HÂTIRALARLA NECİP FAZIL

Dr. Naif ÖZKUL

Bu yazımızda, memleketimizin büyük şair ve mütefekkiri Üstad Necip Fazıl’dan, kendisine dair hâtıralarımdan bahsetmeyi ve bu vesileyle bu büyük vecd ve îman adamının hayırla hatırlanmasına hizmet etmeyi arzu ediyorum.

Üstad Necip Fazıl, edebiyat çevrelerinde «Kaldırımlar şairi» olarak bilinir. «Bunalımı, onun kadar derinlikli anlatan bir şair yoktur.» denilebilir. İstanbul Üniversitesi Türkoloji Yeni Türk Edebiyatı eski hocalarından rahmetli Prof. Dr. Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri kitabında;

“Şiirlerine kendi rûhî bunalımlarını kuvvetli bir şekilde aksettirmesini bilen Necip Fazıl, sosyal bunalımları da aynı güçle ifade eden şiirler yazmıştır.” diye tarif eder kendisini.

Onun meşhur «Kaldırımlar» şiirinden, bunalımı kesif bir dille ifade eden birkaç mısraı zikredelim:

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında,
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum,
Yolumun karanlığa karışan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta,
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Burada bunalımı dile getiren şair; ışıktan ve kalabalıktan kaçıyor, karanlığa karışıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde; aydınlığın bittiği yerde, onu bekleyen bir hayal görüyor.

1927 civarında Necip Fazıl, edebiyat çevrelerinde zirve şairdi. Genç yaşta şöhrete ulaşmış ve şiirleri mektep kitaplarına girmişti. Entelektüel câmiada baş tâcı idi.

Fakat ne vakit ki; kıymetli âlim Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’ni tanıdı, İslâm câmiasına katıldı, o zaman şimşekleri üzerine çekti. O zamana kadar kendisini el üstünde tutanlar, ağız değiştirdiler; «Kendisine yazık etti!» tarzında suçlamalara başladılar. Okul kitaplarından şiirlerini çıkardılar.

Meselâ;

Baki Süha EDİPOĞLU, 1968’te Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda;

“Büyük Doğu Necip Fazıl’ın mezarlığı olmuştur.”

“Necip Fazıl; siyâsî, mistik akıntılara kapılmış ve bizi şair Necip Fazıl’dan mahrum bırakmıştır.” gibi cümlelerle kendisine sataşmıştı.

Bugün gazetesinde Üstad Necip Fazıl, Baki Süha’ya şu satırlarla cevap vermişti:

“Büyük Doğu’dan sonra âdeta intihar ettiğimi, Büyük Doğu’nun bana mezar olduğunu iddia ediyorsun! Büyük Doğu, İslâm dâvâsının asrımızda biricik fışkırış merkezi, kaynak noktası olduğuna göre; böylece, topyekûn İslâm’a yönelişimi sanatımın kātili farz ediyorsun!

Bense; daha evvel yaşadığım ve sürüklendiğim mürde hayattan kurtuluşumu, yani sonsuzluk basamağını buluşumu Büyük Doğu’dan sonraya bağlamakla kalmıyor, sanat ve fikirde de ulaşabildiğim en üstün dereceyi «Çile», «Sakarya Destanı», «Zindandan Mehmed’e Mektup» şiirlerini ve «Bir Adam Yaratmak», «Ahşap Konak», «Reis Bey» piyeslerini, «İdeolocya Örgüsü», «Halkadan Pırıltılar», «Büyük Kapı» eserlerini ve daha nicelerini yazan kalem olarak yine ondan sonraya bağlıyorum.

Sana, Baki Süha; mezar görünen şeyin bizzat hayat olduğunu, sanat ve sanatkârın da ölümsüzü ve ölümsüzlüğü bulmaktan başka gayesi olmadığını anlatabilmek çok zor… Müslümanlar anlasın, yeter!..” (Bugün, 21 Şubat 1968)

Anlayamayanların; «Yazık oldu!» dedikleri gaflet döneminden, Necip Fazıl merhum ise şöyle bahsedecekti:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

Necip Fazıl, aynı zamanda «Çile» şairiydi. Şimdi ise İslâm dâvâsının çilesine talip olmuş, İslâmî çilenin şairi olmuştu.

Fatih Sultan Mehmed Han bir şiirinde şöyle der:

İmtisâl-i «câhidû fillâh» olubdur niyyetüm,
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.

“Niyetim; «Allah yolunda cihâd ediniz!» emr-i ilâhîsine tam riâyet etmektir. Yegâne gayretim de İslâm dîni için çalışıp çabalamaktır.”

Bu mısralar; büyük sultan gibi, Necip Fazıl’ın da hayatını en güzel şekilde tarif etmektedir. Necip Fazıl da bütün gayretini İslâm için harcadı. Bin bir güçlükle Büyük Doğu mecmûasını neşretti. Devrin yasakları sebebiyle hayatı boyunca türlü türlü soruşturmalara maruz kaldı. Defalarca hapse atıldı. Fakat asla geri adım atmadı. Arkasında kendi ifadesiyle «aksiyon rûhuna sahip bir gençlik» yetiştirdi.

Üstâdın, Sultanahmet Adliyesi’ndeki bir muhakemesine şâhit olmuştum. Adliyenin koridorunda bir banka oturmuştu. Etrafında sadece beş seveni vardı. Belki altıncısı bendenizdim. O zaman lise öğrencisiydim. Koca Necip Fazıl’ı karşılayan bir elin parmakları kadardı.

Rahmetli Ergun GÖZE Ağabeyimiz orada söz aldı;

“–Üstad! Vekiliniz olarak dâvânızı üzerime almak istiyorum.” dedi.

Necip Fazıl merhum, kendine mahsus tavrıyla;

“–Becerebilecek misin?” dedi.

Ergun Ağabey de tevâzu ile;

“–Elimden geleni yaparım.” diye mukabelede bulunmuştu.

Necip Fazıl, bu mücadele azmini, elbette ki tasavvuftan alıyordu. Artık Kâşgârî Dergâhı’nın müdâvimidir. O dergâhta kendisine yakın bulduğu Muhib ile beraber Abdülhakim Efendi’nin huzûrunda, vecd ile, kendi ifadesiyle; «Van kedisinin sükûn ve masum duruşu gibi» canla başla Üstâd’ını dinler olmuştur.

Dergâh arkadaşı Muhib, Anadolu’nun temiz insanı. Bir defasında Necip Fazıl’ı evinde misafir eder. Kendisi çok halim selim, az yiyen bir insandı. O günlerin hâtırasıyla, beraberliğinden haz duyardı.

Necip Fazıl, kalemiyle de «ehlullâh»ı anlattı. Halkadan Pırıltılar ve Reşahat tercümeleri onun kıymetli eserleridir.

Safiyyüddin Hazretleri  büyük bir velî. Reşahat adlı eserin müellifi. Eserde «evliyâullâh»ın hayat hikâyelerini anlattıktan sonra, onların peşinden giden bir köpek kabul eder kendini. Necip Fazıl ise, bu ifadeleri tercüme ettikten sonra şöyle der:

“«Biçare Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki, üç ayağınla o şanlı kervanın ardında koşmaktasın.» diye anlattığı gerçek hayat kahramanının arkasında, ben de Şeyh Safî’den sonra gelen köpeğim…”

Bu samimî hissiyâtını şiirin diliyle de «Sonsuzluk Kervanı» şiirinde şöyle ifadeye büründürür:

Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…

O dahî bu şanlı kervanın peşinde üç ayakla seken bir diğer köpek olarak görüyor kendini.

Üstad yine bir gün Kâşgârî Dergâhı’nda sohbette bulunurken, birden hayalinden;

«Efendi Hazretleri bir kerâmet gösterse de içimiz mutmain olsa!» diye geçirir. Üstâdının bir nazarıyla kalbinde bir hareket başlar.

“Kalbim âdeta dışarı fırlayacak gibi hareketlendi. Ama bütün bunlar cereyan ederken; bende bir inşirah, lezzet, aşk ve vecd hâli meydana geldi. Tekrar bir nazarla sükûn buldum.” demişti. Sonra kendi kendime;

“Ey Necip Fazıl; sen en küçük bir kerâmete, daha bir nazara dayanamazken daha büyük bir kerâmete nasıl dayanabilirsin?!.” dedim.

Necip Fazıl’ın mânevî hayatıyla alâkalı bir hâtıradır bence bu.

Gençlik yıllarında Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile zaman zaman Necip Fazıl’ın evine ziyaretine giderdik. Osman Hocamıza çok muhabbeti vardı. Bunu ifade ederken;

“–Osmancığım sen başkasın!” derdi. Tasavvufun incelikleriyle mevzuya girer, Allah dostlarından bahseder, Hocamız da kendisini tebessümle dinlerdi. Ona maddî-mânevî desteğini esirgemezdi.

Kırk yıl önceydi. Değerli oğlu Osman KISAKÜREK’ten bir telefon. Üstâd’ın kulak şikâyeti var. Ben de iyi bir muayene için Vakıf Gurebâ Hastahânesi’ne davet ettim. O zamanlar devlet hastahânelerinde sıra sıra kuyruklar olurdu. Şimdiki gibi özel hastahâneler ve tıp merkezleri yok denecek kadar azdı.

Neyse sabah hastahâne kapısında karşıladım ve üst kattaki «Kulak Burun Boğaz Kliniği»ne götürdüm. Muayenesi için klinik şefimiz rahmetli Dr. Nurettin AĞUŞOĞLU’na tevdî ettim. Sağ olsun şefimiz, hürmetle kendisini özel odasına taşıdı.

Üstad, bir sigara içmek için müsaade istedi. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Bahar sigarasından bir tane tüttürdü. Mevzu batılı filozoflardan açıldı. Necip Fazıl merhum şöyle anlattı:

“Paskal, Fransızların büyük keşiflerde bulunan bir dâhîsi. Aynı zamanda büyük bir filozof. Mücerred / soyut akılla vardığı nokta şudur:

«–Bana Allah gerek; filozofların anladığı mânâda değil, haberini peygamberlerin getirdiği Allah…»

Başlıyor saymaya;

«Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa’nın haber getirdiği…»

Tam iskeleye yanaşmışken tek adım atamamak, Kâinâtın Mümessili -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyamamaktan vapuru kaçırıyor.”

Arkasından devam etti:

“–Ben eski diyabet (şeker) hastasıyım. Diabetes mellitus… Öteden beri zaman zaman tutuklu hâlimle buraya tedaviye getirilirdim. O zamanlar, Prof. Dr. Frank diye bir dâhiliye klinik şefi vardı. Prof. Frank, yahudi asıllı bir Alman doktor idi. II. Cihan Harbi’nde Hitler’den kaçıp Türkiye’ye sığınanlardan. Diyabet / şeker hastalığı ile alâkalı araştırmaları vardı. Dr. Frank beni odasına alır hem tedavimi üstlenir hem de hasbihâl ederdik.”

Güzel bir tecellîdir ki Dr. Frank vasiyetinde;

“–Beni müslüman mezarlığına gömün!” dediği için Boğaz’daki «Âşiyan Mezarlığı»na defnedilmiştir. İnşâallah mü’min olarak vefat etmiştir.

Üstaddan diğer bir hâtıram da şudur:

Âhir-i ömründe, Necip Fazıl, Çapa Tıp Fakültesi Dâhiliye bölümünde yatıyordu. Kendisinin bir mahkûmiyetinden dolayı, Prof. Dr. Süleyman YALÇIN Hocamız, ileri yaşı ve şeker hastalığının komplikasyonlarından dolayı rapor için yatırmıştı. O zaman arkadaşım Dr. Ahmet ALPAY’la beraber beyaz önlüklerimizle ziyaretine gittik. Üstad; hasta odasında bizi gördüğünde sevinmekle beraber, içinden bir âh çekerek;

“–Beş parmağımı seçemiyorum. Beni neden burada tutuyorlar?” diye sıkıntısını dile getirdi.

“–Beni aşağı Gurebâ’ya alır mısınız!” dedi. Lâkin raporu çıkacaktı. Buradan ayrılmaması gerekiyordu. Üstâd’ın bu sıkıntılı hâli karşısında, sabır tavsiyesinde bulundum;

“–Sabır…” dedim. Yüzüme ânîden sert bir şekilde baktı. Bir şeyler diyecek gibi oldu fakat söylemedi. Ben samimiyetle yine;

“–Sabır…” deyince;

“–Evet, doğru, sabır böyle gündedir.” dedi.

Bir-iki gün sonra Tercüman gazetesinde «Sabır» adlı şu güzel şiiri çıkmıştı:

Sabrın sonu selâmet,
Sabır hayra alâmet.
Belâ sana kahretsin;
Sen belâya selâm et!

Felâh mı, onda felâh,
Silâh mı, onda silâh.
Sen de kim oluyorsun?
Asıl sabreden Allah.

Sabır, incecik sırat;
Murat içinde murat.
Sabır Hakk’a tevekkül.
Sabır Hakk’a itimat.

Sabırla pişer koruk,
Yerle bir olur doruk.
Sabır, sabır ve sabır,
İşte Kur’ân’da buyruk!

Bir sır ki âşikâre,
Avcı yenik şikâre.
Yalnız, yalnız sabırda,
Çaresizliğe çare…

Evet, Üstad seksen yaşına merdiven dayadığı günlerde bile hapse girmek üzereydi. Hâlâ dâvâ çilesi omuzlarındaydı. Hâlâ sabırla pişmekteydi. İnşâallah bu gayretler içinde kendi tabiriyle; “Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilme hüneri”ni gösterebilmiştir. Rabbim mekânını cennet eylesin.

Kendisine yüce Allah’tan rahmetler diler, rûhuna okuyucularımızdan birer Fâtiha-i şerîfe okumalarını istirham ederim.