BİR ÂLÎ ÇINAR GÖÇTÜ

İbrahim BAZ ibrahim.baz@hotmail.com

Saat 11 civarında telefonum çalmıştı. Telefonun ekranında Hocamın ismini görür görmez açmıştım. Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU Hocam; her zaman olduğu gibi bir baba edâsı ile hâlimi hatırımı sormuş, bir süre sonra da asıl konuya gelmişti:

“–İbrahim, Azerbaycan’da bir hizmete ihtiyaç var. Orada Bakü İslâm Üniversitesi’nde hem tasavvuf hocalığı hem de idareci olarak görev yapacaksın. Sen bunu bir düşün, tekrar görüşelim…” diyerek telefonu kapatmıştı. Kapatmadan önce de kendisini çok iyi bildiğim, bildiğimden daha çok da sevdiğim Ali ÇINAR’ın da Azerbaycan’da olduğunu ve benim gitmem konusunda onun tavsiyede bulunduğunu söylemişti. Telefonu kapattığımda, bir süre ne düşüneceğimi bilememiştim. Sabah evden ayrılmadan önce eşimle yaptığımız konuşma sebebiyle Hocamın büyük ihtimal arayacağını, ancak başka bir şey söyleyeceğini tahmin ediyordum. Ankara’nın Akyurt ilçesindeki evimizin balkonunda kahvaltı sonrası çay içerken, eşim gece gördüğü rüyayı anlatmıştı:

“Ethem Hoca yanında birkaç kişi ile bizim eve gelmiş ve bana;

«Evlâdım, bu akşam burada sohbet yapacağız.» diyerek hep birlikte içeri girmişler. Eşim de sohbet öncesi gelenlere akşam yemeği hazırlarken mutfağın balkonuna çıktığında, önümüzdeki boş ve geniş arazideki topraktan diri diri tavukların çıktığını görmüş ve şaşırmış. Ancak yemeği hazırlamaya devam etmiş. Yemek sonrası sohbet yapılmış ve misafirler ayrılmış. İşte bu rüyayı anlattığında ben de o boş araziye bakarak;

«Muhtemelen Hoca bugün arar ve hafta sonu bir başka şehirde sohbeti vardır, onu haber verir ve; ‘Beraber gidelim!’ der.» şeklinde yorumlamıştım.

«Sohbetleri ölü dirilten cinstendir, tavuklar da ona işarettir herhâlde…» diye de eklemiştim.”

İşte bu rüya sebebiyle telefonu bekliyordum ama tahmin etmediğim bir teklif ve talep gelmişti Hocamdan.

Akşam ailecek Hocamın teklifini konuşmuş ve uzun uzadıya düşünmüştük. Sonraki iki gün birçok açıdan konuyu değerlendirmiş, ancak bir türlü karar verememiştik. Hocam babam gibi olduğu için, asla; «Hayır!» demek istemiyordum. Ama kurulu bir düzen vardı. Evi, barkı, çocukların okulunu ne yapacağımızı bilemiyordum. İki gün sonra Hocam akşam vakti tekrar aramış ve;

“–Evlâdım hazırlandın mı?” diye sormuştu. Ben de;

“–Hocam; düşünmemi söylemiştiniz, biz de düşünüyorduk…” diye devam edecektim ki;

“–Evlât; hayırlı işlerde fazla düşünmeye gerek yok, okulların açılmasına on beş gün kalmış yetişmen lâzım. İnşâallah Allah kolaylık verecektir.” demişti. Ben de;

“–Peki Hocam…” diyebilmiştim o gün ancak. 2006 yılının ağustos ayıydı…

Ben gitmek için resmî işlemleri başlatırken Ali ÇINAR Ağabey aramıştı o günlerde. Güzel işler yapılacağını söylemiş, hicret rûhundan bahsetmişti. Gitme kararıma çok sevindiğini ve resmî işler konusunda neler yapmam gerektiğini anlatmıştı. Onun Azerbaycan’da olması doğrusu içimi rahatlatıyordu. Fakültede bizim üst dönemlerimizdendi: ama ondan daha ziyade, Ethem Hocamızın yanında tanış olmuştuk. İçinde derin hüzünler yaşasa da yüzünden tebessümü hiç eksik etmezdi. İşte bu tebessüm, insanları ona yaklaştırıyordu. Tasavvuf dergisinin ilk fikir aşamasında ve daha sonra ete kemiğe bürünmesinde Ali ÇINAR Ağabey olmasa, belki de zor bir başlangıç olacaktı. Ethem Hocamız onun harcadığı emeği ifade etmek için;

“Her sayıda sanki bir doktora tezi hazırlıyor.” demişti. O dönemde Ali ÇINAR Ağabey, Hocamızın eli ayağı olmuştu sanki.

Ethem Hocamızı yaşamayan bilmez. Akademik çalışmalar yanında; hafta sonları bütün masrafları kendisinin karşıladığı piknikler, güzel insanları ziyaretler, özellikle Oylat kaplıcaları ve orada yapılan istişâreler… Oylat kaplıcalarında sabahın seher vaktinde sıcak havuzda söylenen ilâhîler… İşte Ali ÇINAR Ağabeyin enfes sesini ilk orada tanımış ve çok sevmiştim. Hele hep birlikte söylediğimiz Yûnus Emre’nin;

Bilirim seni yalan dünyasın,
Evliyâları alan dünyasın.

ilâhîsi söylenirken bir yandan Hocamızın gür ve bas sesi, diğer yandan Ali ÇINAR Ağabeyin daha tiz ve enfes sesi havuzun kubbesinde yankılanır, aramıza dışarıdan katılan birkaç kişi de mahcup bir mırıldanmayla bu zikre katılırdı. O anlarda herkes kendi muhasebesini yaparken ve belki yalan dünyanın elimizden aldıklarını ve hattâ bizi ne zaman alacağını düşünürken sanki birbirimizden destek alarak dünyaya meydan okurcasına yüksek sesle söylediğimiz ilâhî durmadan devam ederdi:

Sevdiğim aldın beni aldattın,
Dönüp yüzüme gülen dünyasın…
Süleyman tahtın sen vîran kıldın,
Masumlar boynun buran dünyasın…

Hocamızın yanında toplanan arkadaşlar ve onların başköşesinde duran Ali ÇINAR Ağabey ile 2003 yılının son aylarında umreye gitmiştik. Ramazan umresi olması sebebiyle bir yandan meşakkat, diğer yandan tarifsiz bir lezzet vardı. Benim bu ilk ziyaretimde, Mescid-i Harâm’a girerken Samsunlu merhum Mustafa Amcanın mihmandarlığında girmeyi teklif etmişti Ali Ağabey. Mustafa Amca ile Harem’in kapısından girdikten sonra, gözlerimizi kapatmıştık. Sağ elimden tutan Ali Ağabeyden aldığım destekle, Mustafa Amcanın ses komutuna uyarak sanki kalplerimizle adımlar attık… Ali Ağabey ara sıra heyecandan elimi sıkıyordu. Nihayet durmamız söylendi. Durduk. Mustafa Amca gözlerimizi açtığımızda Beytullâh’a bakarken; gönlümüzden geçen ne duâ varsa yapmamızı hatırlatmış ve; «Buyurun! Allâh’ın evi…» diyerek gözlerimizi açmamızı söylemişti. Açtık… Durduk… Donduk… Hayretle durakladık. Bir tek gözlerimiz durmadı. Elimi hâlâ sımsıkı tutan Ali Ağabeye bakmıştım. Gözleri denizdi… İşte o gün anlamıştım duânın harfe ve kelimelere sığmayacağını. Sevgilinin yanında sözün zâid olduğunu. Ve yine o gün anlamıştım Kâbe’ye bakarken;

“Her aşkın bir bakışla başladığını.”

Ve yine o gün anlamıştım elimi sıkıca tutan Ali Ağabeyden;

“Önce refîk, sonra tarîk” sözünün anlamını…

Bir gün şöyle demişti Ali Ağabey, vakit namazı için Harem’e doğru yürürken;

“–İbrahim, şu Harem’de öyle bir ezan okumak geliyor ki içimden…” Mekke’den Medine’ye geçmiştik sonra. Her ikindi namazından sonra merhum Hacı Gedikli Ağabeyin Mescid-i Nebevî’deki akşam sofrasını kurmuştuk büyük bir özenle, Ali Ağabey ve diğer arkadaşlarla…

Ziyaret sonrası dönerken Ali Ağabey ile uçakta yan yana oturmuştuk. İçimde ayrılığın derin hüznünü yaşarken, elimdeki kalemle not defterime karalamalar yapmıştım. Yol arkadaşımın adını «Âlî Çınar» şeklinde bir çınar ağacı gibi yazmıştım o uyurken. Uyandığında çok beğenmiş ve memnuniyetle kabul etmişti. O gerçekten gönlümde bir yüce çınardı. İşte bu ve daha nice söze sığmaz hâtıralar sebebiyle Azerbaycan bana tanıdık bir ülke gibi gelmişti onun sayesinde…

Gün geldi ve Azerbaycan’a önce ben gittim, on beş gün sonra da ailem geldi. Kuzey Azerbaycan’da bulunan Zaqatala şehrindeki Bakü İslâm Üniversitesi’nde çalışmaya başladık. Öyle güzel günler geçti ki orada, birçok ezberimi yeniden tanımladım. Vatan nedir, kültür nedir, hicret nedir, tebliğ nedir, komünizm nedir, selefîlik nedir ve sonu gelmeyen birçok yeni tanımlamalar… Ama en çok muhâcir ve ensar olmayı, bilgiden anlamaya dönüştürmüştüm. Hicret kuvvet veriyor insana, işte bunu anlamıştım en çok da. Zaqatala’da Türkiye’den gelen İbrahim EROL, Sedat DEMİR, Muhammed Aşır KARABACAK ve oradan olan nice güzel arkadaşlarla öyle güzel günlerimiz ve bereketli anlarımız olmuştu ki. İlk defa Azerbaycan dilinde «Dînî Terimler Sözlüğü» hazırlamak için besmele çekmiş, bir kavramı saatlerce tartışmıştık.

Her hafta salı günleri akşam, öğrencilerle sohbet yapardık, Cuma günleri ise hocalarla Mesnevî dersi… Bir ara bütün personeli hattâ yaygın eğitimde çalışan arkadaşları, kalite ve kurum kültürü eğitimine almıştık. Öyle güzel şeyler anlatılmıştı ki en son Ali ÇINAR Ağabeyden Azerbaycan’ın ifadesiyle «Gönül Sözü» yerine «Gönül Dersi» istemiştik. İşte o ders; program sonunda personelin aklında en çok kalan ders olmuş, çünkü gerçek kalitenin kâmil insan ve müslüman olmaktan geçtiği anlatılmıştı, kalpten kalplere konuşularak…

Gün gelmiş ve tekrar Türkiye’ye dönme kararı almıştık. Bu karara, en çok Ali ÇINAR Ağabey üzülmüştü o günlerde. Dönüş zamanı ailemle Zaqatala’dan Bakü’ye gelirken Azerbaycan’ın can damarlarından biri olan Kür Nehri’nin kenarında bulunan parkta kahvaltı yapmıştık. Duygularıma o an en çok benzeyen belki de akıp giden Kür Nehri olduğu için, kahvaltı sonrası nehrin kenarına varıp bir başıma oturmuştum. Bir süre sonra yanıma gelen eşim nemli gözlerimi görünce;

“–Gitmek istemiyor musun?” diye sormuştu. Ben ona, içimde birikmiş Kafkas Dağları kadar büyük duygu dalgalarına sebep olan, kendisinin de bildiği başımızdan geçen ibretlik bir olayı anlatmıştım:

Bir gün fakültemize bağlı yurdun o dönemdeki sorumlusu olan Samir KERİMOV kardeşimi davet etmiş ve ondan öğrencilerin ihtiyaçlarını, hâl ve hatırlarını ve nihayet ibâdetler konusundaki durumlarını sormuştum. Bana bir öğrencinin ibâdetler konusunda biraz problemleri olsa da iyi bir genç olduğunu anlatmıştı. Ben de ertesi gün o genci odama davet ederek kahve ikrâm etmiş, hâlini hatırını sormuş, bir ihtiyacı olması durumunda yanıma gelmesini söylemiştim. İbâdetler hakkında tek kelime bile konuşmamıştık özellikle. Ancak iki gün sonra gencin dayısı gelmiş ve bana gencin bir problemi olup olmadığını sormuştu. Olmadığını söylesek de kültür farklılığı gereği, muhtemelen idare tarafından davet edilmek farklı anlaşılmıştı. Bunun üzerine dayısı asıl gelme sebebini şöyle dile getirmişti:

“–Hocam, bu gencin burada okuması lâzım. Eğitimi yarıda kalmasın. Kendi duymasın söylediklerimi ama, onun babası komünizm döneminde inançsız bir adamdı. Annesi ise Nasuhî Efendi’ye bağlı bir Nakşî dervişedir. Babasının vefatından sonra annesinin isteği üzerine genç, bu okula geldi. Kendi istediği için değil, yalnız annesini kırmamak için… Başta isteksizdi ama buradaki ortamı ve hocaları görünce devam etti. Okulu bitirmesi lâzım Hocam. Hem biliyor musun Hocam; bu gencin annesi her sabah namazından sonra bu üniversiteyi kuranlara, buraya malzeme ve elbise gönderenlere, burada ders veren hocalara gözyaşı dökerek öyle duâ ediyor ki…” diyerek ağlamış ve ağlatmıştı… İşte eşime nice yaşananlar arasından bu olayı hatırlatmış ve;

“–Biz dönerek işte bu duâlardan mahrum kalacağız. Gözlerimin nemi ondandır.” demiştim.

Azerbaycan’dan ayrıldıktan sonra birkaç kez daha nasip oldu tekrar ziyaret etmek. En sonuncusu bundan iki yıl önce Gençliğe Yardım Fondu’nun kıymetli başkanı Ahmet TECİM Beyin daveti üzerine gerçekleşmişti. Tiflis’ten Bakü’ye kadar birçok şehirde ziyaretlerde bulunmuş ve sohbetler yapmıştık. Kadîm ve kıymetli dostum Ali ÇINAR Ağabey ile hasret gidermiştik. O görüşme, yüz yüze bizim son görüşmemiz olmuştu.

13 Kasım 2020 tarihinde kıymetli Ali ÇINAR Ağabeyin dâr-ı bekâya göçtüğünü duyduğumda uzun zamandan bu yana ilk defa yüreğim yandı. İçim daraldı. Dışarı çıkıp yürüdüm dakikalarca. Gözlerim durmadı. Hüzün yağdı gönlümün göğüne. Sol yanımda yaşayan bir âlî çınar çöktü. Ancak içimdeki bu acıya rağmen, Ali Ağabeyin Bakü’de bekâ âlemine uyanması ve orada kalan kabrinin nice ulu çınarların bir tohumu olacağını düşünmek içime bir ferahlık verdi. Mekânın cennet olsun ey güzel insan! Biz şâhidiz sen güzeldin! Biliriz ki çınarların gölgesi geniş olur. Sen güzellikler ülkesinde gölgelenirken asıl âlemde, bu yalan dünyada senin gölgende nice gölgelenenler olacaktır. Canını sadaka kıldığın hizmetin, sadâkatinin bir nişânesidir. Biz buna şâhidiz yâ Rab! Sen de şehâdetini kabul eyle!..

Kıymetli Ali Ağabey; inşâallah en kısa sürede yine Zaqatala’dan yola çıkarak orada bulunan Yûnus Emre’nin makamına ve Hacı Murad’ın kabrine uğrayıp, Ömer Halvetî’ye selâm verip Bakü’de Yahya Şirvânî Hazretleri’nin huzûrunda ve senin ayak ucunda tamamlanacak bir ziyaret yapacağım. Bir irfan yolu çizildi gönlümde benim.

Biz kadrini bilemedik, sen hakkını helâl et Ağabey…