DİLDEN ve KALPTEN DÖKÜLENLER…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Lokmân -aleyhisselâm- asırlar evvel yaşamış sâlih bir kuldu. Peygamber olup olmadığı hakkında açık bir malûmat yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in otuz birinci sûresi olan Lokmân Sûresi’nde kendisine hikmet verildiği zikredilmiştir. Ayrıca oğluna verdiği nasihatler yine bu sûrede yer alır. Tıbbın babası kabul edilir. Uzun hayat müddetinde hastalar, Allâh’ın izniyle, elinden şifâ buldu.

*

Bir gün bir adam Lokman’a;

“–Şu koyunu bizim için boğazla!” dedi. Lokman koyunu boğazladı. Sonra da;

“–Ondan en güzel iki et parçasını çıkar!” dedi. Lokman, koyunun dilini ve kalbini çıkardı. Bir süre sonra adam bir başka koyunu göstererek;

“–Bunu da boğazla!” dedi. Lokman o koyunu da boğazladıktan sonra adam bu sefer;

“–Ondan en pis iki et parçasını çıkar!” dedi. Lokman yine koyunun dilini ve kalbini çıkardı. Adam niye böyle yaptığını sorunca Lokman ona;

“–Bu ikisi temiz olduğu zaman bunlardan daha temizi yoktur. Bu ikisi kirlendiği zaman da bunlardan daha pis olanı yoktur.” dedi.

«BİLMEK, BULMAK, OLMAK…»

Hacı Bayrâm-ı Velî’nin asıl adı Nûman’dır. Ankara’da doğdu. İlim halkalarında yetişerek müderris oldu. Şeyh Hamîd-i Velî’nin davetiyle Kayseri’ye gitti. Şeyhiyle bir bayram günü buluştuğu için «Bayram» nisbesiyle anıldı. Bu Hak dostunun rahle-i tedrîsine oturan Bayrâm-ı Velî şeyhinin engin ilim hazinesinden istifade ederek nice makama erişti. Şiirinde de belirttiği gibi;

Bayram sözünü bildi.
Bileni anda buldu.
Bulan ol kendi oldu.
Sen seni bil sen seni!

bildi, buldu ve oldu.

Hacı Bayrâm-ı Velî, yaklaşık on sene süren bu tahsilden sonra şeyhinin 1402’de vefatı üzerine Ankara’ya döndü. Halkı irşâda başladı. Hacı Bayrâm-ı Velî, 1430’da Ankara’da vefat etti. Türbesi, Ankara’dadır.

*

Osmanlı Devleti’nin Hacı Bayrâm-ı Velî ile münasebetleri 1420’de çıkan Şeyh Bedreddin isyanından sonra II. Murad’ın tasavvufî zümrelere mesafeli durma siyaseti gölgesinde başlamıştır. Osmanlı Devleti, Hacı Bayrâm-ı Velî’ye başlangıçta şüphe ile karışık bir ihtiyatla yaklaşmıştır. Bu arada II. Murad’a Hacı Bayrâm-ı Velî’nin zararlı faaliyetlerde bulunduğu şeklinde raporlar gitmiştir. Hacı Bayrâm’ın Osmanlı topraklarında çok sayıda taraftar edindiğini duyan Sultan; onun şahsiyetini, düşünce yapısını, mesleğini, meşrebini ve gayelerini öğrenmek için 1421’de Edirne’ye saraya davet etmiştir.

Genel kabule göre Hacı Bayrâm-ı Velî davete mürîdi Ak Şemseddin ile icâbet etmiştir. Söz konusu ikili sarayda bir süre misafir edilmiş, din ve dünya meseleleri hakkında kendileri ile sohbetler edilmiştir. Sultan, Ak Şemseddin’i şehzâdelerine öğretmen-hoca olarak vazifelendirmiştir. Hattâ halk muhayyilesinin bugüne kadar taşıdığı bir telâkkiye göre; Sultan, İstanbul’u fethetmeyi çok arzu etmektedir. Bir gün sohbet sırasında bu arzusunu Hacı Bayrâm-ı Velî’ye açınca;

“–Padişahım size değil de şu şehzâdeme (Mehmed Fatih) müyesser olacaktır.” cevabını almıştır. Cevap müjde ve kerâmet olarak kabul edilmiştir. Bu görüşme sonunda Sultan, Bayrâmîlerin Osmanlı Devleti için bir tehlike olmadığını anlayınca Hacı Bayrâm-ı Velî adına vakıflar, zâviyeler ve mahalleler kurmuş, ayrıca müntesiplerini vergiden muaf tutmuştur. Hacı Bayrâm-ı Velî de ömrünün sonuna kadar Ehl-i Sünnet inancına bağlı kalmış ve Osmanlı iktidarına itaatkâr bir yol izlemiştir.1

Hacı Bayrâm-ı Velî, bu seyahatinden dönüşte Gelibolu’ya da uğradı ve Yazıcıoğlu kardeşler ile tanıştı. Yazıcıoğlu Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, beldelerine gelen bu büyük Allah dostuna intisâb edip feyz almışlardı.2 (1. Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU, Hacı Bayram Velî, 56-8. 2. III. Uluslararası Hacı Bayrâm-ı Velî Sempozyumu Bildiriler Kitabı)

TEVHÎDE REMİZ SOMUN EKMEKLER

Orhan Gazi, 1281’de doğdu. Delikanlı iken Bizans tekfurlarıyla cenk ederek askerî sahada yetişti. Babası Osman Gazi vef +at etmeden önce oğullarını yanına çağırarak kendisinden sonra, Orhan’ın beyliğin başına geçmesini vasiyet etti. Babasının vefatından sonra Orhan Gazi kâ‘bına varılmaz bir asâlet ve diğergâmlık göstererek tahtı ağabeyi Alâaddîn’e teklif etti. Ağabeyi de bu asil davranışa; “Beylik sana yaraşır!” diyerek mukabelede bulundu. Orhan Gazi’nin hayatı boyunca sergilediği bu ve benzeri eşsiz misaller onun şahsiyetinin sağlamlığını tasdikledi.

Orhan Gazi, 1359’da vefat etti. Kabri, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’tedir.

*

Orhan Gazi teftiş maksadıyla bir fırına girdi. Ekmekteki üç çizgi dikkatini çekti. Bunun sebebini sorunca somuncudan;

“–Biz hıristiyanız. Yediğimiz ekmek Tanrı, oğul ve rûhulkudüsü hatırlatır.” cevabını aldı. Orhan Gazi cevaben;

“–Allah’tan başka ilâh yoktur!” dedi. Ardından bir ferman yayınlatarak ekmeklerin üzerine tek çizgi çekilmesini emretti. O günden sonra her somun ekmek, tevhîdi haykırır.

TARDEDİLEN BİNBAŞI…

Şair ve mütefekkir Mehmed Âkif ERSOY, 1873’te İstanbul/Fatih’te doğdu. Aslen Arnavut’tur. Mektep tahsilini İstanbul’da tamamladı.

1912’de Balkan Harbi’nin başlamasıyla birlikte muhtelif illere giderek halkı topyekûn Millî Mücadele’ye katılmaya teşvik etmiş, cesaretlendirmişti. En kötü haberlerin geldiği anlarda bile hiç me’yûs olmadı. Halka halka ulaşabildiği fert ve topluluklara ümit aşıladı.

Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd dergileriyle yedi kitaptan oluşan Safahât, başlıca eserleridir.

İstiklâl şairi Mehmed Âkif ERSOY, 27 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat etti. Kabri, Edirnekapı Şehitliğindedir.

*

Kendisine şu hâtıra nisbet edilmektedir:

Sabah namazlarını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gidiyordum. Her sabah; mihrabın bir kenarına oturmuş, saçı-sakalı bembeyaz ihtiyar bir adamı, bedbin bir şekilde durmadan ağlarken görüyordum. Bunun sebebini öğrenmek için bir gün o yaşlı zâtın yanına sokuldum ve;

“–Muhterem! Niye bu kadar ağlıyorsun? Bir insan Allâh’ın rahmetinden bu kadar ümitsiz olur mu?” dedim. Yaşlı gözlerle bana baktı ve;

“–Beni konuşturma!” dedi. Ben ısrar edince başından geçen olayı ağlaya ağlaya şöyle anlattı:

“–Ben cennetmekân Abdülhamid Han devrinde, orduda binbaşıydım. Emrim altında bir birliğim vardı. Bu askerî vazifeme annemin ve babamın vefatına kadar devam ettim. Fakat onlar vefat edince istifa etmek istedim. Çünkü mîras çok, ilgilenecek kimse yoktu. Bunun için bir istifa dilekçesi yazıp Sadâret makamına gönderdim. Gelen cevapta istifamın kabul edilmediği yazılmıştı. İstifa dilekçemi yenileyip bir daha gönderdim. Fakat gelen cevap aynıydı. Bunun üzerine bizzat Sultan’ın huzûruna çıkıp istifamı vereyim, diye düşündüm. Abdülhamid Hân’ın huzûruna çıktım ve durumumu, istifa sebebimi uzun uzun anlattım. Bunun üzerine Padişah bir müddet derin derin düşündü. Yüzündeki ifadeden istifa etmemi istemediğini anlıyordum. Bunu sezince biraz daha ısrarcı oldum. Abdülhamid Han benim böyle ısrar ettiğimi görünce bakışlarını bana çevirip, öfkeli bir tavırla ve sanki beni elinin tersiyle iter gibi hareket yaparak;

«–Haydi, seni istifa ettirdik!» dedi. Tabiî ben istifamın kabul edilmesi sebebiyle çok sevindim. Ve hiç vakit kaybetmeden şahsî işlerimin başına geçtim. Derken bir gece bir rüya gördüm. Memleketin şarkında ve garbında harbeden tüm ordular bizzat Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından teftiş ediliyordu. Türk ordusu Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrundan geçerek büyük bir disiplin içerisinde teftiş veriyordu. Abdülhamid Han ise, büyük bir edep ve hürmetle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hemen arkasındaydı. Bütün ordular huzurdan tek tek geçerken, sıra istifa etmeden önce benim komutam altında olan birliğe geldi. Fakat birliğin başında kumandanı olmadığı için askerler darmadağınıktı. Bu hâli gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sultan Abdülhamid’e dönüp;

«–Ey Abdülhamid! Bu birliğin kumandanı nerede?!.» buyurdu. Sultan Abdülhamid;

«–Yâ Rasûlâllah! Bu birliğin kumandanını istifa ettirdik.» dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik!» buyurdu. Şimdi söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?”

Yaşlı adam; ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım.