BEŞ GÜN!

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Aralık ayının ilk günleriydi. Bu yıl, mevsim kurak geçtiği için gökyüzünde eylül ayından kalma bir güneş vardı. Hafif ve ılık bir rüzgâr, ağaçlarda kalan son yaprakları birer ikişer yere düşürüyordu. Çimlerin üzeri gazellerle doluydu. Bu gazeller, insan ömrünün kısacık oluşunu anlatır gibiydi. Daha dün denilecek bir vakitte yemyeşil olan ve tabiata renk katan bu yapraklar; bugünlerde çoktan vazifesini ve ömrünü tamamlamış, toprağa karışmak üzereydi.

Toprak; baharda bağrından çıkardığı birçok güzelliği, kışa doğru şekli, rengi değişmiş demeden, alınganlık göstermeden, bir anne şefkatiyle, sıcaklığıyla yeniden bağrına basıyordu.

Burası bir huzurevinin bahçesiydi. Banklar; tıpkı zaman zaman üzerine gelip oturan; yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan; yıkılan umutlarına, savrulan hayallerine, kaybolan gençliğine hasret duyan; hayata dargın, tek başına yaşayan, bir kenarda unutulan, kapısı çalınmayan ihtiyarların ruh hâline bürünmüş gibiydi.

Ayşe Hanım, dört gün önce buraya getirilmişti. Üç gündür oturduğu banka yine oturmuş, gözlerini ufka dikmiş, sanki derin derin ötelere bakıyor, bir yandan da elindeki tesbihi sessiz sessiz çekiyordu. Geldiği günden beri neredeyse hiç kimseyle konuşmamış, sorulan sorulara tek kelimelik cevaplar vermekle yetinmişti.

Az ötedeki bankta ise Gamze Hanım oturuyor, meraklı gözlerle Ayşe Hanımı süzüyordu. Ayşe Hanımın nasıl bir hayat hikâyesi vardı, buraya niçin getirilmişti? Kimseden bir şey öğrenememiş, merakını giderememişti. Aklındaki sorulara cevap bulabilmek biraz da içini dökebilmek için elindeki bastona dayanarak banktan kalktı ve Ayşe Hanıma doğru yaklaşarak;

“–Merhaba, oturabilir miyim?” diye sordu. Ayşe Hanım, bu sesle daldığı âlemden çıkmıştı;

“–Buyurun!” dedi.

“–Dört gündür neredeyse hiç kimseyle konuşmadın. Burada insanlar acılarını birbirleriyle paylaşmaz, dertlerini anlatmaz, içini dökmezlerse bu yükler gönüllerine kambur olur, ruhlarındaki fırtınaları dindiremezler.”

Ayşe Hanımdan cevap gelmeyince sözlerine devam etti:

“–Sana, biraz kendimden bahsedeyim. Sonrasında belki sen de bir şeyler anlatmak istersin. 85 yaşımdayım. 13 yıl önce geldim buraya. Eşimi, ellili yaşlarda kaybettim. İki kız, bir erkek evlâdım vardı. Hepsi birer meslek sahibi oldular. Önceleri birkaç ayda bir gelirlerken, sonraları bayramlarda gelmeye başladılar. Bir süre sonra da hiç gelmediler. Hep umutla bekledim. Ama beş yıl boyunca ne geldiler ne de aradılar. Kapımı mahalleden de hiç kimse çalmayınca artık evimde duramaz oldum.

Çünkü yalnızlık ve sessizlik, karanlıktan daha korkutucuydu. Yalnızlık; bir süre sonra insanı öyle kuşatıyordu ki duvarlar ve tavan, mâzîdeki hâtıraların loş bir sahnesi hâline geliyordu. Bu sahnelerde pişmanlıklar ve keşkeler birer deve dönüşüyor, içimi paramparça ediyordu.

Zaman zaman eşyalarla, çiçeklerle kendimi oyalamaya, onlarla konuşmaya çalıştım. Cevap vermeleri mümkün değildi. Yalnızlığı iliklerime kadar hissettiğim bir gün buraya çıkıp geldim. Adına her ne kadar «huzurevi» deseler de huzurla hiç alâkası olmayan bir yer. Yalnızca konuşacak ve yalnızlığını unutturacak birileri var. O da yastığa başını koyuncaya kadar. Kendi kendinle kalınca yine her şey eskisi gibi oluyor.

Bir ara haberlerde görmüştüm. Bir anne, bir beşiği yakıyordu. Beşik alev alev yanarken;

«–Bu beşiğin yanında çok bekledim, çok uykusuz gece geçirdim ama çocuklarım beni terk ettiler, aramaz sormaz oldular, unuttular!» diyordu.

O anne de sana benziyordu. Kaç yıldır buradayım. Giyimine dikkat eden, saçının telini dahî göstermeyen, elinde tesbihi olan, namazını kılan, isyan etmeyen, dilinden bedduâ dökülmeyen birini burada hiç görmemiştim. Senin gibiler bile böyle yerlere getiriliyorsa, ahlâkî erozyon dînin hâkim olduğu evlerde de yaşanıyor demektir.”

Gamze Hanım susmuştu.

Ayşe Hanım çocukluğundan beri çok konuşmayan, genellikle sükûtu tercih eden biriydi. Ancak ihtiyaç olduğunda da zaman zaman uzun uzun konuşurdu. Biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı:

“–Hâbil de Kābil de Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarıydı. Biri babasının izinden, Allâh’ın rızâsını dileyerek yürüdü, diğeri ise şeytana uydu, yeryüzündeki ilk cinayeti işledi. Bu bir tercihtir ve herkes tercihlerine göre hayatını yaşar ve yaşadığı hayata göre hesaba çekilir. Bizler gayret ettik, ancak netice bazen istediğiniz gibi olmuyor.

On yedi yaşındaydım. Henüz bekârdım. Komşumuzun oğlu, annesini geride bırakıp eşini ve çocuklarını alarak şehre taşınmak üzere yola koyuldu. Anne;

«–Oğlum ya beni de götür yahut sen de gitme. Beni yalnız bırakma. Sizden başka kimsem kalmadı!» dese de oğlu, annesinin sözlerine kulak asmadı. Anne de dayanamayarak;

«–İnşâallah şehre varamazsınız!» diye bedduâ etti.

Yarım saat geçmeden haber geldi. Köyün sekiz-on kilometre uzağında traktör devrilmiş ve komşumuzun oğlu, gelini ve iki torunu ölmüştü. Ağızdan öfkeyle dökülen bir sözün nerelere vardığını köy halkı görmüştü. Komşumuz yıllarca;

«–Keşke o gün, öyle bir lâf etmeseydim de böyle bir hâdise yaşanmasaydı.» dedi. Çünkü evlâtlarının acısı anneyi bulmuş, içinde sürekli kanayan bir yara hâline gelmişti.

O gün komşumuzun pişmanlığını görüp ağıtını duyduğumda;

«–Hiçbir zaman evlâtlarıma bedduâ etmeyeceğim.» diye kendi kendime söz verdim. Elli beş yıldır verdiğim söze sâdık kaldım, hep duâ ettim, hiç bedduâ etmedim.

Annelik, zor bir vazifedir. Sevgi, ilgi, şefkat, merhamet, sabır, fedâkârlık ve titizlik gerektirir. Anneler, evlâtları için yaptıklarını karşılık beklemeden yaparlar. Çünkü evlâtlar, annelerin canlarından birer parçadır. Bu sebeple;

«Cennet, annelerin ayakları altındadır.» (Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429) buyurulmuştur. Bu demek değildir ki, evlâtlar anneye hürmet etmeyecek, onunla ilgilenmeyecek, annesi muhtaç hâldeyken onun ihtiyaçlarını görmeyecek. Herkes, kendi üzerine düşeni yapmalıdır.

Yaşım 75. İki yıl önce eşimi kaybettim. Çok üzülmüştüm. Biraz fazla ağlayınca zaten zayıf olan gözlerim neredeyse hiç görmemeye başladı. Yemek dahî yapamaz oldum.

İki kız, iki erkek evlâdım var. İkisi, eşim hayattayken de az gelir giderlerdi. Eşimin vefâtından sonra senede bir-iki defa uğramaya başladılar. Bir kız ve bir erkek evlâdım bana birer ay olacak şekilde sırayla bakmaya başladılar.

On beş gün öncesinde eşimden kalan malları ve evi paylaşmak istediklerini söylediler. Zaten bağ bahçeyle alâkam yoktu. Kur’a çektiler. Verimli tarlalar ve ev, bana bakmayan evlâtlarıma düştü. Diğerleri bunu kabul etmek istemediler. Tartışmalar bir hafta kadar sürdü.

Sonrasında benimle ilgilenen evlâtlarım; artık bana bakamayacaklarını, ev ve bereketli tarlalar kime düştüyse onların bakması gerektiğini söylediler. Kimse ilgilenmek istemediği için birkaç gün sonra buraya getirerek bırakıp gittiler.”

“–Keşke malları paylaştırmasaydın, keşke paylaştırmadan önce bazı şartlar koşsaydın.” dedi Gamze Hanım.

“–Keşkeler, pişmanlık ateşini harlayan rüzgâr gibidir. Ne kadar çok «keşke» dersek, pişmanlığımız o kadar çok büyür, insanın içini daha fazla yakar. Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz;

«–Başına bir iş geldiği zaman; ‘–Keşke şöyle yapsaydım, o zaman böyle olurdu.’ deme; ‘Allâh’ın takdiri böyleymiş. O, dilediğini yapar.’ de. Çünkü; ‘Keşke şöyle yapsaydım…’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.» buyurmuştur. (Müslim, Kader, 34)

Her insanın çeşitli imtihanları vardır. İmtihanlar; kulluğun kıvâmını artırmak, cennetteki mertebesini yükseltmek ve en mühimi de Allâh’ın rızâsını kazanmak içindir. Allah -celle celâlühû- Kur’ân’da şöyle buyurmuştur:

«Bilin ki mallarınız da, evlâtlarınız da ancak birer imtihandır, (asıl) büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır.» (el-Enfâl, 28)

Biz; evlâtlarımızla imtihan edildik, onlar da malla… Hem Rabbim ihsanı bol olandır, hiç kimseye zulmetmez ve kaldıramayacağı yükü yüklemez. Belki bizim için böylesi daha hayırlıdır. Bizler, başımıza gelenlere sabredersek Allah da mükâfâtını verecektir.”

Ayşe Hanım, Gamze Hanımın soracağı bütün sorulara cevap vererek sözlerini bitirmiş, elindeki tesbihi yeniden çekmeye başlamıştı.

Bir sonraki gün, kahvaltıdan önce huzurevi sakinleri yeni yeni uyanmaya başlamışlardı. Ancak çalışanlar bir o tarafa, bir bu tarafa telâşla koşuşuyorlardı. Gamze Hanım, bastonunun yardımıyla yavaş yavaş yürüdü ve birine yaklaşarak niçin böyle telâşlı olduklarını sordu:

“–Birkaç gün önce gelen Ayşe Hanım vefat etmiş.” dediler.

Kapıdan şöyle bir bakınca Ayşe Hanımı gördü. Ayşe Hanım; elinde tesbihi, seccadesinin üstünde, başı ve omzu duvara yaslı bir biçimde hareketsizce duruyordu. Gözleri dolan Gamze Hanım; geriye doğru döndü, dün bahçede beraber oturdukları banka doğru yürümeye başladı.

Büyük bir imtihan; mal sevdasıyla, anlık öfkeler ve günlük menfaatlere beş günle kaybedilmişti. Bu imtihan beş yıl, on beş yıl olsa ne çıkardı? Hakk’ın âyetleri göklerde yankılanırken, yeryüzünü kuşatırken; dillerden öteye geçemiyor, insanın taş kesilen kalbini yumuşatamıyor, rûhuna dokunup tesir edemiyordu. Her gün onlarca hırsa ev sahipliği yapan, ancak bir anneyi-babayı misafir etmeyecek hâlde merhamet noktasında çoraklaşan gönüller, îman sağanağından ardına bakmadan kaçarken nasıl yeşerecek, nasıl rengârenk çiçeklenecekti?

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne-babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara; «Öf!» bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle. Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger; «Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse, şimdi Sen de onlara merhamet göster» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 23-24)

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını vasiyet ettik! Çünkü anası, onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için😉 «Önce Bana, sonra da ana-babana şükret!» diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Bana’dır.” (Lokmân, 14)