BİR «ÂH» İLE KAVRULAN YAPRAK…
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Yazıcızâde Mehmed Efendi, Gelibolu’da doğdu. İlk tahsilini babası Yazıcı Sâlih’ten aldı. Arapça, Farsça ve İslâmî ilimler tahsil etti. Kardeşi Ahmed-i Bîcân da ağabeyinin izinde ilim ve irfan yolunda ilerledi. Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin mevlid türünde te’lif ettiği «Muhammediyye» en meşhur eseridir. 9008 beyitten oluşan Muhammediyye hem yazıldığı dönemde hem de sonraki asırlarda geniş bir coğrafyaya ulaştı, halk tarafından sevilip okundu. Eserin bu kadar meşhur ve makbul olmasının sebebi; Peygamber hasretiyle yanan gönüllere verdiği huzur, sade ve samimî dili, akıcı ve ölçülü üslûbu olarak gösterilebilir. Bu eser te’lif edildikten yaklaşık beş asır sonra yaşayan Yahya Kemal BEYATLI, eserle ilgili çocukken şâhit olduğu manzarayı şu satırlarla ifade eder:
“Annem Yazıcızâde’yi sabah namazlarından sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım hâlde annemin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim Muhammediyye’nin o mısraları bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem sûrette bulunan milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle İslâm’ı yoğuran millî-İslâmî harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.”
Yanık Peygamber âşığı Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin ilim, irfan, irşad ve ibâdetle geçen ömrü 1451’de son buldu. Kabri, Gelibolu’dadır.
*
Sen’in vasfın kitâbını yazarken Yazıcıoğlu,
Yanar cânı eder âhı elinde tutuşur evrak. (6047. Beyit)
Yazıcızâde Mehmed’in, Allah ve Peygamber aşkı tesiriyle eylediği âhının bu beytin bulunduğu yeri ve diğer iki yaprağı yaktığı söylenir. Denilir ki bugün mevcut olan müellif nüshasının 242. ve 323. yaprakları âdeta kısmen yanmış bir kâğıt durumunda olup rengi kahverengileşmiş, yer yer çatlamış ve kavrulmuş gibidir. Ve bazı nüshalar da asıl nüshayı taklîden bu sayfalarına yanık görünüşünü vermişler ve birçokları da sadece;
«Burası müellifin âhıyla yanmıştır.» meâlinde işaretlenmişlerdir. Fakat asıl; hemen hemen tamamına yakın yanık yaprak, 120. sayfada olup «Kasîde-i Hazretü’n-Nebî»’nin bulunduğu kısımdır. (Âmil ÇELEBİOĞLU, Muhammediye, s. 86, 87)
SÖĞÜT’Ü KIŞLAK, DOMANİÇ’İ YAYLAK EDİNEN KAYI
Kayı aşîreti reisi Ertuğrul Gazi, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babasıdır. Kayı aşîreti, Sultan Alparslan’ın Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya girdi, Erzurum/Pasinler civarına yerleşti. Burada sürüler için yeterli otlak bulunmadığından dolayı batıya doğru ilerlediler. Seyahat hâlindeyken Selçuklu ordusu ile Moğolların muharebesine rast geldiler. Selçuklu ordusuna yardım etmelerine karşılık, Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbat, Kayı aşîretine toprak verdi. Kayı aşîreti, yerleştiği toprakları akınlarla genişletti. En nihayet Söğüt’ü yurt edindiler. Ertuğrul Gazi, 1280-1290 yılları arasında vefat etti. Kabri, Söğüt’tedir.
*
Ertuğrul Bey’in riyâsetindeki Kayı aşîreti, beş yüz civarında er ile Anadolu’da ilerliyordu. Yolda, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğollarla muharebesine rastladılar. Selçuklu ordusu yeniliyordu. Ertuğrul Bey;
“–Yârenler cenge rast geldik. Yanımızda kılıç götürürüz. Kadın gibi geçip gitmek erlik değildir. Elbette şunların birisine yardım etmemiz gerekir. Galibe mi yoksa mağlûba mı yardım edelim?” dedi. Arkadaşları;
“–Mağlûba yardım için yeterli erimiz yok. Galibe yardım edelim.” dediler.
Ertuğrul Bey ise;
“–Bu söz; mertlerin, yiğitlerin sözü değildir. Er odur ki mağlûba yardım eder. Hızır gibi dar zamanda çaresizlere yardım yetiştirelim.” diyerek kılıç çekti. Arkadaşları da ona tâbî olup kılıç çektiler. Selçuklu ordusuna yardım ettiler. Muharebeyi, Selçuklular kazandı.
Zaferden sonra Alâeddin Keykûbat, Ertuğrul Bey ve arkadaşlarına hediyeler verdi, ikramlarda bulundu. Onlara yurt edinmeleri için toprak verdi. Böylelikle Osmanlıların atası Ertuğrul Gazi ve aşîreti Anadolu coğrafyasına yerleşmiş oldu. (Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, c. 1, s. 26)
MUÂRAZA MUHABBETE DÖNÜŞTÜ
Hattat Ahmed Şemseddin Karahisârî, Afyon-Karahisar’da dünyaya geldi. Genç iken İstanbul’a gelerek Halvetî şeyhlerinden Karamanlı Cemâleddin İshak Efendi’ye intisâb etti. Tasavvuf eğitimini tamamladı. İranlı hattat Esedullah Kirmânî’den hat meşk etti. Hat sanatında yeni bir ekol oluşturan Karahisârî, Mimar Sinan’ın yaptığı Şehzadebaşı ve Süleymaniye camilerinin hatlarını yazdı.
Ahmed Şemseddin Karahisârî, 1556 yılında vefat etti. Kabri, Sütlüce’dedir.
*
Bursalı Şerbetçizâde İbrahim Efendi, Karahisârî ile aynı asırda yaşayan bir diğer hat ustasıydı. Bu iki sanat erbâbının birbirlerini gıyâben tanıdıkları yıllarda mektuplaştıkları bilinmektedir. Bu mektuplardan ikilinin çekiştikleri anlaşılır.
İbrahim Efendi, Karahisârî’ye yazdığı bir mektubunda bir beyte yer vermişti. Bu Farsça beyitte Karahisârî’nin sanatta eksik olduğunu îmâ ediyordu. Meâlen;
“–Kâmile gerekir ki iyi yazı usûlünü anlayabilsin. Yoksa her nâkıs Yâkut’un şivesini, güzelliğini bilemez.”
Karahisârî de bu beyte karşılık yine Farsça ve nazım olarak meâlen şu cevabı verdi:
“–İnsaflı insanın gözü, gördüğü şeyi cam parçası da olsa inci sayar. Hünerli insanın gözü, ayıptan pak olur. Hünersizlerin ayıplamasından korkulmaz. Usturanın ağzı ne kadar keskin olsa da kılı keser ama ortadan yaramaz.”
Bu çekişme İbrahim Efendi’nin İstanbul’a bir gelişinde Karahisârî ile şifâhî olarak görüşmesi neticesinde muhabbete ve dostluğa dönüştü.
BAŞKA KİTAPLARIN DİLİ DEĞİŞİR, KUR’ÂN’IN DİLİ DEĞİŞMEZ!
İsmail Hakkı MİLASLI, 1870’te Muğla’nın Milas ilçesinde dünyaya geldi. İlk, orta ve lise tahsilini Milas, Aydın ve İzmir’de tamamladıktan sonra tıp alanında yüksek tahsilini İstanbul’da yaptı. Aynı yıllarda dînî ve ilmî sahada kendini yetiştirdi.
Mezun olduktan sonra ülkenin muhtelif yerlerinde vazife aldı. Bunun yanı sıra içtimâî hayatta aktif rol üstlendi. Sebîlürreşâd ve Sırâtımüstakîm dergilerinde makaleler kaleme aldı.
Yeşilay’ın kurucularından olan İsmail Hakkı Bey, her vesileyle içkinin zararlarını anlattı.
Dr. İsmail Hakkı MİLASLI, 1938’de vefat etti.
*
Kendisi anlatır:
“–Beyrut’ta bulunduğum sırada hem Fransızcaya hem Arapçaya iyi vâkıf hıristiyan Arap Nedre Mıtran ile aramızda şöyle bir hâdise geçti:
Bir Cuma günü Beyrut gümrük nâzırı Kâmil Efendi, Nedre Bey ve ben konuşuyor idik. Söz Kur’ân-ı -Azîmu’ş-Şân-’a intikal etti. Nedre Bey bana hitâben;
«–Kur’ân-ı Kerim’de öyle âyetler vardır ki; biz hıristiyan Araplar, hayran ve takdirkâr olmaktan kendimizi alamayız. Ezcümle;
‘Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lâmba bulunan bir kandillik gibidir. Lâmba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan incimsi bir yıldız!’ (en-Nûr, 35) âyeti bu bâbda gayet mühim bir misaldir.» dedi. Ondan sonra ayrıldık. Ertesi hafta ben Kazımırski’nin Fransızca Kur’ân tercümesinden bu âyetin Fransızcasını defterime yazarak Âliye’ye gittim. Nedre Mıtran da orada idi;
«−Sizin takdir ve hayretlerle gördüğünüz âyetin Fransızcası!» diyerek defteri eline tutuşturdum. Aldı, şöyle bir okudu ve;
«−Bu onun tercümesi değil!» diyerek defteri geriye verecek oldu;
«–Rica ederim. Sizin Arapçanız da Fransızcanız da kuvvetlidir. Tashih yahut yeniden tercüme edin.» dedim. Tekrar aldı ve biraz çekilerek mütalâaya başladı. Bir hayli zaman düşündükten sonra;
«–Allah Allah, başka türlü tercüme de mümkün değil. Lâkin gerek lâfız gerek mânâ cihetiyle ne kadar kaybetmiş. İnsanın; ‘Bu onun tercümesi değil!’ diyeceği geliyor. Sanki o âyet değil. O derece değişmiş.» dedi.”
Kazımırski, Kur’ân tercümesinde en ziyade muvaffak olan bir müellif. Fransız lisânı da her türlü ilmî mazmunları ifade için gayet müsait bir lisandır. Beynelmilel olması da bu fazlına delildir. Öyle olduğu hâlde Kur’ân-ı Kerîm’in lâfız ve mânâsındaki büyüklüğü, derinliği edâdan âcizdir. Şu hâlde Türkçemizin bugünkü hâliyle, Kur’ân’ın Arapçasının hüküm ve kuvvetini tamamıyla hâiz bir tercüme meydana getiremeyeceğimiz evlâ bi’t-tarîktir… Türkçemiz Kur’ân’ı hâiz olduğu bütün kuvvet ve vüs‘atiyle edâya kādir değildir.
Öyle olunca tercüme etmeyelim mi? Edelim. Fakat tercümelerimizin Kur’ân’ın aynı olduğunu iddia etmeyelim.” (Ercan ŞEN, «Milaslı İsmail Hakkı’nın Kur’ân Tercümesine Dâir Bir Risâlesi: «Kur’ân tercüme edilebilir mi? Ve Yeni Vâdîde Fâtiha Tercüme ve Tefsîri», Tanıtım, Çeviri ve Değerlendirme, GOP Ünv. Dergisi, 1 [2], 261-286)