ÖZÜMÜZE VAKİT AYIRMA ZAMANI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terk etmediği sünnetlerinden biri de Ramazân-ı şerîfin son on gününde îtikâfa girmesiydi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz’den rivâyet edildiğine göre:

“Rasûl-i Ekrem Ramazân’ın son on gününde îtikâfa girerdi. O, bu âdetine vefâtına kadar devam etmiştir. Sonra O’nun ardından hanımları îtikâfa girmiştir.” (Buhârî, İ‘tikâf, 1; Müslim, İ‘tikâf, 5)

Tabiîn âlimlerinden İbn-i Şihâb ez-Zührî -rahmetullahi aleyh- diyor ki:

“Şaşarım o kimselerin hâline ki, îtikâfı nasıl terk ederler! Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bazı fiilleri bir süre yapar daha sonra terk ederdi. Hâlbuki îtikâfı ömrünün sonuna kadar hiç terk etmemiştir.”

İmam Zührî’nin îtikâfı vâcib kabul ettiği ve dînen geçerli bir mazereti olmadan îtikâfı terk etmeyi uygun görmediği bildirilir. Fakat diğer mezheb imamları; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında îtikâfa giren sahâbeler olduğu gibi girmeyenlerin de olduğunu, onlara vâcib bir amel gibi emredilmediğini göz önüne almışlar ve sünnet-i müekkede olduğunu söylemişlerdir. Elmalılı merhum, Bakara Sûresi tefsîrinde;

“Bununla beraber bir Ramazan’da bırakmış olması da vâcib olmadığına delâlet edebilir. Fakat Şevval’de yine yapmış olması da îtikâfsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir îtikâf vâcib olurdu.” diyerek bu amelin sünnetteki yerine dikkat çekiyor.

Îtikâfın semâvî dinlerde olduğu, Hazret-i İbrahim ve oğlu İsmail -aleyhimesselâm- Kâbe’yi inşâ ettikleri zaman onlara;

“İbrahim ve İsmail’e;

«–Evimi (Kâbe’yi); onu ziyaret edenler, ibâdet için orada kalanlar (âkifîn), rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!» diye ahid (emir) verdik.” (el-Bakara, 2/125) buyurulduğu haber verilmektedir.

Îtikâfa özellikle Ramazan ayının son on gününde girilmesi, Kadir Gecesi’ni arama sünnetine de işaret eder. Îtikâfa giren kimsenin, gücü yettiği kadar sâlih amelle meşgul olup gereksiz şeyler konuşmaması esastır.

Hazret-i Âişe Annemiz;

“Rasûl-i Ekrem; Ramazân’ın son on gününde ibâdet için yoğun bir gayret içine girer, gecesini ihyâ eder ve ibâdet için aile fertlerini uyandırırdı.” demiştir. (Buhârî, Fazlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ‘tikâf, 7)

Îtikâf her şeyden önce insanın Allâh’ın evine sığınmasıdır. İbâdet, zikir ve tefekkürde yoğunlaşmak için dünyevî meşgalelerden sıyrılmasıdır.

Son dönem İslâm âlimlerinden Mehmed Zihni Efendi;

“Îtikâf yapan kimse; kalbini dünya işlerinden arındırmış, nefsini Mevlâ’ya teslim ederek ikram edici olan Allâh’ın kapısının bağlısı olmuş, düşmanın hile ve tuzaklarından O’nun sapasağlam kalesine sığınmış ve hâl diliyle;

«–Rabbim! Beni bağışlamadıkça ben bu kapıdan ayrılmam!» demiş olur.” diyor.

Îtikâf bir bakıma da insanın kendine, yani kendi rûhuna, kendi mâneviyâtına zaman ayırmasıdır. Zamanımızda çok dile getirilen bir husustur:

«Kendine zaman ayır.»

İnsanoğlu çoğu zaman alışkanlıklarının kölesi hâline gelir. Günlük işler arasında mekik dokur, çok da gerekli olmayan şeylerin peşinde koşturarak kendini yorar. Hayat; kazan-harca, yorul-dinlen, üret-tüket kısır döngüleri ile boşa harcanır gider.

Hele bir de maddiyâtı hayatın gayesi hâline getirmişse; daha fazla kazanmak, makam, mevkî elde etmek ve kariyer basamaklarında yükselmek için hem gönlünü hem aklını hem bedenini yorar yıpratır. Kendini amansız bir yarışa kaptırmışsa, Allâh’ın emâneti olan aklını, kalbini ve bedenini hasta edecek kadar gözü kör olur. Sonra bir gün bir bakar ki; boşuna koşmuş, bir hiç uğruna yorulmuş.

«Ailem için çalışıyorum.» derken aslında ailesini de memnun edememiş. «Kendimi güvenceye alacağım, daha huzurlu olacağım.» zannederken daha da huzursuz olmuş. Belki hırsa kapılıp gereksiz riskler almış. Belki de kendine fazla güvenip aşırı yüklerin altına girmiş.

Hâlbuki bir durup soluklansaydı, kendini durdurup şöyle bir;

«–Nereye gidiyorum?» diye baksaydı, belki de daha doğru kararlar verecekti. Belki daha sakin, daha sabırlı, daha ölçülü hareket edecekti. Gaye hâline getirdiği şeylerin, aslında bir vasıta olduğunu fark edecekti. Vasıtaları gaye hâline getirmekle ne kadar büyük hata yaptığını geç olmadan anlayabilecekti.

En önemlisi de asıl en değerli sermayesinin ömrü olduğunu görecekti. Büsbütün elden çıkmadan önce, onu güzelce değerlendirmenin güzel bir alıştırmasını yapmış olacaktı.

Ömer Nasuhi BİLMEN Hocaefendi;

“Bir mü’minin her gün azalmakta olan hayat günlerinden istifade ederek böyle kudsî bir yerde, bir müddet ezelî yaratıcısına olanca varlığı ile yönelip saf bir kalp ile tertemiz bir dille ibâdet ve itaatte bulunması, mânevî bir zevke dalması ne müstesnâ bir ganîmettir.” diyor.

Îtikâfın güzel bir tarafı da insanı sosyalleşme alışkanlıkları bakımından bir kontrole zorlaması. Îtikâfa girdiğiniz zaman, kendi seçiminizle girdiğiniz bir yalnızlığı tecrübe edersiniz. Böylece yalnızlık korkusundan sıyrılır ve yalnızlık zamanlarını güzel değerlendirme alışkanlığı kazanırsınız.

Sırf yalnız kalmamak adına beraber olduğunuz, çene çaldığınız, mâlâyânî, gıybetle günaha girdiğiniz nice faydasız arkadaşlıkları da bir gözden geçirirsiniz. Onlarsız da olabileceğini gördükçe, dost edinirken daha seçici olabileceğinizi fark edersiniz.

Nice zahmetle kazandığınız sevaplarınıza sahip çıkar, bunları yeniden kaybetmemek için daha kararlı olabilirsiniz. Hayatınızın bütün safhalarında daha takvâlı olmak için kendinizi daha azimli ve iradeli hissedersiniz.

Kendinizi Rabbinize sevdirmek adına bir şeyler yaptıkça, O’ndan başkasının kabulüne ihtiyacınızın olmadığını hissetmeye başlarsınız. Bu da sizi, güçlü yapar. Artık dışlanmamak için sürüye uymak zorunda olan bir koyun değilsiniz, aksine sürüyü koruyan bir çoban mevkiine yükselebilirsiniz.

Bugün modern psikoloji dahî, sağlıklı ruh hâline sahip insanı tarif ederken; «İnsanlarla bir araya geldiği zaman iyi geçinen ama yalnız da kalabilen insan» diyor.

İnsanlarla iyi geçinmek, hep kendini onlara beğendirmeye çalışmakla olmaz. İnsanlarla sürekli beraber olmaya ihtiyaç duymakla olmaz. Aksine insanlarla iyi geçinmenin birinci maddesi, kimseden bir şey beklememektir. Beklentisi çok olanın kırgınlığı da çok olur.

Yalnızlığı kendiniz tercih etmenizle, terk edilmiş olarak yalnız kalmak arasında çok fark vardır. Siz bir gaye ile yalnız kaldığınız zaman, vücudunuzdaki stres yükselmez. Çünkü bu sizin isteğinizle ve sizin kontrolünüzdedir. Ama insanlarla kırgınlıklar, dargınlıklar yaşayıp, terk edilmek veya küsüp eve kapanmak durumunda hem beyninizde sürekli kötümser düşünceler döner durur hem de bedeninizde stres yükselir. İşte bu depresyona götüren, kötü yalnızlıktır. Bu yalnızlığın sebebi ise çoğu zaman kötü sosyalleşmedir.

Dostlarını iyi seçen, onlarla olan münasebetini ve duygularını dengeli, îtidalli bir şekilde ayarlayan insan; sağlıklı bir şekilde sosyalleşebilir. Dostlarını da şuurlu bir şekilde seçer, yalnızlığı da şuurlu ve gayeli bir şekilde seçip düzenler. Bütün bunlar için îtikâf ile bir iç dünyası temizliği yapmanın çok faydası olabilir.

Peygamber Efendimiz;

“Kim istiğfâra devam ederse, Allah onun hüznünü giderir, sıkıntısına kapı açar ve ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26) buyuruyor.

Bazı psikologlar; depresyona sebep olan asıl kötü duygunun, kişinin gizli suçluluk duyguları, değersiz hissetmesi, pişmanlıkları, ümitsizlik ve çaresizlik hislerine saplanması olduğunu söylüyorlar. Îtikâfta çok istiğfâr etmek, îtikâfın sevâbıyla geçmiş hatalarının silineceğine inanmak, insana yeni bir başlangıç yapma gücü verebilir.

Bazı depresyonlar ise derin kırgınlıklar ve kin gütme huyundan kaynaklanır. Yaşadığı haksızlıkları hâfızasında canlandırıp durur. Unutmak bir nimettir ama devamlı kinini tazeleyerek unutmaya izin vermez.

Allah Zülcelâl; öfkeyi yenmeyi ve ardından da tamamen affetmeyi, ihsan sahibi olanların sıfatı olarak zikrediyor:

“Onlar bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah, işini güzel yapanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)

Elbette bunları yapabilmek için; kişinin asıl gayesini düşünüp, kendi vazifeleriyle meşgul olması gerekir. Bir insan, gözünü büyük hedeflere diktiği zaman, birisinin ona sataştığını duymaz bile. İşte îtikâf; insanı, yalnız kaldığı zamanlarda geçmişin hâtıralarıyla değil, asıl gayesiyle, kendi vazifesiyle meşgul olma yönünde yetiştiren bir tecrübedir.

Elbette nefse îtikâfı kabul ettirebilmek, gerçekten ciddî bir nefis terbiyesinin neticesi olsa gerektir. Bilhassa zamâne insanına. Günümüzde insanlara;

“–Cep telefonundan yirmi dört saat ayrı durabilir misin?” diye soruluyor, yarıdan çoğu;

“–Duramam!” diye cevap veriyor.

Son zamanlarda mânevî bir gayret içinde olmayan seküler çevrelerde bile moda hâline geldi: «Sosyal medya detoksu.»

Yapılan psikolojik testler, insanların sanal sosyalleşme alanlarına bağımlı olmaya meyilli olduğunu gösteriyor. Zaten bu sosyal medya siteleri de insanların yaratılışında bulunan tabiî duyguları ve zaafları kullanarak onları bağımlı hâle getiriyorlar.

Her tıklayış ve geçirilen süre, site sahiplerinin reklâm almalarını sağlıyor. Bu sırada insanlar, sınırlı olan beyin kapasitelerini bir sürü veri ile âdeta «kirletiyor».

Yapılan araştırmalar; bunların sadece dînî ve mânevî olarak değil, sıhhat yönünden de ciddî psikolojik bozukluklara sebep olduğunu ortaya koyuyor.

Meşhur bir söz var:

“Eğer bir hizmeti bedava kullanıyorsanız, demek ki satılan şey sizsiniz.”

Evet, sizin kıymetli ömrünüz satılıyor. Duygularınızın kirletilmesi, kalbinizin meşgul edilmesi de cabası. Bu arada ortaya koyduğunuz zaaflarınız, meraklarınız, ilgileriniz reklâmcılara satılıyor.

Îtikâf, sadece bir mekânda durma hâli değildir; orada cep telefonu ve benzeri dijital araçlarla konuşup yazışmalardan da uzak durmak gerekir. Yoksa o hakikî bir îtikâf olmaz. Eğer iradenize güvenebiliyorsanız; sohbet, Kur’ân-ı Kerim tilâveti ve benzerlerini dinleyebilirsiniz.

Îtikâfın bilhassa en büyük faydası, kalbindeki «muhabbetullâh»ı kuvvetlendirmektir. Sevginin en büyük şartı ve ispatı, sevilene zaman ayırmaktır.

Îtikâfta geçirilen güzel zamanlardan sonra tekrar topluma karışsa bile gönlüyle hep Allah ile birlikte olmak. Nakşibendî yolunda «halvet der-encümen» şeklinde ifade edilen; «Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak.»

Allah Zülcelâl nasip eylesin inşâallah.