TEVEKKÜLÜ NASIL ANLAMALIYIZ?

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Kişilerin; kendi şahsı, ailesi, çocukları, işi, yakın ve uzak çevresiyle ilgili birçok sıkıntı ve problemleri, pürüz ve eksiklikleri, zarar ve ziyanları olabilir. Ne kadar dikkatle yaşanırsa yaşansın; kişinin aklında olmayan nice hesaplar, onun dünyasını darmadağın edebilir. Alınan tedbirler, titizlikle icrâ edilen programlar, yapılan istişâreler, insanın aklına hayaline gelmeyen bin bir türlü sebeplerden dolayı; hayat, arzulandığı gibi devam etmeyebilir, hattâ altüst olabilir. Bazen bunlara insan gücünü aşan tabiî âfetler, olmadık felâketler de eklenince insan; hayatta hiç beklemediği ve ummadığı neticelerle karşılaşıp sukut-i hayâle uğrayabilir.

Elimizde olan veya olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen hâdiselerden en az zararla çıkmak adına, insanın elden gelen çaba ve gayreti sarf etmesi tabiîdir. Hem hâdise ânında hem sonrasında; gelecek adına endişeye ve telâşa kapılmadan, var olan tüm sebepleri kullanarak her şeyi, emri ve kontrolü altında bulunduran yüce Yaratıcı’ya havâle etmesi, insan için en akıllıca bir davranıştır. Kişinin gerekeni yaptıktan sonra O’na dayanıp güvenmesi, tevekkülün ta kendisidir. Bu hâl, insanın sarf ettiği gayretlerin boşa gitmemesi için Cenâb-ı Hak’tan başarı ve yardım dilemesi yani tevekkül etmesi anlamına gelir. Bu durum inananların maddî gücü îfâ ettikten sonra mânevî gücü de ihmal etmediğinin işaretidir. Mânevî bir yardım isteme göstergesi olan tevekküle her insanın ihtiyacı vardır.

Tevekkülün terim anlamı şudur:

“Kişinin şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakması, bir işe başlarken, sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi; kalbin, her işte Allâh’a itimat etmesidir.” Yüce dînimizde tevekkül, inananların bütün işlerinde Cenâb-ı Hakk’ı «vekil» tayin etmesi ve her işin Cenâb-ı Allâh’a ısmarlanması demektir. Aynı zamanda Rabbimiz’in güzel isimlerinden birisi de, «el-Vekîl»dir. Yani; «işlerini kendisine bırakanın işini, en iyi şekilde yapan ancak O’dur.» Âciz olan insanın, her işinde Allah -azze ve celle-’yi vekil tayin etmesi ne muhteşem bir karardır!

“Hasbünallâhu ve ni‘me’l-vekîl: Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir.” (Âl-i İmrân, 173) âyeti mü’minin yüreğinde tecellî ederse, o kişi sonsuz kârdadır. Allah -celle celâlühû-; insana her anlamda yeten en güzel vekil ve en güzel yardımcıdır. Allah -azze ve celle- inananların dostu ve yardımcısıdır. İnsan için yüce Allah -celle celâlühû-’dan başka sağlam bir dayanak ve güvenilir bir vekil olamaz.

“Tevekkül edene Allah kâfîdir.” (et-Talâk, 3)

“Müslümanlar sadece Allâh’a dayanıp güvensinler.” (Âl-i İmrân, 122)

O -celle celâlühû-; kaidelere uyularak kendisine bırakılan işleri, kişi için en hayırlı neticelere ulaştırır. Cenâb-ı Hak kullarının her dediğini yapmak zorunda değildir; ama işlerini O’ndan râzı bir şekilde gönül hoşnutluğuyla kendisine bırakanları, asla yardımsız ve cevapsız bırakmaz. Bu, O’nun âdeti ve hikmeti gereğidir. Her işin sırrını bütün açıklığıyla bilen yalnızca O -celle celâlühû-’dür. Böylesi bir inanca sahip olan, her işini Rabbine havâle eder ve neticede bu kişi daha dünyadayken saâdeti yaşar.

Tevekkül; sebepleri yerine getirdikten sonra sonucu sebeplerden değil sebeplerin sahibinden bekleme hakikatidir. İslâm âlimlerinden Hakîm der ki:

“İnsan; ihtiyaçlarını Allah Teâlâ’ya havâle ederse, O da ihtiyaçlarını (husûle getirecek sebepleri) ihsan eder.” Bir kişi gerçekleştirmek istediği işin olması için tüm gerekenleri yerine getirerek emek ve gayret sarf ettikten sonra, netice onun istediği gibi gerçekleşmeyebilir. Böyle bir durumda; kişi tevekkül ettiği için, üzülüp mahzun olmaz. Bu hâl, insan psikolojisinin bozulmaması adına ciddî bir getiridir. Kişi hiç unutmamalı ki; gereken tedbirler alındığı hâlde oluşan sonuç, Hak katında kendisi için en hayırlı sonuçtur. Buna inanmak tevekkülün gereğidir.

Bazen insanlar;

“Keşke böyle davranmasaydım belki daha iyi olurdu.” gibisinden pişmanlık ifadeleri kullanırlar. Bu doğru bir davranış değildir. Zira, Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- Rasûlullâh’ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“Başına bir şey gelirse; «Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!» diye hayıflanıp durma. «Allâh’ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.» de. Çünkü; «Eğer (keşke)» kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader, 34)

Tevekkülün bir gereği de; ezelde Cenâb-ı Hak tarafından kişi için takdir edilmiş, insanın değiştirmeye güç yetiremeyeceği hâdiseler karşısında bunalmayıp, sıkılmayıp yüce Yaratıcı’dan geldiğinin idrâkiyle tahammülle karşılaması gerçekliğidir. Mevlâ Teâlâ; kulu için ne takdir ettiyse muhakkak o iş, kul için hayırdır. Kişi bir hâdisenin kendisi için iyi veya kötü, hayır veya şer olduğunu o an anlamayabilir. Çünkü insanın şer zannettiği birçok hâdisede hayır, hayır zannettiği birçok şeyde şer olabilir. Aynı zamanda tevekkülde anlaşılması gereken bir diğer husus da şudur ki, kişinin kendisi için önem arz eden bir durum için illâ da ısrar etme durumunda; «Eğer hakkımda hayırlıysa olsun.» diyebilmesidir.

Gerçek şu ki, tevekkül bir kalp hâlidir ve îmandan kaynaklanır. Mü’minin her şeyde ve her işinde ancak yüce Rabbe güvenmesi ve dayanmasıyla oluşur. Cenâb-ı Hak da böylelerine rahmet eder, inâyetini üstüne gerer. O kişiyi başka kapılarda yormaz, kendine yöneltir. O yönelecek en doğru ve en itimatlı kapıdır. Böyle bir kişi dünyaya gönül bağlamaz. Yok olan dünyalıklar için üzüntüye kapılmaz, rızkından endişe duymaz. Çünkü kendisi için takdir edilen rızkın ona ulaşacağına inanır. Allah Teâlâ’ya tam tevekkül edene, Cenâb-ı Hak; her gün kuşların rızkını verdiği gibi takdir edilen rızkı gönderir. Kuşlar; sabah mideleri boş ve aç olarak uçarlar, ama her akşam mideleri dolmuş ve doymuş olarak dönerler. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm-;

“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 14)

Yine Peygamber -aleyhisselâm-;

“–Deveyi bağlayayım mı, yoksa salıverip de mi Allâh’a tevekkül edeyim?” diye sorana;

“–Deveyi bağla da öyle tevekkül et.” (Tirmîzi, Kıyâme, 60) cevabını vermiştir. Buradan hareketle, sebeplere yönelmek tevekküle ters bir davranış değildir. İnsanın rızkını temin için çalışması, hastanın tedavisi için doktora gitmesi, eve hırsız girmemesi için kapıyı kilitlemesi şarttır. İstenen bir şeyin gerçekleşmesi adına gereğinin yapılması yani sebeplere yapışılması, akla ve dîne uygun olandır. Cenâb-ı Hak, insanların birçok ihtiyaçlarının karşılanması için sebepler yaratmıştır. Sebeplere yönelmeden sonuca erişilemez. Bu ancak ahmaklıktır. Pek tabiî ki, sebeplerin tesirini bahşeden Allah Teâlâ’dır.

Ancak tesir etmeyen hayalî sebeplere dayanmak olmaz. Tesiri etkili sebepleri kullanmak lâzımdır. Meselâ; ateş yakar, ateşe yakma gücünü ve özelliğini veren Cenâb-ı Allah’tır. Aç olanın yemesi, susuz olanın su içmesi gerekir; ama içme ve yeme gücünü veren Allah -azze ve celle-’dir. Sebeplere yönelmeyen kişiler zarar görürler, fakat insanın tecrübe edilmiş sebepleri kullanması da kendi yararınadır. Tevekkül bundan sonradır. Bir nevî mânevî sebep olan duâ, denenmiş ve çok kârlı bir sebeptir. Duâya yönelmek maddî sebepleri harekete geçirir, ilham olunan maddî sebebin teşebbüse dönüşmesiyle netice hâsıl olur. Böylece hak ve hayır tecellî eder. Kişi buna râzı olur ve tevekkül gerçekleşir.

Şurası muhakkak bilinmeli ki, Cenâb-ı Hak bir şeyin olmasını murâd edince sebepleri kişinin önüne koyuverir ve o işi, kişi için kolaylaştırır. Bahsedilen bu sebepler o kadar çok ve çeşitlidir ki, insanın mahdut aklı bunu idrakten âcizdir. Allah Teâlâ’nın birçok tecellîsi, maddî ve mânevî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Bu sebeple insanlar, kaçan fırsatlara hiç hayıflanmamalıdır. O fırsat, kişi için kaçtıysa mutlaka onun iyiliği içindir. O zaman inanan kişiler; her zaman duâ denen tecrübe edilmiş sebebe yapışmalı, Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, rûhî yönünün inkişâfının önünü açmalıdır. Eğer insan; isteğinin gerçekleşmesi için bu şekilde sebeplerden istifadeyle işe koyulursa, en kuvvetli yollara başvurmuş olur ki, böyle bir netice, kendisi adına en samimî ve en hayırlı bir netice olur. Kişiyi sebeplere yönlendiren ve tesiri oluşturan Cenâb-ı Hak’tır.

Bir de şu durum var: İnsan bazen yaptıklarına güvenir, hep kendi çaba ve gayretlerini öne çıkararak;

“Ben çalıştım da oldu, zaten hakkımdı.” yahut;

“Gerekeni yaptım pek tabiî ki, bu iş olacaktı.” deme yanılgısına düşebilir. Hâlbuki;

“Gerekeni yaptım ama neticeyi ihsan eden ancak Rabbim’dir. O -celle celâlühû- müsaade etmeseydi olmazdı.” demesi daha muvâfıktır.

Kul olarak; âhirette azaptan korunmak, verilene şükretmek, ebedî kurtuluşu için ibâdetlere devam etmek, cenneti kazanmak için tedbirler almak, yasaklardan kaçınmak, helâllerden ölçüsünce istifade etmek gereklidir. Kul; üzerine düşen vazifeyi yaptıktan sonra; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz keremine, ihsânına, rahmetine itimat etmeli; O’nun hakkında hüsn-i zan ile ümitvâr olmalıdır. Tevekkülle kulluk anlayışının gereği budur.

Tevekkül doğru uygulandığında, inananlar adına muhteşem bir kuvvettir. Kişi; istediği şey için çalışacak, gayret gösterecektir. Burada gayret önemlidir. Başarı, gayret ve azimle gelir. Çalışmadan, tembellik ederek hiçbir şey elde edilemez. Mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de;

“İnsana, ancak dünyada çalışarak (ihlâs ile yaptığı) işler (âhirette) fayda verir.” (en-Necm, 39) buyurulur. Çalışmanın ve sebeplere tutunmanın tersi olan tembellikle tevekkül tam tamına birbirine zıt iki mefhumdur. Yüce dînimizde tembellik, hiç tasvip edilmeyen bir özelliktir. İnanan mü’min kişi; aklını ve iradesini kullanarak çalışıp çabalayıp, her türlü meşrû yolları kullanır ama buna rağmen isteğine ulaşamadığında, üzüntüye düşmeyip hâsıl olan neticenin Rabbi tarafından kendisi için takdir edilen en güzel sonuç olduğuna inanarak tevekkül eder. İşte «kısmet» veya «nasip» denen hâdisenin aslı budur. Kişi ne yaparsa yapsın, kısmetinin ötesine geçemez ancak kendi kısmetini elde eder.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- da bu konuda şunları söylemiştir:

“Bir şey istediğin zaman yalnız Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah’tan dile. Şunu iyi bil ki; bütün yaratılmışlar elbirliği ile sana bir menfaat bahşetmek isteseler, Allâh’ın sana yazdığından daha fazlasını bağışlayamazlar. Yine yaratılmışların hepsi, elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, Allâh’ın sana takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar.” (Tirmîzi, Kıyâme, 60)

İşlerini yüce Allâh’a havâle eden, ömrünü huzur içinde geçirir. Bu yönüyle tevekkül, insan için bir huzur kaynağıdır. İnsan; dünya denen imtihan meydanında, çocukluktan kurtulup hayata atıldığında, ölene değin karşılaştığı her bir hâdise hastalık, sakatlık, kaza, belâ ve musîbet… gibi sıkıntılar ancak tevekkül ile aşılarak huzur içinde yaşayabilir.

Tevekkül hakikatte insan rûhu için bir terakkîdir. Tevekkül ile Rabbine yönelen insanın bu hâli hem ibâdettir hem de sâlih amel. Tevekkülsüz insanlar nefislerine tâbî olduklarından, hayatlarında hep endişelerle ve tedirginliklerle birlikte yaşarlar. Oysaki tevekkül sahibi insanlar; her türlü şartta yüce Yaratıcı’ya teslim olmuş, hallerinden râzı kimselerdir. Onlar Allah Teâlâ’dan başkasına bel bağlamazlar. Her türlü dilek ve arzularını yalnızca kâinâtın yüce sahibinden isterler. Verirse şükreder, vermez ise tevekkül ederler. Hâlbuki kendilerine güvenenler, nefislerine uyanlar, istekleri olmadığında yahut güçleri tükendiğinde çaresiz ve ümitsiz kalırlar, bîtap düşerler. Hangi kapıya gideceklerini bilemezler. Hata üstüne hata yaparlar. İnsan âcizdir, zayıftır. İnsanoğlunun kendinden daha aşkın, güvenilecek bir mercie yönelmesi fıtratı îcâbıdır. Yüce Yaratıcı, kendisine hep muhtaç olunan ama kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır.

İnsanın kendine yani nefsine güvenmesi çarpık bir mantıktır. Bunun bir gücü ve değeri de yoktur. Sebepleri yerine getirdikten sonra kişinin işini Allah Teâlâ’ya ısmarlaması, O’na güvenmesi; insan psikolojisi için en büyük güç kaynağıdır. Kendi nefsine değil de yüce Allâh’a güvenen, dayanan, en büyük güce dayanmış demektir. Bu, kişi için büyük bir zenginliktir. İnsanın gönlünün rahatlığı ve huzuru onun tek dileği değil midir? Maddî ve mânevî kazanımlar; huzur ve mutluluğa, gönül rahatlığına bağlıdır. Gönüllerde tam anlamıyla tevekkülün mekân tutması, gönül huzuru için şarttır. O hâlde inanan kişinin, işlerini yoluna koymak adına üzerine düşeni yaptıktan sonra gerisini Cenâb-ı Hakk’a havâle etmesi; O yüce Yaratıcı’nın da kendisi için en hayırlısını, en güzelini nasip edeceğine inanması, insanın gönül huzuru ve iç rahatlığıdır.

Tevekkül etmeyen insanlar da bir işin olması için gayret sarf ederler ama kendilerini aşan sonsuz bir güce bağlanmadıklarından, işlerinin neticesini, müteâl bir güçten dilemedikleri için; «Acaba olacak mı, olmayacak mı?» endişesi içinde bir türlü iç huzuruna sahip olamazlar. Telâşlı ve sıkıntılı bir bekleyişle belki de umduklarını elde edemezler. Herhangi bir tesellî kaynakları olmadığından; dövünerek, üzülerek, strese girerek, sinirleri gerilerek sonuca bir türlü râzı olmak istemezler ve çoğu zaman bunalıma girerler. Bugünkü materyalist anlayışta yaşayanlarla birlikte, dinlerini şuursuzca yaşayanların da tevekkül ile yaşamaya şiddetle ihtiyaçları vardır.

İnsan; mevcut gücünü ve sabrını o anda yaşadığı şey için kullanma­lı, lüzumsuz şeylere dağıtmamalı, hâdiselere tevekkülle yaklaşma­lıdır. Böyle hareket edilmesinin neticesi hayırlı, zararsız ve sevindirici olur yahut en az zararla atlatılır. İnançla, tevekkülle mukabele, kaybı ebedî âlem için kullanılacak bir sermayeye dönüştürüp kişiyi kârlı çıkarır.

Hayatı tefekkürle-tevekkülle yaşamak temennîsiyle…