ÜMİT, ÎMÂNIN BİR PARÇASIDIR

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Şeytanın, Hakk’ın yolundan insanları saptırmak için kurduğu çok çeşitli tuzaklar vardır. Bu tuzaklardan birisi de yeistir. Yeis; «umutsuzluğa kapılma, karamsar olma; kulun Allâh’ın rahmetinden, yardımından umudunu kesmesi» mânâlarına gelir.

İmtihanlar, dünya hayatının bir parçasıdır. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem -aleyhisselâm-, cennette imtihana tâbî tutulmuş, daha sonra yeryüzüne indirilmiştir. O gün bu gündür insanlar için imtihanlar artmış, çeşitlenmiş ve bütün insanlar bir şekilde imtihan edilmiş, edilmeye de devam edecektir.

Günümüz dünyasında, nimetlerin çokluğu, kolayca ulaşılabilirliği gibi sebeplerle rahatlığa alışan birçok kişi; imtihan edilirken karamsarlık dalgasına kapılmakta, bu hâlin sürekli olacağını düşünmekte, isyan denizinde kendini kaybetmekte ve Allah’la olan bağını koparma noktasına gelmektedir.

Ümitsiz olan kişi, karamsarlığa mahkûm olur ve günah çukuruna düşer. Bu durumu, merhum Mehmed Âkif ERSOY şiirinde şöyle dile getirmiştir:

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Dünya hayatında ne elemler ne de sevinçler kalıcıdır. Bir yıl önce yaşadığımız sıkıntıların birçoğu bugün hatırımıza bile gelmez. Kendisi bâkî olmayan bir hayatın -âhirete yatırımının dışında- neyi kalıcı olabilir ki?

Bugün bir yandan İslâm ülkelerinin bir araya gelememeleri, içeriden ve dışarıdan birçok düşmanla uğraşmaları, kan ve gözyaşının en çok bu ülkelerde olması; diğer yandan bazı sözde tarîkatların, cemaatlerin birçok değeri istismâr etmeleri; inananları karamsarlığa ve çok derin endişeye sürüklemekte, bu hâlin istikbalde de böyle devam edeceğini düşünmelerine sebep olmaktadır.

Ancak asr-ı saâdete baktığımızda inananların birçok darboğazdan geçtiğini görürüz. Tebliğin ilk yıllarında yapılan hakaretler, baskılar ve işkenceler; ilerleyen yıllardaki boykot gibi sıkıntılar; hicretten sonra Medine’deki savaşlar; Hudeybiye… Lâkin onlar inen âyetlerle ve Allah Rasûlü’nün sözleriyle tesellî buldular, ümitlerini kaybetmediler, hep diri tuttular.

Sonrasında, İslâm hızlı bir şekilde yayıldı. Her ne kadar Hazret-i Hamza, Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anhümâ- gibi sahâbîler bunu göremeseler de insanlar karanlıktan nûra koştular ve Arap Yarımadası’nda «Allâhu ekber» nidâları yankılanmaya başladı.

İnen âyetler, Peygamber dudağından dökülen güzel sözler; nasıl ki o zaman inananlara ümit aşıladıysa bizlere de ümit aşılamalıdır. Çünkü biz de aynı vahyin muhatabıyız, aynı Rasûl’ün ümmetiyiz.

Allâh’a inanmayan insanlar bile yarın için ümitlenirken; Hakk’a inanmış, İslâm’a gönül vermiş, Rasûlullâh’ı rehber kabul etmiş müslümanların hem yarınlar hem de âhiret için ümit ipinin ucunu bırakması düşünülemez. Aksine daha sağlam bir şekilde bu ipe sarılmalıdırlar. Çünkü Allah -celle celâlühû- Kur’ân’daki buyruklarıyla inananlara ümit aşılamaktadır:

“Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…” (el-A‘râf, 156)

“Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler toplumundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 87)

“(İbrahim); «Haktan sapmış olanlardan başka kim Rabbimin rahmetinden ümit keser!» dedi.” (el-Hicr, 56)

Îmân eden kişi, asla çaresiz değildir. Yegâne sığınağı ve yardımcısının Allah olduğunun şuurundadır. Hem verilen her nimet, başa gelen her felâket ve çekilen her çile; mü’min için bir hayır, Hakk’ın rızâsını kazanma vesilesi değil midir?

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır:

•Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.

•Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Bir kıssada anlatılan; doksan dokuz kişiyi, sonra tövbesinin kabul edilmeyeceğini söyleyen bir râhibi de öldürerek öldürdüğü kişi sayısını 100’e çıkaran adam, aslında bir ümit arayışındadır.

-Bazı kaynaklarda geçtiği üzere- Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; Ebû Cehil’e tebliğ için 40 defa gitmesi, müşriklerin ileri gelenlerinin ve arkasından nicelerinin îman dairesine girmelerini ümit etmesi değil midir? Bu ümit de boşa çıkmamış ve İkrime müslüman olmamış mıdır?

Toprağa atılan bir tohum; kocaman bir ağaç olacağını düşlemez ve ümit etmezse, kış mevsimine nasıl dayanabilir, sonrasında nasıl filizlenebilir ki?

Bir ordu; herhangi bir savaşta zafer kazanacağını ümit etmezse, savaşa hiç girer mi?

Bir usta; yanına aldığı çırağın işi öğrenmesini ve ilerleyen zamanda kendisi gibi bir usta olmasını ümit etmezse, işinin püf noktalarını ona öğretebilir mi?

Bütün bunlar ümidin, hayatın merkezinde yer aldığının ve hayatı daha yaşanır kıldığının bir göstergesidir.

Ancak; ümit, gayreti de peşinden getirmelidir. Çünkü gayret etmeden hiçbir yere varılamaz. Gayretsiz ümit, gerçekleşmesi boş bir hayal; ümitsiz gayret de beden ve gönül yorgunluğudur.

Yukarıdaki misal verdiğimiz ordu; önce gerekli hazırlıkları yapacak, eksikliklerini giderecek sonra ümit edecektir. Eğer bunları yapmazsa; ümidi o orduya bir şey kazandırmaz, aksine askerlerin canlarından olmalarına sebep olur.

Mü’min denge insanıdır. Her hâlde ve şartta dengesini muhafaza eder. Ne tamamen kendisini ümit beşiğine bırakarak gününü boş hayallerle geçirir, istikbâlini ve âhiretini tehlikeye atar; ne de ye’se kapılıp, çaresizlik dehlizine düşerek, hayatını karanlıklar içinde geçirir.

Ümit, îmânın bir parçasıdır. Bu yüzden ümit; insanı zinde tutar, insanın gayretli olmasını sağlar; tembelleşmesini, kötümser olmasını, verilen nimetlerin hor görülmesini engeller. Îman, ümide kapı aralar; ümit de îmânı ve tevekkülü besler. Kulun Hakk’a teslîmiyetini artırır.

Yarınlara umutla bakabilmek için; şu âyet bize, inananlara yeter:

“Allah, nûrunu muhakkak tamamlayacaktır!” (es-Sâf, 8)

Yeise kapılma kırılsın çember,
Îmânın, gönlüne ışıklar saçsın.
Rahmet pınarından bir avuç su ver,
Filizlensin umut, çiçekler açsın. (Ali AĞIR)