RASÛLULLAH (s.a.s.)’İN HİCRETİ -7-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Mekke kaynıyordu, hem de fokur fokur…

Evleri, sokakları; yakındaki dağları, tepeleri ve ovaları, her tarafı tekrar tekrar aradılar! Olabilecek her yeri, en ince noktasına kadar gözden geçirdiler. Aramadık yer, sormadık kişi bırakmadılar.

Bir yandan da adamlarından en acımazsızlarını silâhlandırıp, en hızlı koşan atların sırtında bütün çevreye saldılar.

Aynı zamanda, uzak-yakın demeden çevredeki su kuyularına ve saklanabilecekleri her yere adamlarını gönderip, O’nu yakalayana veya yerini ihbar edene büyük ödüller va‘dettiler. Sadece Mekke çevresine değil, sahil şeridine de adamlarını gönderdiler.

Bu kadar titiz aramalarına rağmen; en küçük bir iz, bir işaret, bir ipucu dahî bulamamışlar, her biri sinir küpüne dönmüştü. Kutlu yolcuları böyle bulamayacaklarını anlayan hâin müşrikler; tellâllar çıkarıp, korkunç yönlendirmeye girdiler:

–100 deve! Tam yüz deve kazanmak isteyen çıksın ortaya? Onları bulana 100 deve ödül vereceğiz! Tam 100 deve! Bulana, yerini bildirene, ölü veya diri getirene 100 develik büyük ödül verilecek! Tam 100 deve!1

Ödül çok büyüktü. Bu iki büyük insanın başına, çok büyük bir ödül konmuştu. Tam 100 deve! Kim istemezdi ki bunu! Böylesine büyük servet, kimin aklını başından almazdı?

Yüz develik büyük ödül, yediden yetmişe herkesi harekete geçirecek kadar büyük bir servetti. Nitekim yüz develik büyük ödülü duyan herkes, silâhlandığı gibi hemen sokaklara döküldü!

Arama tarama için, sadece Mekke ve çevresine değil, Mekke dışındaki kabîlelere de haber uçuruldu. Böylece bütün yollar bir anda tutulmuş oldu. O kadar sıkı tedbirler alıyorlardı ki; kuş olsalar, uçurmayacaklardı!

Onları bulanlara yüz develik büyük ödülü vereceklerini, tellâllar vasıtasıyla şehrin her tarafında ilân ettirmişlerdi. Buna rağmen; hiç durmadan bir yandan aramaya devam ediyorlar, bir yandan da tellâllar sürekli aynı ilânı yapıyorlardı.

Böylece bu büyük ödülü elde etmek için; hâinler bir yana, ne kadar hırsız, arsız, katil, canavar ve çapulcu varsa, hepsi birden bu kutlu yolcuların peşlerine düştü!

Müşriklerin böylesine bütün herkesi ayaklandıracak bir şekilde, ortalığı alabildiğine karıştırdıklarını duydukça, Âişe Annemiz, Sevde Annemiz, Rasûlullâh’ın kızları ve diğer Mekke’de kalan hanımların korku ve endişeleri daha da artıyordu. Gönlü yanık, gözü yaşlı öyle duâ ediyorlardı ki; bu silâha karşı koyacak silâh yoktu. Bu öyle bir güçtü ki, duâ gücünün önünde bir güç de yoktu. Her türlü tedbiri aldıktan, bütün çalışmaları yaptıktan sonra yapılan duâ! Sadece bir köşeye sinip duâ etmek değil!

“–Ne yapacağız şimdi!?.” diye delicesine hareketler yapan basit birileri değil; yapmaları gerekeni yapan, fazîlet sahibi birer hanımefendiydiler onlar.

Peygamber -aleyhisselâm-’ı bulmak için her yola başvuran müşrikler; usta iz sürücüler tutmuş, bir yandan da sürekli iz sürüp takip ediyorlardı. İz sürücüler; silâhlı kātillere yol göstermek için, en ince ayrıntıları bile inceliyorlardı.

Bunca arama taramalara rağmen, kutlu yolcuların nerede olduğuna dair en küçük bir işaret bile bulamayan müşrikler; tamamıyla elden kaçıracakları korkusuna kapıldılar. Hepsi deli dîvâne olmuş, kutlu yolcuların peşine düşmüşlerdi.2

Her şeye rağmen; bütün bu tehditler, ihtarlar, arama taramalar hiçbir sonuç vermemiş, kutlu yolcuları bulamamışlardı. Bu büyük karmaşayla üç günü geçmişlerdi! İster istemez millet de yavaş yavaş sakinleşmeye başladı.

Hazret-i Âişe Annemiz ile ev halkı, her yönden pür dikkat kesilmişlerdi. Canavarların ev basmaya kalkışmalarından sonra; her şeyleri ile kutlu yolcular hakkında neler olup bittiğini takip ediyor, her şeyi ânında öğrenmeye çalışıyorlardı. Hazret-i Abdullah,3 gözleri ve kulakları olmuştu âdeta! Mekke’de neler olup bittiğini ondan öğreniyorlardı.

Mekke’nin en önde gelenleri olan eşraf bile, iz peşindeydi. Onlar genellikle iş yapmaz, adamlarına yaptırırlardı. Fakat bu iş, diğer işlere benzemiyordu. O’nu ellerinden kaçırırlarsa, başlarına nelerin geleceğini çok iyi biliyorlardı. Bunun için lider ya da halk demeden, bütün herkes seferber olmuştu.

Başlarına konan 100 develik büyük ödül bile, onları bulmaya yetmemişti. Ödülü sürekli seslendiriyor; onları bulanlara, yerini bilenlere, görenlere, sağ veya ölü onları getirenlere yüz deve ödül vereceklerini saat geçmeden tellâllarla sürekli ilân ediyorlardı. Buna rağmen, yine bir sonuç çıkmamıştı. Hattâ en küçük bir ipucunu bile yakalayamamışlardı.

Arama taramayı daha da derinleştirdiler. En meşhur iz sürücülere haber saldılar. Ne kadar mahir iz sürücü varsa, büyük ödülü almak için Mekke’ye koştu. Bu arada sadece Mekke ve çevresinde değil, bütün Hicaz bölgesinde en mahir iz sürücüleri olan Kurz bin Alkame ile Sürâka bin Mâlik’i de arama tarama işiyle vazifelendirdiler.4

Bu mahir izciler, bütün maharetlerini ortaya koyarak, Sevr Dağı eteğine kadar geldiler. Ancak orada tıkanan Sürâka bin Mâlik; etrafı ne kadar incelediyse de, buradan ileri en küçük bir iz bulamadı.

–İzler bizi işte şu taşın yanına kadar getirdi. Ama buradan sonra onların ayaklarının nereye bastıklarını bulamadım bir türlü! Muhtemeldir ki; aradıklarınız, şu dağın tepesine çıkıp, oradaki mağaralardan birine gizlenmişlerdir!

–Sen; şimdiye kadar, iz sürmede hiç yanılmamıştın ey Sürâka!5

Sürâka bir yandan Kurz bir yandan; etrafı didik didik ederek, arayanları Sevr Dağı tepesine kadar çıkardılar. İz sürücülerin peşinde olan cânîlerin elleri kılıçlarındaydı! Mekke merkezi, evler ve yollar, sonra Sevr tarafı, dağa çıkıncaya kadar sabah olmuştu.

–İşte; şu mağaraya sığınmış olabilirler, gidip bir bakın artık!

Elleri kılıçlı cânîler; mümkün olduğunca sessiz hareket ederek, mağaraya doğru ilerlemeye başladılar. Bu arada Kurz bin Alkame de, takip ettiği iz ile aynı yoldan mağara önüne kadar geldi.

–İz burada kesildi! Aradığınız adamlarınız şu mağaranın içinde olmalılar!6

Liderler bir yandan, büyük ödülü almak isteyenler bir yandan, bütün herkes peşlerine düşmüşlerdi. Îmân edip İslâm ile şereflenmek gibi asıl büyük ödülü tepen nasipsizler, kendilerini cehenneme götürecek ödülün peşindeydiler. Herkesin ödülü konumuna göreydi işte.

Peygamber Efendimiz’e tâbî olmaktan daha büyük ödül yoktur aslında.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

___________________________

1 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 478; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 322; Haysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 6, s. 51-52.

2 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 376.

3 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 229.

4 Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, 260; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, 182; İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, c. 7, s. 185.

5 Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 328; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 210.

6 Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 260; İbn-i Haldun, Târih, c. 2, s. 15.