GERÇEK TASAVVUF Arz-ı Endam Değil Arz-ı Hâldir
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Bir vakitler Hazret-i Musa’dan sonra en âlim kişi olan Kārun, hayr u hasenat yapmak niyetiyle zengin olmak istemişti. Malûm; elindeki ilmin zenginliği, arzu ettiği dünya zenginliğinden kat kat daha kıymetliydi, daha fazîletliydi ve daha kârlıydı. Ancak bu niyet onda hırsa dönüşmüştü. Hazret-i Musa’nın ince îkazlarına rağmen bu ihtirâsından vazgeçmedi. Servet arzusunda diretti. Sonunda istediği dünyalığa kavuştu.
Ancak;
Bu bir mazhariyet değildi. Gafil Kārun; bu dünyalığa, Cenâb-ı Hakk’ın istediği ihlâsa harman olarak değil istemediği ihtirâsa kurban olarak ulaşmıştı. Daha doğrusu Allâh’ın ona zenginlik vermesi; lütfa vesile bir murâd-ı ilâhî değil, kahra sebep bir maksad-ı ilâhî olarak gerçekleşti. Yani Cenâb-ı Hakk’ın bu zenginlikte bereket sıfatlı rızâsı yoktu, sadece belâ sıfatlı müsaadesi vardı.
Çünkü Kārûn’un zenginlik rotası, mahrum gönülleri sevindirmek örtüsüne sardığı bir arz-ı endamdan ibaretti. Hiçbir garibi sevindirmedi de zaten. Sadece kendi hakkında;
“‒Ne şanslı adam! Keşke bizim de onun gibi imkânlarımız olsa, keşke biz de onun gibi zengin olabilsek…” dedirtti.
Servet bahsinde iddiası rahmetti, fakat ispatı âfet oldu.
Çünkü;
Ondaki arz-ı endam duygusu, gün geçtikçe mal ve mülkü üzerinden onu daha gururlu hâle getirdi. Allâh’ın lutfettiklerini hayra ve şükre değil, şerre ve kibre kullandı. Başlangıçta güya güzel niyetliydi. Sonrasında çok çirkin davranışlar sergiledi. Gitgide böbürlenmesi, kendi milletine zulmetmeye kadar vardı. Şımardıkça şımardı. Anahtarlarını kırk devenin taşıdığı hazinelerini, âhireti kazanmak için kullanmadı, sırf dünya debdebesi ve şatafatı için kullandı. Allâh’ın ona ettiği iyiliği, o başkalarından daima esirgedi. Îman ve ahlâkını ziyan ederek fitne-fesâda bulaştı. Üstelik bu gafletten uyanıp yeniden güzel bir kul olması için kendisine yapılan onca îkazlara ve nasihatlere de kulaklarını tıkadı. Ne Allâh’ı umursadı ne de O’nun peygamberini. Düştüğü arz-ı endam çukurunda, nefsini dev aynasında gördü. Önceki hâli ve sonrası hatırlatıldığında hırçınlaştı:
“‒Bu serveti ben kendi bilgimle, kendi aklımla, kendi gayretlerimle elde ettim. Kimsenin bunda bir hakkı yoktur!” dedi.
Gelgeç maddî gücüne ve gelgeç taraftarlarının çokluğuna aldandı.
Cenâb-ı Hakk’ın;
“Allah, ondan daha güçlü ve taraftarı daha fazla nicelerini helâk etti, Kārun bilmiyor mu?” hatırlatmasını da duymadı.
En nihayet;
Yüce Allah onu tüm servetiyle birlikte yerin dibine geçirdi. Allâh’a karşı ona kimse yardım edemedi. Zaten kendini savunup kurtulması mümkün değildi. (bkz. el-Kasas, 76-81)
Dünya bugün;
Kārun gibi zâlimlerin arz-ı endam kavgasını yaşıyor. Gücü elinde bulunduran çağdaş Kārunlar, leş kargaları gibi İslâm ülkelerinin zenginliklerini silip süpürüyor. Üstelik kendilerindeki bu virüsü İslâm memleketlerine de bulaştırıyor. İstiyorlar ki kardeş kardeşle düşman kesilsin.
Bu noktada mü’min gönüllere düşen ehl-i küfrün telkinleri değil, Hazret-i Peygamber j’in şu yüce terbiyesidir:
“Birbirinize karşı öylesine mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!” (Müslim, Cennet, 64. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 40; İbn-i Mâce, Zühd, 16)
Bunun için;
İslâm’ın takvâ hayatı demek olan gerçek tasavvuf; mü’min gönülleri arz-ı endam değil, arz-ı hâl ölçüleri içinde eğitir. Çünkü arz-ı endam uçurumu; meleklerin hocası makamında olan şeytanı yücelerden düşürmüş, lânetlere gark etmiştir.
Onun gibi;
Arz-ı endâma kapılanlar; büyüklüğü Allâh’a değil, kendilerine yakıştırmaya kalkışmışlardır.
Böyleleri; ön plânda gafletlerinin üstüne cennet perdeleri örterken, arka plânda cehennem alevlerine sürüklenen bedbahtlar olmuşlardır.
Unutmamalıdır ki;
Kâfirlere ve münafıklara karşı olanı hâriç her türlü arz-ı endam, eninde sonunda insanı kibrin ve gururun girdabına düşürür. Kibir ve onun doğurduğu kötü ahlâk ise, hangi masum renge bürünürse bürünsün insanı kurtuluşa ulaştırmaz. Denge ve huzur getirmez. Adâlet ve merhameti yüceltmez.
Çare;
Arz-ı hâl ölçüleri içinde bir kulluk kıvâmıdır. Çağımızın gitgide çıldıran ve deliren insan tipini, akıllandırıp kemâle erdirecek olan bir fazîletler medeniyetidir.
O vakit rahat bir nefes mümkündür.
Nasıl ki;
İçinde yaşadığımız ağır pandemi şartlarının en zarûrî üç şartı; temizlik, maske ve mesafe ise, insanlığın mânen daha beter hastalanıp diz çöktüğü, neticede kalplerin, vicdanların, merhametlerin ve fazîletlerin ölmeye başladığı bir hengâmda tüm mânevî çarelerin toplamı da bu üç şart ile orantılıdır:
‒Kalbi ve aklı bütün kötülüklerden İslâm inancı ve ahlâkı üzere temizlemek…
‒Her türlü şerre ve günaha karşı mesafeyi korumak, asla yaklaşmamak…
‒Gözden, ağızdan ve kulaktan bağrımıza, evimize, yuvamıza ve aramıza sızacak olan görünen ve görünmeyen mikropları, zararlı fikirleri, tuzak felsefeleri, düşmanca tohumları, bilhassa süslü zehirleri fark edip de engelleyecek kabiliyette muhasebe, murâkabe, takvâ, basîret, hikmet, şuur ve irade maskeleri kullanmak…
Özetle;
Arz-ı endam değil, arz-ı hâl üzere bir kulluk yaşamak. Bu hakikati anlamamız ve buna göre müstakîm olmamız bakımından Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
‒Size cennetlikleri bildireyim mi?
Onlar;
•Hem zayıf oldukları
•Hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için
•Kimsenin önemsemediği, fakat
•Şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.
‒Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi?
(Onlar da);
•Katı kalpli,
•Kaba,
•Cimri ve
•Kurularak yürüyen kibirli kimselerdir. (Buhârî, Eymân, 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb, 61; Müslim, Cennet, 47. Ayrıca bkz. Tirmizî, Cehennem, 13; İbn-i Mâce, Zühd, 4)
İnsanın yürüyüş şekli.
Kur’ân’da da hususî olarak gündem edilmekte. Çünkü nasıl yürüdüğü, insanın arz-ı hâl veya arz-ı endam aynası. Âyetlerde buyurulur:
“Küçümseyip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân, 18)
“Yürüyüşünde tabiî ol!” (Lokmân, 19)
“Rahmân’ın (gerçek) kulları, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürüyen kimselerdir.” (el-Furkān, 63)
Ne mutlu Allâh’ın gerçek kullarına!
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn…