Saâdetin Kapısı; NEFS TERBİYESİ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan, mevcûdat içinde tam olarak anlaşılması asla mümkün olmayan varlıkların başında gelir. Onun en muğlâk tarafı da iç âlemi, rûhâniyetidir. Bir psikiyatri uzmanı, uzun yılların tecrübesiyle ulaştığı noktayı;

“Beyin, sırrını vermez; bizim yaptığımız, el yordamı ile yol alabilmektir.” diye hulâsa ediyor. Onda diğer varlıklarda olmayan bir hususiyet vardır ki bu;

“… Hem maddesi hem mânâsı ile bir sanat hârikası olan insanı değerli kılan; daha varlık sahnesine çıkmadan onu Hakk’ın hilâfet tâcı (Bkz. el-Bakara, 30) ile şereflendiren, âlemlerin Rabbine dost olmaya namzet kılan, türâbî bedenini canlandırarak âhenk içinde işlemeye başlamasına sebep olan, Rabbimiz’den üfürülen (Bkz. el-Hicr, 29) «rûhu»dur.”1

İnsanı anlamaya yönelik çalışmalarıyla Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan Fransız ilim adamı Dr. Alexis Carrel (1873-1944), hazırladığı kitabının adını, onun bu yönüne atfen olsa gerek «İnsan Denen Meçhul» koymuştur.

Hikmetine binâen büyük ve ulvî bir dâvâyı yüklenmiş olan insanın bu fiili hakkında, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi…” (el-Ahzâb, 72) Bu münasebetle, insan kendi hâline bırakılmamış (Bkz. el-Kıyâme, 36); bu mükellefiyeti yerine getirmesinde muvaffak kılacak bütün imkânlar kendisine ihsan buyurulmuş; bir hayat düsturu olarak semâvî kitaplar ve onların hayata aktarılmasını tâlim etmek üzere ilâhî rehberler gönderilmiştir. Binâenaleyh; insanın mes’ûliyetten sıyrılması için, hiçbir bahanesi kalmamıştır.

İnsana bahşedilen akıl, irade ve nefs; ilâhî rehberin kılavuzluğunda doğru istikamette kullanıldığı takdirde, yüklenilen emânetin hakkı verilerek, ebedî saâdete hak kazanılmış olur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tasarrufuyla, karanlık bir câhiliyye cemiyetini nûra gark eden «Asr-ı Saâdet» inkılâbı, bunun emsalsiz bir nümûnesidir. Bu rahmet iklimi, selef-i sâlihîn hazerâtı ve onları teselsülen takip eden nesiller eliyle, çağlar boyu hâle hâle yayılarak, dünyayı rahmet iklimine kavuşturmuştur.

Fakat ihsan buyurulan bu hâssalar arasındaki hassas dengeyi kurabilmek, herkesin de harcı değildir. Nefsi, akıl ve irade ile, «vahy»in aydınlığında tezâhür eden nebevî çizgiyi takipte tutmak îcap eder. Bu takipteki küçük umursamazlıklarla bile, her an kantarın topuzunun kaçırılması ve doğru mecrâdan çıkılması muhtemeldir. Bu tehlikeyi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Allâh’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan daha az bir zaman bile nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvud, Edeb, 110) duâsıyla dile getirir. Nefsin kuvvetine dair, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’tan şöyle bir hâdise rivâyet edilir:

Halîfe Hazret-i Ömer’e gelen Rum elçisi; bazı hediyelerle birlikte, düşmanları için kullanılmak üzere kuvvetli bir zehir takdim eder. Halîfe Hazret-i Ömer;

«Benim nefsimden büyük düşmanım yok!» diyerek, besmele ile zehiri içer. Halîfe’ye bir şey olmadığını hayretle müşâhede eden elçi, bunun üzerine îmân eder.

Nefs; insana bahşedilmiş, azgın tabiatta bir ata nisbet edilebilir. Usûlünce terbiye edilip, akıl ve irade ile hükmedilebilirse, insanı menziline ulaştırır; aksi takdirde, menzile selâmetle ulaşılamadığı gibi, bir uçuruma yuvarlanmak da mukadder olabilir. Nefisle baş edebilmenin zorluğu hususunda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:

“Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakikî kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.” (Buhârî, Edeb, 76)

Bu cümleden olarak rivâyet edilmiştir:

“Fevkalâde meşakkatli şartlarda cereyan eden Tebük Seferi dönüşünde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«–Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz.» buyurdular.

Sahâbî hayretle;

«–Yâ Rasûlâllah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihad var mı?» dediklerinde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz.» (Beyhakî ve Süyûtî) buyurdular.”2

İnsanın ufkuna, amelinin karşılığı olarak «âlâ-yı illiyyîn» ve «esfel-i sâfilîn» gibi iki zıt kutbun konulması, böyle azîm bir mücadeleye istinâdendir. Öyle ki; bu mücadeleden muvaffakiyetle çıkanlar, meleklerin daha üstünde bir mevkî kazanırlarken; nefsine râm olup, «ezel bezmi»ndeki ahdini çiğneyenler, aşağıların aşağısına yuvarlanırlar. Tarihin sayfaları, her iki tarafın da ibretlik örnekleriyle doludur. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren, Hâbil’in safını devam ettiren bütün peygamberân-ı izâm -aleyhimüsselâm- hazerâtı ve onların izini takip eden mübârek nesiller, bu saâdet yolunun yolcularıdır. Kābil’in temsil ettiği Nemrutlar, Firavunlar, Kārunlar, Bel‘am bin Baûralar, Ebû Cehiller… kafilesi ise, hüsranla biten âkıbeti hak edenler gürûhudur.

Nefsin en kuvvetli tezâhürü, muhtelif şeylere duyulan hazlardır. Bu hissiyat, belli ölçülerde hayatın devamı için elzem olmakla beraber; haddi aştığı takdirde, vukû bulan ihtiras ve iptilâ kasırgaları, ferdi de, yaşadığı cemiyeti de istikametten saptırır; hazan yaprakları gibi savurur. Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bunu îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle, çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, Rikāk, 28)

Dünyanın, âdetâ câhiliyye devrine geri döndüğü zamanımızda, hazlar baş tâcı edilmiş, bu ihtirâsın tatmini insanın en öncelikli ihtiyacı hâline getirilmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“İnsanın bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz…” (Buhârî, Rikāk, 10) buyurur. Kulluk keyfiyetini unutmuş insanın, tatmin bilmeyen bu zaafı; şükreden, sabreden, kanaatkâr cemiyetleri, günümüzün bir vâkıası olan «küreselleşme» ile, «tüketim cemiyetleri» hâline getirmiştir. Bu sâiklerdir ki; teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen, dünyamızı her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirmektedir.

Nefse tâbî olmak; «elest bezmi»ndeki ahdine (Bkz. el-A‘râf, 172) vefâ göstermeyen günümüz insanlığının en mühim meselesidir.

“Rivâyet edilir ki; Hazret-i İlyas -aleyhisselâm-, Azrâil’le karşılaşınca ürperdi. Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm dedi ki:

«–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?»

Hazret-i İlyas şöyle cevap verdi:

«–Hayır, ölümden ürkmedim. Fakat hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibâdetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan bir lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.»”3

Tatmini mümkün olmayan boş hayaller peşinde koşularak, âhiret sermâyesi olan ömrün heder edilmemesi, nefsin uslanmasına bağlıdır. Bu başarılabilirse; aklın rehberliğinde, ulvî lezzetlerle Hakk’ın yolunda şükreden bir kul olarak, Allah Teâlâ’nın rızâsı talep edilir. Bu süfliyattan ulviyâta yükselmenin karşılığı da; «huzura eren nefsle, iyi kulların arasına katılarak cennete davet edilmektir.» (Bkz. el-Fecr, 27-30)

Şanlı medeniyetimizin «Altın Silsile» ile parıldayan tasavvuf mektebi de, gönül ehli mübârek zevâtın rehberliğinde, riyâzat ve mücâhede ile bu nefs tezkiyesine hizmet etmiştir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emsalsiz inkılâbı; nefsi tatmin uğrunda, seraptan seraba koşarak, kızgın çöllerin derinliklerine dalan günümüz insanlığının ufkunda, «en güzel örnek» olarak parlıyor. Asırları huzura gark eden bu rahmet iklimi; zamanımızın câhiliyye karanlığını, aydınlığa çıkaracak, saâdete kavuşturacak tek çaredir.

_______________________________

1Dr. B. Nefise İNAL, Şebnem, s. 190.
2Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi, Erkam Yay. 134, s. 289.
3Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı, s. 191.