SEFER ALİ

Hadi ÖNAL hadional23@gmail.com

Ta uzaklardan belki Sara Hatun’dan belki de Ulu Cami’den yükselen, dağlara çarpıp da yankılanan salâ sesi ile birlikte Sefer Ali yatağından doğruldu. Yanı başında uyumakta olan hanımı Hacer’e baktı. Hacer’in yüzünün sağ kısmı, yastığa yayılan saçlarının arasında kaybolmuştu âdeta. Uzun siyah kirpikleri, yumuk gözlerinin üstünde daha da kendini belli ediyordu. Fırat’ın o gece huysuzluğu tutmuş, uzun süre anasını uyutmamıştı. Hacer; vakit gece yarısını geçtikten sonra ancak kocasının yanına, yatağına gelmişti. Sefer Ali, sessizce yataktan kalktı. Karısını uyandırmak istemiyordu. Uzandı, el yordamı ile elbiselerini buldu. Ayaklarının ucuna basarak kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, bir anda vücudunu sarmalayan Göllübağ’ın serin rüzgârı ile ürperdi.

Sabah erken kalkmak Sefer Ali’nin vazgeçilmezlerindendi. Ona bu alışkanlığı, babası Rüstem Çavuş kazandırmıştı. Ne derdi, Rüstem Çavuş:

“–Sabah erken kalkmada bereket vardır oğul!”

Dolunay hâlâ hükmünü sürdürüyordu. Sefer Ali gözleri ile uzakları taradı. Uluova’ya, ötelere, eteğinde Kinederiç ve Germili köylerinin bulunduğu sıradağlara ve arkalarında silûeti ile olsa dahî heybetli Hazar Baba’ya baktı. Sonra yönünü Karataş’a çevirdi. Havada tek bulut dahî yoktu. Yıldızlar, ay ışığının müsaade ettiği ölçüde göz kırpıyorlardı. Gerindi, sonra evin sağ tarafına düşen sundurmaya yöneldi. Vakit erkendi. En iyisi sabah namazını bahçede kılmaktı. Çabucak abdest aldı. Bahçe yolunda adımlarını sıklaştırdı.

Uzun boyluydu Sefer Ali. Geniş omuzları ona bir pehlivan görünümü kazandırıyordu. Elazığ Mezre ortaokulunda öğretmendi. Çalışkandı. Öğrencileri, öğrenci velileri, okul müdürü, öğretmen arkadaşları severlerdi kendisini. Yaz olup da okullar tatil olunca; çoluğunu çocuğunu toplar, dededen kalma Göllübağ’daki bu yazlığa göç ederdi. Göllübağ’da boş durmaz; her gün yaklaşık sekiz yüz metre ötede bulunan bahçesine gider, çalışırdı. Etrafı çitle çevrili; elma, armut, ceviz, kayısı ağaçları ile bezeli küçük bahçesinde sebze yetiştirirdi. Öyle satmak, para kazanmak için değildi. Ev ihtiyacını karşılamak bir de eşe dosta ikram etmek… Hani bir başka lezzetli oluyordu insanın kendi elleri ile üretmesi hele de ikram etmesi…

Sessiz, sakin duruşu onu ilk tanıyanlara;

“–Aman ne soğuk adam!” dedirtse de Sefer Ali’nin altın gibi bir kalbi vardı. Sevgi, onun yüreğinde sönmeyen bir büyük volkandı. İnsanları, tabiatı, hayvanları, ağaçları severdi. Hani ne demişti Koca Yûnus;

Yaratılanı severim
Yaratan’dan ötürü…

Sefer Ali’nin sevgisi de işte böyle bir şeydi. Böylesine engin sevginin yanı sıra haksızlığa hiç mi hiç tahammülü yoktu. Yalandan, riyâdan nefret eden bu yüce gönüllü adam; öğrencilerine not verirken kılı kırk yarar, hak etmeyene yarım notu dahî fazla görürdü. Hak edeni ise korur, kollardı.

Sefer Ali; kestirmeden, çabuk adımlarla kendisini bahçesine götüren küçük tepeyi aştı. Birden durdu. Bahçenin hemen girişindeki armut ağacının altında bir katır vardı;

“–Hayırdır, inşâallah!” dedi içinden. Oysa bahçe kapısını kapadığını net olarak hatırlıyordu. Nasıl olur da bir hayvan… İstem dışı adımları yavaşladı. Daha dikkatli bakarak yürümesini sürdürdü. Ağacın arkasındaki adamı fark etmesi uzun sürmedi. Anlaşılan adam, Sefer Ali’nin geldiğini görmemişti. Ağaca yaslı merdiven ve iki küfe;

“–Hay Allah!” dedi. Bahçesindeki bu adam hırsızın ta kendisiydi.

Adımlarını sıklaştırdı. Ağacın altında arkası kendisine dönük adam, ayak seslerini duymuş olacak ki döndü. Kollarını iki yana açtı;

“–Seni Allah gönderdi. Gel hele hemşerim!” diye seslendi Sefer Ali’ye. Sefer Ali; şaşkın, kızgın, öfkeli bahçe kapısından girdi içeri. Zayıf, ince uzun boyu, avurtları çökük soluk yüzü, kırlaşmış saçları ile küfenin birinin kulpundan tuttu sonra Ali’ye;

“–Vallâhi ben de…” diğer eliyle işaret ederek; “Şu küfeleri katıra nasıl yükleyeceğimi kara kara düşünüyordum…” dedi.

Sefer Ali içinden;

“–Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm! Adama bak yahu! Hem benim bahçemden meyve çalacak hem de benden çaldığı meyveleri katırına yüklememi isteyecek.” dedi. Kafasını salladı. Önce adamın yüzüne, sonra özenle küfelere yerleştirilen armutlara, ardından da armut ağacına baktı. Anlaşılan o ki; adam gece ay ışığını iyi değerlendirmiş, iki gün önce elma toplamak için bahçeye getirdiği merdivenin de yardımı ile armutları bir güzel toplamıştı. Bahçenin tek armut ağacı şimdi meyvelerinin yükünden kurtulmanın serbestliği ile dallarını gökyüzüne daha serbest uzatmıştı. Sefer Ali tekrar adama döndü. Gözleri iyice çukurlarına kaçmış, omuzları çökük, hırpânî kılıklı adam, küfenin kulpundan tutmuş kendisini bekliyordu;

“–Tövbe, tövbe!..” dedi. Aklı ve duyguları bir an kızgınlık ve öfkesi ile yer değiştirdi. «Kim bilir ne ihtiyacı var, yoksa insan başkasının malını böyle ulu orta çalar mı? Çalınan ne? Meyve… Daha önce hiç görmediği bu adamın; hırsızlığın suç olduğunu, günah olduğunu, çalınan malın haram olduğunu bilmemesi mümkün değildi.”

“–Yok, yok!..” dedi seslice. Adam;

“–Efendim, bir şey mi dedin?” diye sorunca düşüncelerinden uzaklaştı;

“–Yok!” dedi. Sonra küfeye doğru yürüdü. Adamla birlikte kaldırdı küfeyi. Katırın sağ yanına gelince adama;

“–Sen tut böyle, ben diğerini de getireyim de denkleyelim.” dedi. Adam, minnetle baktı Sefer Ali’ye. Sefer Ali, ikinci küfeyi kaldırdı. Bayağı ağırdı. Katırın sol yanına geçti. Sonra da küfelerin kulplarındaki urganları birbirine bağladılar.

Yükleme işi bitmişti. Adam, Sefer Ali’ye;

“–Vallâhi ben bir başıma ne yapardım; Allah senden râzı olsun! Hele de bakalım: Adın ne senin, Harputlu musun? Kimlerden olursun?”

“–Adım Sefer Ali, ben bu bahçenin…” durdu. Kızgın, şaşkın bir o kadar da merhamet dolu gözlerle adama baktı, cümlesini tamamlasa adamın yaptığı hırsızlığı yüzüne vuracak; onu aşağılayacak, incitecekti;

“–Ben…” dedi durakladı bir an, sonra devam etti. “Bu bahçenin sana ait olduğunu bilmiyordum. Daha önce buralarda hiç görmemiştim seni.” dedi. Adam, utanmış olacak ki sustu; başını önüne eğdi.

Sefer Ali;

“–Haydi uğurlar ola, sür katırını, hayırlı kazançlar!” dedi. Adam tedirgin olmuş, doğrusu korkmuştu. Zor duyulan bir sesle dudaklarından;

“–Sağ ol!” sözleri döküldü. Döndü, katırının yularından tutarak bahçe kapısına yöneldi.

Adamın arkasından uzun bir süre bakan Sefer Ali, acele adımlarla havuz başındaki çardağa yürüdü. Yeni günün doğuşunu müjdeleyen hafif bir kızıllık, dağların ardından kendisini artık gizlemiyordu. Az daha gecikse, sabah namazını kaçıracaktı.