ECDADIMIZIN ENGİN UFKU

Ömer Sâmi HIDIR samihidir@gmail.com

Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın kerîmesi Hatice Sultan, bizim bugün «difteri» olarak bildiğimiz «kuşpalazı» hastalığına yakalanır. Saraya davet edilen Bahriye Kolağası Dr. İbrahim Efendi tedavi için yoğun gayret sarf eder, fakat hastalık ilerlemiştir. Nihayetinde Hatice Sultan kurtarılamaz ve âhirete irtihâl eder.

İmtihân-ı ilâhî, Sultân’ın ilk kerîmesi Ulviye Sultan da yanarak can vermiştir. Bir yavrusunu daha ebediyete yolcu eden Sultan, çok müteessir olur, Hatice Sultân’ı kast ederek ve;

“–Benim yavrum kurtulamadı. Kim bilir fakir fukarânın çocukları nasıl? Hiç olmazsa bir hastahâne yaptıralım, benim gibi babaların yüreği yanmasın!”* diyerek son tekniklere uygun bir hastahâne inşâ edilmesini ferman buyurur. Fakat Osmanlı’da bir ilk olarak bu hastahâne bir çocuk/tıfıl hastahânesi olacaktır. Emlâk-ı Hümâyun’dan (Sultân’ın şahsî mülkünden) Şişli mevkiindeki Balmumcu Çiftliği’nin arsası bu iş için tahsis edilir. Hastahâne için harcanan bütün masrafları, Sultan kendi kesesinden bağışlar. Ayrıca mûtâdın aksine, bu müessese doğrudan Sultan’a bağlı olacaktır. Yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlar da yine Sultân’ın şahsî mülkünden karşılanır. Sertabipliğe/başhekimliğe Dr. İbrahim Efendi tayin edilir ve bir sene gibi kısa bir sürede hastahâne tamamlanır. İşte bugün Şişli Etfal Hastanesi olarak bildiğimiz hastahâne, o dönemde «Hamîdiye Etfal Hastahâne-i Âlîsi» ismi ile 1899 yılında hizmete açılmıştır. Çok ihtimam gösterilen hastahâne için birçok imkân seferber edilir. Çocuklara taze süt verilmesi için hastahâneye mahsus bir çiftlik kurulur. 85 tabip ile açılan hastahâne; birçok alanda ilklere imza atmış, çok faydalı hizmetler îfâ etmiştir.

Abdülhamid Hân’ın pederi Abdülmecid Hân 38 yaşında verem hastalığından vefât etmişti. Vâlideleri Tîrimüjgan Sultân’ın da bu hastalıktan vefâtı Sultân’ı derinden üzer. Bu yüzden bulaşıcı hastalıkların tedavisi için imkânların artmasını arzu eden Sultan, bu hastalıkların tedavisi için hastahâne bünyesinde yeni bölümler açtırır.

Yine o dönemde Dr. Paul Moser, kızıl hastalığının ilâcını bulmuştu, keşfedilen yeni teknikler de alınarak; kızıl, kuşpalazı ve çiçek hastalıkları için aşı ve serumlar hastahâne lâboratuvarında üretilmeye başlanır.

AŞI NEDİR?

Aşı; bir hastalığa karşı, vücudumuzun o hastalığı önceden tanıyıp tedbir almasını sağlayan bir metoddur. Çok uzun yıllar önce Asya’da ve Çin’de kullanılmaya başlanmıştır. Varilâsyon metodu denilen bu tedaviye göre; hasta olan bir kişiden veya hayvandan alınan doku, sağlam bir kişiye verilerek sağlam kişinin o hastalık ile önceden tanışması sağlanmaktadır. Hastalık geçiren bir kişinin hastalıklı bölgesinden alınan nümûnenin sağlıklı bir kişiye verilmesi, % 30 olan vefat oranını % 5’lere kadar düşürmekte idi. 1900’lü yılların başında; sıtma, verem, trahom gibi salgın hastalıklar hâlâ çok yaygındı. Hepimizin tanıdığı Âşık Veysel bu hastalardan biridir. Küçük yaşta çiçek hastalığı geçirdiği için; gözleri âmâ olmuştu, o dönem onun gibi yüzlerce çocuk bu ve benzeri hastalıklara yakalanmakta idi.

Ülkemizde aşının sistemli olarak ne zaman kullanıma geçtiği tam olarak bilinmese de 1721’de İngiltere büyükelçisinin hanımı Lady Mary Montagu’nun yazdığı bir mektup, bizim aşı tarihindeki derinliğimizi gözler önüne seriyor. İstanbul’dan İngiltere’ye bir mektup yazan Montagu, Osmanlı’da «aşı» denilen bir şey olduğunu ve bu teknik ile çiçek hastalığının önüne geçildiğini yazmıştır. Bundan sonra Lady Mary; uzun uğraşlar vermiş, kilisenin ağır baskıları ile karşılaşmış, fakat aşının faydası görüldükçe bu metod Avrupa’da da yayılmıştır.

Daha sonra 1870’li yıllarda dönemin ünlü Fransız mikrobiyoloğu Pasteur, yaptığı aşı çalışmaları ile ismini duyurmuştu. Fakat maddî zorluklar ile karşılaşan profesör bu müşkülü aşabilmek için dönemin bazı devlet başkanlarına mektup gönderir; Abdülhamid Hân’a da arz edilen bu mektuba Sultan, câzip bir teklif ile mukabelede bulunur. İstanbul’da kendisine bir lâboratuvar tesis etmeyi teklif eden Sultân’ın sunduğu bu fırsat değerlendirilemez. Fakat Sultan yine de yardım olarak 10.000 altın ve bir «Mecîdiye Nişânı» gönderir. Üç kişilik bir ekibe de yaptığı aşı çalışmaları hususunda eğitim vermesini ister. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’den müderris Zoeros Paşa’nın başkanlığında, Yarbay Dr. Hüseyin Remzi ve Yarbay Veteriner Hüseyin Hüsnü Beylerin gönderilmesine karar verilir. Böylece aşı alanındaki son teknikleri öğrenen ekip, içine kuduz aşısı enjekte edilen bir kemik parçası ile döner ve 1887’de «Dâu’l-Kelb» yani kuduz aşısı üretim tesisi açılır. Böylece aşı çalışmalarının daha sistemli bir şekilde ilerlemesi sağlanır.

Güzel bir altyapı çalışması teşkil eden bu faaliyetlere 1900’lü yıllarda İstanbul Üniversitesi’ndeki çalışmalar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’dan gelen mikrobiyologlar ve Gülhane Askerî Tıp Akademisi ciddî katkılar sağlamıştır. 1928’de açılan Umumî Hıfzıssıhha Müessesesi de aşı çalışmalarında ciddî mesafeler kateder. 1940’lara gelindiği zaman salgın hastalıklarda vefat oranı düşmüş ve tehlike büyük oranda azalmıştı.

Fakat sonra aşıları yurt dışından daha ucuza getirmek, yeni tekniklere adapte olamamak gibi birçok sebep neticesinde, aşı üretim alanımız daraltılmış ve sadece hayvanlar üzerindeki aşıların üretimi devam edebilmişti. Bu durum, millî ve yerli aşı geleneğimizi akamete uğratmıştır.

Son dönemde en önemli gündemlerimizden biri hâline gelen aşı mevzuunda ecdâdımızın gösterdiği gayretlerden ders çıkarıp üzerimize düşeni yapmalıyız. Maddî, mânevî sıhhatin kıymetini ne kadar acı tecrübelerle öğreniyoruz.

Kanunî Sultan Süleyman’ın mısraları bu hakikati ne güzel ifade eder:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

________________

* Ayşe OSMANOĞLU, Babam Abdülhamid, s. 34.

KAYNAKLAR

Hastane Tarihimizde Bir Kutup Yıldızı: Hamidiye Etfal Hastanesi, Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 2010, İstanbul.

Nil SARI, «Tıp», TDVİA, XLI, 101-111.

Gülden SARIYILDIZ, «Hıfzıssıhha -Osmanlılarda-», TDVİA, XVII, 319-321.