MİSYONERLİĞİN TÜRKİYE HEDEFİ: DÜNYEVÎLEŞMEK

        Prof. Dr. Ömer Faruk HARMAN ile Röportaj

 

Yüzakı: Efendim son zamanlarda ülkemizde misyoner faâliyetlerinin daha da bir yoğunluk kazandığını görüyoruz.  Bunun yanı sıra misyonerler, her geçen gün apartman kiliseler açıyor ve gençlerimizi ekonomik vaatlerle Hıristiyanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu noktada öncelikle Misyonerlik nedir, Hıristiyanlıktaki yeri nedir? Tarihî sürecini kısaca îzah edebilir misiniz?

Ömer Faruk Harman: Misyonerlik Lâtince kökenli bir kelimeden neş’et ediyor. “Göndermek” anlamına gelen bir Lâtince kök ve fiilden gelen bir kelime. Misyon: Belli bir görevle, belli kişileri, belli yere gönderme fiili. Misyoner, bu işle vazîfelendirilen kişi. Misyonerlik de bu müessesenin adıdır. Bu, kelime anlamıdır. Fakat dînî terminolojide Misyonerlik özellikle Hıristiyan inancında; Hıristiyanlığı Hıristiyan olmayan milletler arasında yayma faâliyetinin adıdır. Misyoner bu işle ilgili görevlendirilen kişidir. Aslında Misyonerlik belli bir inancın, bu inancı benimsemeyenler arasında yayılma faâliyetidir. Sâdece Hıristiyanlık değil, bu mânâda kendi mesajını, tebliğini başka inançtaki insanlara yayma gayretinde olan başka dinler de var, Hıristiyanlığın dışında. Meselâ; İslâmiyet’e bu açıdan bakarsak, İslâmiyet cihanşümul (evrensel) bir dindir. Dolayısıyla hedefi İslâm vahyini ve mesajını bütün insanlara iletmektir. Hıristiyanlık da aynı şekilde Hıristiyanlığı dünya insanlarına yayma gâyesi taşımaktadır. Günümüz dünyasında yaşayan dinlerden Budizm de aynı şekilde sadece belli bir milletle, belli bir ırkla sınırlı değil din ve kendi mesajını bütün insanlığa yayma iddiâsındadır.

Misyonerlik açısından baktığımızda, dünya üzerinde yaşayan dinler arasında İslâm dîni, Hıristiyanlık ve Budizm’i evrensel (cihanşümul) boyutta mesajını bütün insanlığa iletme gayretinde ve kararında olan dinler olarak sınıflandırmamız mümkündür. Ancak Misyonerlik deyince nedense Hıristiyanlık akla gelmektedir. Bunun da sebepleri vardır. Kelimeyi bu anlamda ilk kullanan Hıristiyan Kilisesi’dir. Yani Misyoner kelimesini dînî anlamda ilk kullanan ve Hıristiyanlığı yayma yolunda görevlendirilmiş kişi anlamını bu kelimeye yükleyerek bunu ilk kullanan Hıristiyanlık ve kilise olduğu için günümüzde Misyonerlik deyince tabiî olarak akla Hıristiyanlık gelmektedir. Zâten teşkîlâtlanma, faaliyet, farklı türler, değişik metotlar ve yöntemler kullanarak bu işi yapan, bu konuda aşırı bir faâliyet içerisinde olan tek din de Hıristiyanlıktır. Dolayısıyla sorunuza cevap olmak üzere; Misyonerlik: Hıristiyanlığın Hıristiyan olmayan insanlar arasında yayılma faâliyetinin adıdır.

Yüzakı: Misyonerlikle dînî tebliğ arasında ne gibi bir fark vardır?

Ömer Faruk Harman: Misyonerlikle dînî tebliğ arasında önemli farklar var. Şöyle ki:

“Siz Hıristiyanları, Misyonerlik faâliyetleri yapıyorlar, İslâm ülkelerinde Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyorlar diye tenkit ediyorsunuz, ama Müslümanlar da Müslüman olmayanlar arasında İslâmı tebliğ ediyorlar. Bu ikisi aynı şey değil mi?”

İkisi aynı şey değil.

Misyonerlik ve tebliğ; yani İslâm’ın başka insanlara ulaştırılması farklı şeylerdir. Hıristiyanları Misyonerlik faâliyetlerine sevk eden, temel hareket noktası; İncil’de Hz. Îsâ’ya söyletilen bir sözdür. Bugün kanonik addedilen İncillerden Matta İncili’nin son bölümünde (28/19) Hz. Îsâ semâya urûc etmeden önce havârîlerine der ki: “Gidin ve bütün milletleri Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Onları şâkirt edinin, taraftar edinin ve onları vaftiz edin.” İşte Misyonerlerin temel hedefi, bütün insanları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına, yani teslis adına taraftar edinmek ve onları vaftiz etmektir. Bir insanın vaftiz edilmesi demek, onu mutlaka Hıristiyanlaştırmak demektir. Çünkü vaftiz, Hıristiyanlığa girişin bir simgesidir, bir işâretidir. Demek ki, Misyonerlikte hedef karşı tarafı mutlaka Hıristiyanlaştırmaktır.

İslâm’daki tebliğin hedefi ise; İslâmî hakîkatleri, ilâhî vahyi duymamış olanlara, bunu bilmeyenlere sâdece duyurmak, tebliğ etmektir. Yani ne yapıp, edip onu illâ Müslüman yapmak değildir. İslâm hâkimiyetinde kalan nice yerlerde Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudiler, Hıristiyanlar ve öteki din mensupları: “Lâ ikrâhe fi’d-dîn: Dinde zorlama yoktur.” prensibi gereği, zorla Müslüman yapılmamışlardır. Bunun en can alıcı bir örneği Medîne’de Peygamberimiz’i ziyâret eden Necrân heyetinin durumudur. Güney Arabistan’daki Necrân bölgesinden gelen o kalabalık heyet, Medîne’de Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz’le görüştüler, tartıştılar. Hz. Îsâ konusunda, Hz. Meryem konusunda karşılarında Allah’ın Rasûlü varken, o vahiy alıyorken… yine o tartışmalar çerçevesinde Âl-i İmrân Sûresi’nin ilk 80 âyeti nâzil olmuş iken, o gelen Necrân heyeti Müslüman olmadı. Onlar Hıristiyan olarak memleketlerine döndüler. Yani bizde tebliğin hedefi ne yapıp edip zorla karşı tarafı Müslüman yapmak değildir.

Peygamberlerin görevi de yine Kur’ân-ı Kerîm’de ifâde edildiği veçhile: “Bizim üzerimize düşen sâdece apaçık bir tebliğdir.” Bir Müslüman, İslâmî hakîkatleri karşıya tebliğ edecek, artık onun İslâm’ı kabul edip etmemesi bir ilâhî hidâyettir. Kendi hür irâdesiyle vereceği bir karardır. Çünkü dînin seçiminde İslâm, insanlara hürriyet tanımıştır.

Yüzakı: İspanya’da 500 yılı aşkın bir Endülüs şâhikasının yok edilmesi, o coğrafyada Müslümanlara uygulanan katliâm ve zorla Hıristiyanlaştırma onlardaki bakış açısının bir göstergesi olabilir mi?

Ömer Faruk Harman: Tabiî, Hıristiyanlık tarihine baktığımızda misyonerlikle tebliğ arasındaki çok köklü farkı, bu derin farkı, Hıristiyanlık tarihinde müşâhede etmek, görmek mümkündür. Sizin de belirttiğiniz gibi meselâ, -siz Endülüs dediğiniz için-, İspanya çok koyu Katolik bir Hıristiyan ülkesidir. 1200-1300’lü yıllarda engizisyon mahkemeleri İspanya’da kuruldu ve engizisyon mahkemeleri sâdece Müslümanları değil, Yahûdîleri değil, Hıristiyanlık içerisinde yaygın, genel Katolik düşünceye aykırı düşünen Hıristiyanları da mahkûm ederek, onları da işkencelere tâbî tuttu. Yani engizisyon mahkemelerinden, başka din mensupları kadar, Hıristiyanlar da çekti. Böylesine Katolikliğin yoğun olduğu İspanya’da 1492’de Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabella Yahûdîlere; “Ya Hıristiyan olacaksınız, ya da denize döküleceksiniz. Yani bu ikisinden birini seçin.” dediler.

İşte Sultan II. Bâyezîd Han’dır ki, Osmanlı devletinin padişâhı olarak, yeryüzünde İslâmî hâkimiyeti temsil eden bir kişi olarak, hani Hz. Ömer’in ifâdesiyle:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu…

anlayışı içerisinde dünyanın neresinde bir mazlûm varsa, onun âhı varsa, hemen imdâda yetişip, mazlûmun üzerinden zulmü kaldırmak, İslâm’ın bir emri ve Osmanlı’nın görevi olduğu için, İspanya Yahûdîlerine Sultan II. Bâyezîd Han kucak açtı ve onları memleketine kabul etti. İstanbul’a, Edirne’ye, Sakız Adası’na falan yerleştirdi. Dolayısıyla sizin bahsettiğiniz açıdan hâdiseye yaklaşacak olursak, İspanya Hıristiyanlarının yaptığı bu zorla Hıristiyanlaştırmadır. Yani ya ölüm, ya Hıristiyanlık. Sâdece Hıristiyanlığı tebliğ edip: “Sen kendin özgürsün.” demek yok. Aynı şey, Amerika için de söz konusu. Amerika’nın 1492’de Kristof Kolomb tarafından keşfinden sonra iki asır içerisinde ne oldu Amerikan Kızılderilileri? Amerika’nın yerli halkı olan o insanlar, ya yok edildiler, ya Hıristiyanlaştırıldılar. Yani bugün demokrasi havârîsi kesilen Amerika’ya geçmişini sorgulaması söylenmiyor. Ne oldu o Kızılderililer, ne oldu? Batı tarihinde bu mânâda dînî özgürlük yoktur. İslâm tarihinde dînî özgürlük vardır. Kişiler dinlerinde serbesttir, seçme özgürlüğü vardır. Batıda ise bunun tam aksidir. Dışarıda Haçlı Seferleri yapılmıştır. İçeride ise engizisyon mahkemeleri kurulmuştur ve her hâlükârda insanlar baskı altında olmuştur. İşte tebliğ ile misyonerlik arasındaki en önemli fark da, zaten İslâm tarihine ve Hıristiyanlık tarihine baktığımızda kendini göstermektedir.

Yüzakı: Misyonerliğin hedefi nedir?

Ömer Faruk Harman:  Misyonerlerin hedefi; ne yapıp yapıp karşı tarafı Hıristiyanlaştırmaktır. Bakın bunun en mükemmel örneği; en büyük misyoner olan Pavlus’tur. Pavlus’un bugün Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Yeni Ahit Külliyâtı içerisinde Korintoslulara gönderdiği birinci mektup var. O mektupta (9/19-22) diyor ki Pavlus, yani İncil’i yayma yönündeki gayretlerini anlatmak üzere diyor ki: “Çünkü herkesten âzât iken, daha çok adam kazanayım diye kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım. Allah’a karşı şeriatı olmayanlardan değil, ancak Mesih’in şeriatı altında olarak; şeriatı olmayanları kazanayım diye, şeriatı olmayanlara, şeriatı olmayan gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflara zayıf oldum, her sûrette başkalarını kurtarayım diye, herkese her şey oldum.”

Bakın işte misyonerliğin bir noktada bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce de yasak olan kısmı. Normal dînî tebliğ, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında mütalâa edilirse de misyonerliğin bu şekli, yani ne yapıp edip karşı tarafı Hıristiyanlaştırmak; ister kandırarak, ister aldatarak, ister istismâr ederek, ister baskı altında tutarak… Yani bu yollarla karşı tarafı kendi dînine çekmek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce de yasaklanmış.

Yüzakı: Efendim, misyonerliğin zorla Hıristiyanlaştırmanın yanında siyâsî bir yönü de var mı? Misyonerlik faâliyetlerinin yürütüldüğü toprakları da ele geçirmek gibi bir hedefleri…

Ömer Faruk Harman: Tabiî, olmaz mı? Kenya Başbakanı’nın meşhûr bir sözü var: “Hıristiyanlar bizim ülkemize geldiklerinde, onların elinde İncil vardı. Bizim de topraklarımız vardı. Şimdi İncil bizde, topraklar onlarda.” Afrika Kıtası’nın Hıristiyanlaştırılmasında maalesef böyle oldu. Yani “Alın İncil’i, gözlerinizi kapatın, duâ edin.” diye o insanları kandırdılar. Onlara İncil’i verdiler. Onların ellerinden topraklarını aldılar, gelirlerini aldılar. Misyonerliğin hedefi, sâdece dîni yaymak, belli bir dîni telkin etmek ve karşı tarafı -Hıristiyanlık için söz konusu edilirse bu- Hıristiyanlaştırmaktan ibâret değildir. Her Misyoner hangi ülkeye, sisteme, rejime, hangi millete mensupsa aynı zamanda o ülkenin, o milletin, o devletin bir adamıdır. Dolayısıyla o ülkenin, o devletin menfaatlerini koruyacaktır, kollayacaktır. Onun için batıda misyonerleri sâdece kilise örgütlemez, teşkîlâtlandırmaz. Aynı zamanda bunlar devlet tarafından da yardım görür. Çünkü misyonerler, işgal kuvvetlerinin öncü birlikleridir.

Meselâ 19. yüzyıl, yani 1800’lü yılların Hindistan’ı bu konuda çarpıcı bir örnektir. İngiltere Hindistan’ı işgâl etti. İngiliz askerleri Hindistan’daydı, ama sâdece İngiliz askerleri Hindistan’da değildi. İngiliz askerleri kadar, İngiliz Hıristiyan Misyonerleri de Hindistan’daydı. Rahmetullah Efendi’nin Papaz Karl Pfander’le mücâdelesini ve sonunda ortaya çıkan İzhâru’l-Hakk adlı eseri biliyoruz. İzhâru’l-Hakk Hindistan’da Hıristiyan misyonerlerle, Müslümanlar arasındaki mücâdele ve Hıristiyan misyonerlerin yaptıklarının en canlı örneğidir. Askerler bir taraftan, misyonerler öbür taraftan işgâli tamamlamak için birisi silâh gücüyle, birisi de bilgi ve iknâ gücüyle, kandırma yönüyle o bölgenin insanını kendilerine çekmeye çalıştılar. İslâmî hakîkatleri çarpıttılar. Bu yakında ölen Papa’nın 1999 Noel’inde söylediği bir söz var: “Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika’yı. Üçüncü bin yılda hedefimiz Asya’dır.”

Hıristiyanın hedefi bu. Hıristiyanın hedefi, karşı tarafı Hıristiyanlaştırmak. Bunu yaparken istismâr ediyor, bunu yaparken kandırıyor, bunu yaparken karşı tarafın kutsal değerlerini çarpıtıyor. Yoksa misyonerliği din ve vicdan hürriyeti kapsamında düşünmek mümkün. Yani insan istediği inancı hürce seçebilsin. Seçtiği inancı öğrenebilsin, yaşayabilsin. Hatta telkînini yapabilsin. Bu din ve vicdan hürriyeti. Ama misyonerin yaptığı bununla sınırlı değil. Misyoner ne yapıyor? Şimdi soruyorum:

İslâm ülkesinde misyonerlik faâliyeti yapan bir insan İslâmî hakîkatleri çarpıtmak durumunda mıdır, değil midir?

“Hz. Muhammed -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hak Peygamber’dir. Kur’ân hak kitaptır.” diyerek hiçbir misyoner Hıristiyanlığı yayamaz ki! Bir kere Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddedecek, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kitap oluşunu reddedecek. Sâdece bununla da kalmayacak, bir de iftirâ edecek, bir de çarpıtacak. Meselâ; Peygamberimiz’le ilgili aslı olmayan, mesnedi olmayan şeyler söyleyecek. Öbür türlü kendini nasıl haklı gösterecek? “Hz. Muhammed çok muhteşem bir kişidir. Muhterem bir zâttır, örnek bir insandır.” diyerek Hıristiyanlığı yayamaz ki! Dediği an zaten bitiyor. Ne yapacak o zaman? Hz. Muhammed -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in peygamberlik vasıfları taşımadığını, meselâ onun en basitinden bir sosyal reformcu olduğunu veya biraz daha ileri giderek onun şehvet düşkünü birisi olduğunu, daha ileri giderek işte falan olduğunu, filân olduğunu söyleyecek. Yâni İslâmî hakîkatleri veya gerçekleri çarpıtmak sûretiyle ancak kendi haklılığını ortaya koyacak. Yoksa bir Müslüman ülkede Hıristiyan misyonerliği yapan birisine bir Müslüman’ın: “Hz. Muhammed’in neyi eksik ki, sen bana Hıristiyanlığı telkin ediyorsun?” diye sorma hakkı var.

Misyonerlerin, İslâm ülkelerinde Hıristiyan misyonerliği yapmaları gerçekten zor. Bir Müslümanın Hıristiyan ülkesinde İslâm’ı tebliğ etmesi kolay. Çünkü İncil’i kutsal kabul ediyoruz. Hz. Îsâ’yı peygamber kabul ediyoruz. Yâni evrensel (cihanşümul) ahlâk ilkelerini kabul ediyoruz. Ama bir Hıristiyan bir İslâm ülkesinde Hıristiyanlığı yayarken Kur’ân’ı kabul etmemek, Peygamberimiz’i reddetmek durumunda… Öbür türlü onun yaptığı Hıristiyanlık olmaz ki zaten. Onları reddederse: “Hz. Muhammed Peygamber değildir.” diyebilirse bir misyoner, bunu demeden zaten yapamaz. O zaman: “Nasıl Hz. Mûsâ’yı kabul ediyorsun da, Hz. Muhammed’i etmiyorsun. Onda olup da bunda olmayan hangi kriter var?” diye sormak hakkımızdır. Çünkü aklı başında bir insan bilir ki, Hz. Mûsâ’nın taşıdığı peygamberlik şartları, aynen Hz. Muhammed’de de vardır. Zaten bundan yıllarca önce, Basetti-Sâni adlı bir İtalyan râhip St. Antuan Kilisesi’nde bir konferans vermişti. Bu konferansın konusu “Muhammed’in Peygamberliği” idi. Papaz bu konferansı verdi ve orada dedi ki: “Muhammed, kendindeki peygamberlik vasıflarını çevresindeki müşrik Araplardan almış olamaz. Ondaki peygamberlik vasıfları Eski Ahit’teki peygamberlerin vasıflarıyla aynıdır.” Yahudilere göre de Hıristiyanlara göre de iki temel kriter var, peygamberlik için. Bunlar da: a. Bir olan Allah’a kulluğa çağırmak, b. Putlarla ve putperestlikle mücâdele etmektir. Hz. Muhammed -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’de bunlardan hangisi eksik? İhlâs Sûresi’nde belirtilenden daha güzel bir tevhîd akîdesi olabilir mi?

Yahudi Tanrı’yı insanlaştırdı. Hıristiyan insanı Tanrılaştırdı. İslâm geldi. “Lem yelid, ve lem yûled” dedi: “O ne babadır, ne oğuldur. Ne doğdu, ne doğurdu. Hiçbiri değil.” Tam bir tevhîdi, arılaştırılmış ve durulaştırılmış hâliyle söyledi. İşte tektanrıcılık bu. On emirden ilki nedir? “Seni Mısır diyârından, esirlik evinden çıkaran Rabb’in benim. Karşımda başka ilâhların olmayacaktır…” Bak bu aynısı, bunu kim söyledi? Hz. Mûsâ. Onun ağzından ilâhî vahiy. Ee Hazret-i Îsâ farklı söylemedi ki! Hz. Îsâ İncillerin hiçbir yerinde: “Ben Tanrı’yım.” demedi ki… Bir Yahudi ona: “Şeriatteki en büyük emir nedir?” diye sorunca: “Allah’ın olan Rabbi, bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün fikrinle seveceksin. Büyük ve birinci emir budur.” dedi. (Matta 23/36-38) Ayrıca “Rab Allah’ına tapınacak ve yalnız ona kulluk edeceksin.” dedi. (Matta 4/10) İncil’de bu var. Yani bunun “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn” (Allah’ım, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.)’den farkı ne? Yok. Ama bugünün Hıristiyanı, Îsâ’nın bu çizgisinde mi? Hayır. Hz. Îsâ’nın durumu ne gibi oluyor? Buda’nın durumu gibi oluyor. Buda, M.Ö. 6. yüzyılda ortaya çıktı. Hinduizm’in aşırı sayıdaki ilâhlarına yani politeizmine ve kast sistemine tepki olarak ortaya çıktı. “Bu kadar çok ilâh olmaz.” dedi. İlâhın bir beşer sûretinde tasvîrine veya maddî sûrette tasvîrine karşı çıktı, Buda. Ama Budizm’in kaderine bakın ki, bugün Budizm’de en kutsal olan şey, Buda’nın heykelidir. Heykele savaş açan Buda’nın tâkipçileri, Buda’yı tanrılaştırdılar, putlaştırdılar. Aynı şekilde Îsâ İncil’e göre “Baba!” diye hitap ediyor. Ama buradaki baba o mânâda baba değildir. Eski Ahit’te de öyle. Tanrı için baba ifâdesi var. Tanrı’nın oğulları ifâdesi var. Bu bir sevgi alâmeti vesâire. Ama bunu Hıristiyanlık ne yaptı? Tanrı’nın bedenleşmiş şekli ve oğludur dedi Hz. Îsâ’ya… O zaman ne oldu? Hz. Îsâ’nın karşı olduğu bir şey Hz. Îsâ’nın başına gelmiş oldu. On emirden biri: “Hiçbir şeyin sûretini yapmayacaksın.” emri değil miydi? Hz. Îsâ sinagoglarda bu emirleri söylemedi mi? Bugün kiliselerde haç üzerine çarmıha gerilmiş Îsâ figürü yok mu? Hz. Îsâ buna taraftar mıdır? Zaten bugün Hz. Îsâ gelse yeryüzüne ilk savaş açacağı kişiler günümüz Hıristiyanları olur ve Hz. Îsâ’ya ilk karşı çıkacak olanlar da onlar olur.

Şimdi Ortadoğu’da ortaya çıkan, Tevrât’ı tasdîk eden bir peygamberin, bir şahsiyetin kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdeleyen bir şahsiyetin mesajı, batı dünyasında, Greko-Romen kültürünün hâkim olduğu bir dünyada, öylesine kimlik ve kisve değiştirdi ki, artık bugünkü Hıristiyanlığı; Hz. Îsâ gelse zâten tanıyamaz. Çünkü Hz. Îsâ’nın söylediği ile, Filistin’de tebliğ süresince verdiği mesajla, daha sonra Pavlus tarafından yayılan ve âdetâ putperestleşen Hıristiyanlığın hiçbir alâkası yok. Tabiî burada şu sözü söylemek lâzım. Hıristiyanlık Ortadoğu’da doğdu ama Pagan Roma İmparatorluğu’nda yayıldı. 313’te Hıristiyanlık serbestlik kazandı. Konstantin Hıristiyanlığı serbest bıraktı. 380’de Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmî dîni oldu. Görünüşte Hıristiyanlık Pagan Roma’yı fethetti. Ama aslı öyle değil. Her ne kadar Hıristiyanlık Pagan Roma’yı fethetti gibi görünüyorsa da aslında Pagan Roma Hıristiyanlığı paganlaştırdı. Artık bu Roma’ya hâkim olan Hıristiyanlık, o Ortadoğu’da Filistin topraklarında yeşeren Hıristiyanlık değildi. Zâten Hz. Îsâ da bu tebliğ ettiği mesaja Hıristiyanlık adını vermedi ki! Hıristiyan adı, Hz. Îsâ’dan çok sonra 44’lü yıllarda bu dîni,  Hz. Îsâ’yı Mesih olarak kabul eden Antakya halkı için, ötekilerin Mesih yanlısı anlamında söyledikleri ve adlandırdıkları kelimedir. Başkalarının söylediğidir. Hz. Îsâ “Ben Hıristiyan’ım.” diyemezdi zâten. Hıristiyan Mesih yanlısı, Mesih’e tâbî olan demektir. Hz. Îsâ kendisi Mesih’se -ki Kur’ân-ı Kerim’de “İnneme’l Mesîhu Îsebnü Meryeme” buyuruluyor- Hıristiyan dünyası Hz. Îsâ’yı Mesih diye kabul ediyordu. Kur’ân insanların o dönemde kabul ettiği, adlandırdığı isimle Hz. Îsâ’yı anmıştır. Nasıl Mesih yanlısı olur?

Hz. Îsâ’nın Mesih oluşu, Yahudilerin bekledikleri anlamda değildir, Yahudiler Mesih’i hâlâ bekliyorlar. Hz. Îsâ’yı kabul etmiyorlar. Mesih olarak da kabul etmiyorlar. Peygamber olarak da kabul etmiyorlar. Hz. Îsâ da: “Bu iş benimle bitti, artık başka kurtarıcı aramayın, beklemeyin.” demedi. Tam tersini yaptı. Yani tıpkı Hz. İbrâhîm gibi, tıpkı Hz. Mûsâ gibi, tıpkı daha önceki peygamberler gibi -Hz. Mûsâ’dan sonra gelen peygamberler gibi- kendinden sonra gelecek bir kurtarıcıya referansta bulundu. Bugünkü İncil’lerde geçer (Yuhanna İncili’ne göre:14/16-17; 15/26; 16/7-14):

                “Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de babaya yalvaracağım. O size başka bir Faraklit verecektir. Ben gitmezsem, o gelmez…” Bakın onun gelişi, Hz. Îsâ’nın gidişine bağlı.

   “Bugün size söyleyeceğim pek çok şey var. Fakat şimdi tahammül edemezsiniz. O gelince o söyleyecek…”; “O kendiliğinden bir şey söylemeyecek, her ne duyarsa onu söyleyecek…”

Burada üç temel kriter var: Hz. Îsâ gitti, sonra biri geldi. Hz. Îsâ’nın söylediklerini tasdîk eden, onun peygamberliğini tasdîk eden, İncil’i tasdîk eden birisi geldi. Onun söylediklerini doğrulayıp söyledi. İlâveten pek çok şey söyledi. Ârâf Sûresi’nde: (7/157), İncil’de müjdelenen bu peygamberin özellikleri verilmektedir ki, bunlardan biri de “…Geçmiş milletlere yüklenen aşırı yüklerden onları kurtaran…” dır. Hz. Peygamber kurtarıcıdır. Bugün en zor dinlerden biri Yahudiliktir. Cumartesi yasağını düşünün. Cuma günü akşam güneşin batışından, cumartesi akşam güneşin batışına kadar, hayat duracak. Arabaya binemezsiniz, düğmeye basamazsınız, ateş yakamazsınız, telefonla konuşamazsınız… büyük bir sıkıntı. Hz. Peygamber onları bu yükten kurtarmaktadır.

Şimdi; (Yuhanna 16/13) İncili’ndeki “Kendiliğinden bir şey söylemeyecek, her ne duyarsa onu söyleyecek: ifâdesine karşılık Kur’ân’da: “O hevâsıyla konuşmaz. Ancak vahiyle konuşur.” buyurulmaktadır. Daha başka özellik aramaya gerek var mı? Üstelik bir de Peygamberimiz: “Ben atam İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim.” buyuruyor. Zaten Kur’ân’da da Hz. Îsâ’nın: “Ben, benden sonra gelecek Ahmed isimli Rasûlü müjdeleyiciyim…” ifadesi hatırlatılır.

Hz. Îsâ’nın mesajı ve şahsiyeti Sâmî kültür havzasının bulunduğu zeminden, Greko-Romen kültür havzasının bulunduğu zemine geçtiğinde, aktarıldığında -bu aktarma işini Pavlus yaptı- kimlik ve kisve (mâhiyet) değiştirdi. Artık o Hıristiyanlık, buradaki, yani Filistin’deki Hıristiyanlık değildi. Hatta ilk dönem din adamları bizzat kilise adamları bunu teşvik ettiler. Niye ettiler? Hıristiyanlık bir an önce yayılsın diye, daha çabuk yayılsın diye putperest geleneklerle mücâdele edip, onları ortadan kaldırmak yerine, putperest geleneklere Hıristiyânî kisveler giydirdiler.  Meselâ “Noel” var ya, Noel Hz. Îsâ’nın doğumu, ama 25 Aralık tarihi gerçek midir? Hz. Îsâ’nın doğduğu yıl bile tartışmalı, nereden bileceksin ayı, günü?…

25 Aralık putperest Pagan Roma’da güneş ilâhı Mitra’nın bayramıdır. Ne yaptı Hıristiyan Katolikler? Mitra’yı kaldırdı, yerine Îsâ’yı koydu. İşte: “Îsâ bizim salâh güneşimizdir.” dedi. İş bitti, aynı bayram kaldı.

Öbür taraftan Hıristiyanlık gelmeden önce Artemis Kültü vardı. Bereket Tanrıçası, İlâhe Artemis Kültü ve halk ona tapıyordu. 431’de Efes’te toplanan Konsil’de Hıristiyanlık neye karar verdi? “Meryem, Tanrı Doğuran’dır.” diye karar verdi. Bugün hâlâ Katolik ve Ortodokslar Hz. Meryem’i Theotokos: Tanrı Doğuran diye adlandırırlar. Artemis’ten ne farkı var? Sâdece isim değişti. Artemis gitti, yerine Meryem geldi. Yani bugün günümüz Hıristiyanlığı, Pagan Roma’nın Paganlaştırdığı Hıristiyanlıktır. Dolayısıyla Hz. Îsâ’nın mesajıyla alâkası yoktur. Bugünün Hıristiyan dünyasındaki Hıristiyanlık da zâten Hz. Îsâ’nın sözlerinde yankısını bulan Hıristiyanlık değildir. Bu ikisini bağdaştırmanın imkânı yok.

Nasıl bağdaştırırsınız? “Ne yiyeceğiz diye endişe etmeyin. Göğün kuşlarını görmüyor musunuz? Onların buğday ambarları mı var? Sabah aç giderler, akşam tok dönerler. Ne giyeceğiz diye endişe etmeyin. Kır zambaklarını görmüyor musunuz? Semâvî babanız onları her bahar türlü türlü giysilerle donatır…” Şimdi bu zihniyetle kapitalizm bağdaşır mı? “Gömleğini isteyene, abanı ver.” Hıristiyanlar, bırakın abalarını vermeyi, almadık hiçbir şey bırakmadılar. “Sağ yanağına vurana solunu çevir.” Bir Amerikalıya bir şey yap. Bak ne oluyor? İnsanlar bombalanır. Yani bir Batılı’ya zarar ver, bak ne oluyor? Nerede İncildeki Hıristiyanlık?…

Aslında misyonerlere söylenecek bir şey var:

“Gidin siz, Hıristiyan diye bilinen, kendi ülkelerinizde, kendi yurtlarınızda, kendi vatanlarınızdaki kendi insanlarınızı önce Hıristiyanlaştırın. Onlara gidin. Çünkü onların ihtiyâcı var.”

Bugün hangi Avrupa ülkesinde Hıristiyanlık bu mânâda var. Hiçbirinde yok. İncil’deki Hıristiyanlık bugün sâdece manastırlarda keşişlerin hayatında var. Oralarda neler söyleniyor, neler yaşanıyor kim bilir?

Yüzakı: Misyonerler bugün İslâm dünyasında, Türkiye’de özellikle hangi figürleri, hangi yöntemleri kullanıyorlar? Halkımızın bunlara karşı nasıl yaklaşması gerekir?

Ömer Faruk Harman: İslâm topraklarında Misyonerler bir kere Îslâmî terimlerle ve terminolojilerle konuşuyorlar. Buna biz enkültürasyon diyoruz. Yani Hıristiyânî fikirleri İslâm kültür kavramlarına giydirmek sûretiyle, Müslümanlara aktarmak… O zaman ne olacak? Müslüman garipsemeyecek, yabancılık çekmeyecek. Meselâ; Allah diyor, peygamber diyor, âyet diyor, sıfat diyor… Onlara: Teslis nedir diyorsun? Allah’ın sıfatları diyor. Bunları kullanınca Müslümanın tepkisini azaltmış oluyor. Asıl yaptıkları nedir? Asıl yaptıkları, insanlarımızı Hıristiyanlaştırmaktan çok, misyonerlerin başarılı oldukları nokta, insanları dinden, kutsal değerlerden soğutucu, uzaklaştırıcı, dîne ve dînî değerlere karşı insanı âdetâ kaygısız, endişesiz, ilgisiz bir noktaya getirmeleridir. Asıl o bağı kopardığınızda siz etkili olursunuz. Yoksa inancını bilen, kutsallarını bilen, onlara saygısı olan bir insana siz istediğiniz şeyi yutturamazsınız. İnancına ters düşen şeyleri yaptıramazsınız. Önce birtakım sorularla, birtakım istifhamlarla, birtakım şüphelerle insanımızın zihnine fitne tohumu, şüphe tohumu ekiyorlar. Kur’ân’da çelişki var diyor, Kur’ân’a pek ilişmiyorlar ama çeşitli İslâmî kavramlarla alâkalı kadın konusunda, din-devlet ilişkileri konusunda geliyor elin Hıristiyanı bize: “İslâm kadını, peçeye sokmuştur, yeri duvarların arkasındadır.” diyor. Hele bir Hıristiyan’ın bir Müslüman’ı İslâm’ın kadın telâkkisi konusunda, tenkit etmeye hiç hakkı yoktur. Niye? 5. yüzyılda bu Hıristiyanlar kadının ruhu var mı, yok mu diye tartıştılar, konsilde tartıştılar. Macon Konsili’nde…

Alın, bakın İngiliz filozofu Bertrand Russell’in “Evlilik ve Ahlâk” kitabı var. “Evlilik ve Ahlâk”ı okuyun. Bakın orada Hıristiyanlar kadınlara nasıl bakıyor? Kadın orada günâhın simgesidir. Kadını görünce şeytan görmüş gibi kaçan Mısır’daki keşişleri, râhipleri düşünün. Yani hâl böyleyken geliyor, şimdi Hıristiyan, bizi tenkîde kalkıyor. Yahûdî bizi tenkîde kalkıyor.

Yahudilikte de kadın ikinci sınıftır. Kadının ön plânda olduğu tek yer şeriatlarında ifâde edilen: Yahudi olmanın şartı, bir Yahudi anneden doğmuş olmaktır. Onun ötesinde kadının hiç önemi yoktur. Erkek öndedir. Yahudilikte cemaatle ibâdet için on reşit er kişi lâzımdır. Cemaatle ibâdetin asgarî haddi bu. Kadınlar cemaatten sayılmaz. Cemaate bile katmazlar. Şimdi hâl böyleyken, bunları bilmeyen insanımıza gelip elin Hıristiyanı, İslâm’ın kadınla ilgili, İslâm’ın cihadla ilgili hükümlerini eleştirmeye kalkıyor. Misyonerlerin bugün en çok ifâde ettiği konu: “İslâm kılıç dînidir.”, “Hıristiyanlık sevgi dîni.” Allah Allah, bu ne menem sevgi ki, engizisyon mahkemelerinde Çin işkencesi çektirdiler. Bu ne menem sevgi ki, Haçlı Seferleri’nde, yüz binlerce insan öldü. Bu ne menem sevgi ki, karşı tarafı öldürmek sûretiyle sevgini gösteriyorsun. Irak’ı bombalıyorsun, Afganistan’ı öyle Ramazan günü, bayram günü demeden. Bu nasıl sevgi? Sonra diyorsun ki, Hıristiyanlık sevgi dîni. İslâm kılıç dîni. Hıristiyanlık kılıç dîni olsa râzıyız. Hıristiyanlık şimdi bomba dîni, füze dîni, kılıç ne ki? Dolayısıyla bunlar İslâmî hakîkatleri çarpıtıyorlar. Şimdi, batıda asırlar boyu var olan bir çarpıtılmış İslâm inancı var.

Montgomery Watt’ın “İslâm Avrupa’da” kitabına bakın. Watt bir Hıristiyan’dır ve kendisi Avrupa’da bütün Ortaçağ boyunca, İslâm imajı çarpıtılmıştır, diye söylüyor. Onlar insanımıza yaklaşırken, doğrudan: “Hıristiyan ol!” diye yaklaşmazlar, tabiî. Önce bize, bizim kutsallarımızla ilgili bizi şüpheye, tereddüde düşürecek şeyler söylerler. Daha sonra da bizi dînî ve millî değerlerimizden koparacak, uzaklaştıracak âdetâ kozmopolit yapacak birtakım fikirlerle bizi, zihnimizi, kalbimizi meşgûl etmeye, doldurmaya çalışırlar.

Yapılacak şey nedir?

Yapılacak şey, insanımıza, halkımıza, gencimize sağlam bir din eğitimi vermektir. Polisiye tedbirlerle misyonerliği önlemek mümkün değil, bugün İslâm’ı tanıyan hiçbir insan, ne verilirse verilsin, din değiştirmez.

İnsanların alışkanlıklarını terk etmeleri kolay değildir. Bir sigarayı bırakmak bile tiryâki için oldukça problemdir. Bir insanın dînini değiştirmesi ise çok önemli bir hâdisedir. Ama eğer kişide dînî şuur varsa 1000 dolar da alsa, Avrupa’ya gönderilmek, iş bulmak da olsa, yani hangi vaat olursa olsun, hangi yol denenirse denensin, hiçbir Müslüman eğer inancını biliyorsa, onun farkındaysa, dînini bırakmak değil, en ufak bir sapma bile göstermez. Yapılacak şey; halkımıza, insanımıza İslâm’ı gerçek yönüyle, ilmiyle öğretmektir. Bu yapıldığı taktirde, hiçbir Müslüman’ın Hıristiyan olması düşünülemez. Çünkü, hiç kimse “Ben İslâm’da bulamadım ama, Hıristiyanlıkta buldum.” diye bana hiçbir güzel şey gösteremez. Hiçbir kimse gösteremez. Yani tüm güzel şeyler İslâm’da var. Hıristiyanlığın sâhip olduğu, tasvip ettiği güzel şeyler de İslâm’da var. İslâm kronolojik olarak en son gelen dindir. Hepsini kuşatıcıdır. Dolayısıyla hepsindeki güzel şeyler, İslâm’da zâten vardır. Daha da kolaylaştırılmış olarak vardır. Yani bir insan Hıristiyanken Müslüman olursa bir kutsal kitap kazanıyor, bir peygamber kazanıyor ve kolaylaştırılmış bir din kazanıyor. Ama bir Müslüman kalkıp da Müslüman iken, geriye dönüp Hıristiyan olursa, kaybettiği ve kaybedeceği şeyleri varın siz hesap edin. Yani buna akıllı bir ticâret denir mi? Bu kazanç mıdır? Aklı başında hiçbir insan, böylesine kişiyi iflâsa götürecek, bir işe girişmez.

Yüzakı: Türkiye’deki misyonerlik faâliyetlerinin temelinde Anadolu topraklarının derin bir Haçlı zihniyetiyle ilhâk edilmesi düşüncesi var mı? Anadolu netâmeli bir toprak, kaç tane millete ev sahipliği yapmış…

Ömer Faruk Harman: Var tabiî. Yani bu topraklarda Müslümanlardan önce Hıristiyanlar vardı noktasından hareketle, Anadolu’nun maalesef değişik köşeleri Hıristiyânî açıdan yeniden ihyâ ve inşâ ediliyor. Bu da genelde turist gelsin ve turizm hareketi canlansın diye yapılıyor. Bu Anadolu topraklarındaki Hıristiyânî mekânların, Hıristiyânî mekân olarak şu mevcut hâliyle bilinmesinde bir sakınca yok. Ama inanç turizmi denince veya başka şeyler söylenince illâ Anadolu’daki Hıristiyan mekânlarını ihyâ edip canlandırmak; bunun yanında Türk-İslâm eserlerine karşı da kayıtsız kalmak, onların harap olmasına, onların yıkılıp gitmesine göz yummak, hem tarihimize ve hem ecdâdımıza, hem de dînimize ve kültürümüze en büyük saygısızlıktır.

Bir de gerçekliği olmayan şeyler var. Hıristiyanlık adına gerçekmiş gibi takdîm ediliyor. Benim tahammül edemediğim şey budur. Meselâ; Efes’te Meryem ana evi. Hz. Meryem Kur’ân-ı Kerîm’de de tebcîl edilen üstün kadınlardan biridir. Onun Anadolu topraklarına gelmiş olması bizim için gurur vesîlesi olur. İncil’de Meryem’den neredeyse bahsedilmez ama Kur’ân’da adına bir sûre tahsis edilmiş. Ama tarihî vâkıâ da gösteriyor ki, Hz. Meryem bu topraklara gelmemiş. Şimdi tutup da Efes’te Bülbül Dağı’nda Meryem ananın evi vardır, yok kabri vardır diye orayı Hıristiyanlaştırmanın, orayı bir Hıristiyan merkezi hâline getirmenin mânâsı yoktur. Bu çok yanlış…

Meselâ; bir başka şey: Antalya Demre’deki Noel Baba. Antalya Demre’de yaşadığı kabul edilen kişi St. Nikola’dır. Sonra orada ölmüş, kemikleri götürülmüş İtalya Bari’ye. St. Nikola ile Noel Baba arasında hiç alâka yok. Noel Baba efsânevî, mitolojik bir şahsiyettir. Kuzey Avrupa İskandinav ülkelerine âittir. Yahu! Bizim kendi tarihimizde insanlara iyilik eden, çocukları sevindiren hiç örnek şahsiyet yok mu da biz St. Nikola’ya kaldık! Antalya’nın Demre’sinin St. Nikola adını Noel Baba adına ihyâ edilmesi bazı endüstri kuruluşlarının ürünlerini satacağız diye her yıl Noel’de Noel gecesinde, yılbaşında Noel Baba giysisi giymiş kişileri sokaklarda, mağazalarda dolaştırmanın mânâsı var mıdır? Üstelik bu kırmızı beyaz kürklü elbise giymiş kişinin Ren Geyiği’nin çektiği kızaklarda giden kişinin Antalya’yla Demre’yle ne alâkası var? Antalya’da ne zaman Ren Geyiği vardı ve kar böyle yağdı? Bunlar Kuzey Avrupa’nın işi. Yani böylesine insanımızı kandırarak Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmanın, Anadolu’nun tapusunu Hıristiyanlara vermenin hiçbir mânâsı yok. Bunu hiçbir ülke de yapmaz.

Bizim üzerimize düşen, hem Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak, hem millet olarak önce ecdâdımızdan bize gelen tarihî eserlerin ihyâsıdır. Onlar ata yâdigârıdır. Gidin bugün Fransa’ya, bakın Paris’e, geçmişle alâkalı hiçbir taşı toprağı bile atmamışlardır. Hepsini yaşatıyorlar. İnsanlar ve milletler mâzîleriyle, tarihleriyle yaşar. Dolayısıyla bu, önemli tehlikelerden biri. Yani bugün pek çok yer, Batılıların Hıristiyanların: “Şurası bizim kilise idi. Buradan Pavlus bir gün geçmişti. Burada üç akşam yatmıştı.” diye mülk edineceklerse, sahip olacaklarsa, tapınacaklar, tapulayacaklarsa o zaman bu topraklar elimizden gitti gider. “Pavlus’un ayak izleri üzerinde” diye bir proje var. Her yıl batıdan insanlar geliyor. Hıristiyanlar Pavlus nereleri gezdiyse Anadolu’da oraları gezelim. Sonra, hem yıkık harâbe olmaya yüz tutmuş yapılar bile, adı sanı belli olmayan yerler bile eskiden Hıristiyan mâbediydi diye bugün gelen Hıristiyan kâfilelerine âyin yaptırılmak sûretiyle ihyâ ediliyor. Bu toprağımızın elden gitmesi demektir. Vatanımızın elden gitmesi demektir. Eğer biz böyle yaparsak, kendi tarihimize, kendi vatanımıza sahip çıkmazsak; işte batılıların, emperyalist devletlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Bizi biz yapan, bizi ayakta tutan, dînî ve millî değerlerimizdir. Buna sahip olduğumuz sürece biz varız. Başka bütün milletleri de millet olarak ayakta tutan onların dinleridir, kiliseleridir. Ermeni milletini millet olarak var eden, ayakta tutan Ermeni Kilisesi’dir. Yahudileri ayakta tutan Yahudi dînidir. Kendimizi inkâr etmenin mânâsı yok.

Yüzakı: Hocam, çok teşekkür ederiz. Allah size uzun ömürler, sıhhat, âfiyet versin.

Ömer Faruk Harman: Mevlâ sizlere başarılar ihsân eylesin.