Gerçek Nimetlere Gerçek Yansımalarla ŞÜKÜR!

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Cenâb-ı Hak, Rahmân Sûresi’nde;

İnsanı yarattığını ve ona anlayıp, açıkça anlatmayı öğrettiğini ifade ediyor. Güneşin ve ayın bir hesaba göre hareket ettiğini buyuruyor. Göğü yükselttiğini ve kâinâta mükemmel bir denge koyduğunu söylüyor. Bütün canlılar için yeryüzünü vâr ettiğini, orada çeşit çeşit meyveler, ürünler ve bitkiler yarattığını bildiriyor.

Ardından soruyor:

“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 13)

Kudretini anlatıyor. Ardından tekrar soruyor:

“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 18)

Kâinattan nice hakikatler ve manzaralar önümüze koyuyor. Ardından tekrar soruyor:

“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 28)

Sayısız isim ve sıfatlarıyla, her an sınırsız tecellî ve yaratma hâlinde olduğunu bildiriyor. Ardından tekrar soruyor:

“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 30)

Allah Teâlâ, yetmiş sekiz âyetten müteşekkil bu sûrede; nimetlerini, lütuflarını, yarattığı hakikatleri, bugünü ve yarını, başımıza gelecekleri ifade ediyor. Aralarda da hep defaatle soruyor:

“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?”

Çünkü;

Hepsi gerçek!

Cenâb-ı Hak, bütün nimetlerini kullarına gerçek olarak verir. Hiçbiri asla bir hayal ürünü değildir. Bu yüzden muhatap olduğumuz her bir nimetin şükrünün de gerçek bir şekilde tecellî etmesi îcap eder.

Unutmamalıyız;

Aldığımız nimetlerin karşılığını sadece lâf ile vermeye kalkar isek; bu hayalî bir şükür olmaktan öteye geçemez. Allah Teâlâ’nın verdiği gerçeğe, karşılık olarak hayal takdim etmek de yalnızca büyük bir hüsran ve kayıptan ibarettir. Zira gerçek lütuflara, gerçek yansımalar yapmak gerekir.

“Elhamdülillâh!.. Şükürler olsun yâ Rabbî!.. Sana ne kadar şükretsem az yâ Rabbî!..” gibi cümleler, ağızdan rastgele çıkar ve icraatlar ile desteklenmezlerse; şükrümüz makbul olmaz.

Bu yüzden;

«Gerçek nimetlere gerçek yansımalar» hassâsiyetine riâyet etmediğimiz takdirde; şükreden bir kul olduğumuzu zannederken, -Allah muhafaza- nankörler halkasında kalabiliriz.

Zira Cenâb-ı Hak da buyuruyor:

“Şükredin! Kullarımdan (hakkıyla) şükredenler pek azdır.” (es-Sebe, 13)

O az olan zümreye dâhil olabilmek içinse; gerçek icraatlar, gerçek ameller ortaya koymamız gerekli. Onlar da rızâ-yı ilâhî istikametinde olmalı.

Peki, Rabbimiz bizden ne istiyor?

Namaz kılmamızı istiyor. Oruç tutmamızı istiyor. Birbirimizin hakkını gözetmemizi istiyor. Güzel ahlâk sahibi olmamızı istiyor. Merhametli olmamızı ve herkese cömert davranmamızı istiyor. İhlâslı ve samimî olmamızı istiyor. Hayâlı olmamızı ve iffetimizi korumamızı istiyor. Sâlihlerle beraber olmamızı, takvâ sahibi olmamızı, istiğfâr ehli olmamızı, sabırlı, nezâketli, güvenilir ve mütevâzı olmamızı istiyor. İhtiyaç sahiplerine yardım etmemizi istiyor. Sadaka vermemizi, hayır-hasenat yapmamızı ve infakta bulunmamızı istiyor.

Bütün bu saydıklarımızın, içerisinde olduğu bir kulluk istiyor.

İşte;

Biz, ancak O’nun bu isteklerini yerine getirmek sûretiyle, lâyıkıyla şükretmiş oluruz. Çünkü âyet-i kerîmede de «şükredenlerden ol!» emrinden evvel kulluk etmemiz istenmiş:

“Yalnız Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol!” (ez-Zümer, 66)

Bu itibarla;

Salgının ve tedbirlerin uzaması, aynı zamanda iktisâdî sıkıntı çeken insanlarımızın sayılarının da artması münasebetiyle; kulluğumuzun gereklerinden biri olan zekât ve infak emirlerini, toplumca gündemde diri tutma vakti!

Allah Teâlâ emrediyor:

“… Size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Bu emir, âdeta; muhatap kılındığımız lütufların şükrünü, gerçek bir şekilde tecellî ettirebilme imkânı!

Bu imkânı iyi değerlendirmeli; infakta, sadakada ve mes’ul olduğumuz ölçüde zekâtta asla geri durmamalıyız.

Kaldı ki;

Sahip olduğumuz mal-mülk de zaten bizim değil, O’nun. Biz ne kadar bizim zannetsek, yine de bizim değil. Şairin dediği gibi:

Şu yer ve gök, bu can ve ten,
Senin, fakat senin değil!
Ne fark eder benim desen?
Senin, fakat senin değil! (Seyrî)

Çünkü:

“Kâinâtın mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti elinde bulunan Allah, yüceler yücesidir.” (el-Mülk, 1) âyet-i kerîmesinde de buyurulduğu üzere; Allah, yüceler yücesidir ve bütün mülk O’nun elindedir. Bir başkasının asla değil.

Hâl böyle olunca;

Kul kendi elindeymiş gibi hareket ettiğinde, Kārun misâli aldanır. O Kārun ki, Musa -aleyhisselâm-’dan sonra Tevrât’ı en güzel okuyan kimse idi. Kazandığını kendisinin zannetti. Hırsa kapıldı. İhtiyaç sahiplerine vermekten kaçındı. Yaptıkları, şükürsüzlük oldu. Âkıbet, malıyla birlikte hüsrâna uğradı ve yok oldu gitti.

İbrahim -aleyhisselâm- ise, her dâim sahip olduklarının şükrünü edâ etti. Malından, mülkünden ihtiyaç sahiplerinin hakkını hep ayırdı. Onları gözetti. Nesi var nesi yok Hakk’a râm etti. Hakk’a infâk etti. Tâbir-i câizse Hakk’a geriye teslim etti. Cenâb-ı Allah da ona muazzam bir bereket ihsân etti.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Erbaş’ın geçtiğimiz ay yaptığı bir açıklamaya bakınız:

“Türkiye’de 55 milyar dolarlık bir zekât potansiyeli var. İslâm dünyasındaki zekât potansiyeli ise 10 trilyon dolar. Eğer 10 trilyon dolar zekât verilse; dünyada fakir fukara, garip gurebâ kalmaz.”

Yaşadığımız dünyanın hâline bakacak olursak da, tekrar anlıyoruz ki esas mesele; şükür mevzuunu iyi idrâk etmek, ona göre yaşamak.

Her dâim formülümüz olmalı:

Gerçek nimetlere, gerçek yansımalarla;

Şükür!