izlerini taşır. Büyüklerin tavırları gözlemlenir, bu tavırlar özümsenir ve fıtrattan gelen özelliklerle birlikte harmanlanarak yeni kişilikler ortaya çıkar.

Yetiştirilme ortamlarına ve şartlarına göre aynı neslin bir kısmı; millet, devlet, ümmet ve Hakk’a hizmet için seferber olurken bir kısmı da hak ve hukuk kaidelerini ihlâl eden, kulluğun şuurunda olmayıp haz için yaşayan, inançsız, hattâ vatana ihânet edenlerle aynı safta yer almaktadır.

Kendimizi düzeltmeden, gayret göstermeden, güzel bir örnek olmadan iyi bir neslin yetişmesi boş bir hayaldir.

Canımız, bedenimiz, ömrümüz gibi çocuklarımız da bizlere verilen emânetlerdendir. Emânete sahip çıkarak onları dünyanın ve özellikle de âhiretin tehlikelerinden korumalıyız. Günlük ihtiyaçlarını karşılarken, ukbâya ait ihtiyaçlarını da gidermek zarûrîdir.

İslâm’ı hayatımızın merkezine yerleştirip günlük hayatımızı buna göre şekillendirmemiz gerekir.

Yaşamayanlar, yaşatamazlar.

Yaşayarak, yaşatarak asr-ı saâdette olduğu gibi hânelerimizi gül bahçelerine çevirebiliriz.

Unutulmamalıdır ki;

Gül yetiştirmek için gayret etmeyenlerin, bahçelerini saran ayrık otlarından ve dikenlerden şikâyet etme hakları yoktur.