ZARÛRET NEDİR? NE DEĞİLDİR?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Cenâb-ı Allah; bizlere dünyada saâdetin, âhirette de cennetin anahtarı olan kaideler manzûmesini bildirmiştir. İlâhî tâlimatlar, emirler, yasaklar, helâller, haramlar, hayat ölçülerimiz…

Rabbimiz; bize sonsuz merhametinden dolayı, bu emir ve yasaklarının tatbik edilemez hâle gelebileceği yahut tatbik edilmesinin ağır meşakkat verebileceği bazı durumlarda ise, bazı ruhsatlar da lutfetmektedir.

Meşhur kaidedir:

“Zarûretler mahzurlu şeyleri mubah hâle getirir.”

Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var:

Zarûret nedir?

Bu hususta; sadece insanların beyanına, kendi telâkkilerine / algılarına mı bakacağız?

Bir misalle anlatayım:

Körfez ülkelerinden birinde yapılmış röportajlar gördüm. Muhabir elinde mikrofon ile dolaşıyor. Peçeli hanımlara yaklaşıyor. Diyor ki:

“–Filân marka gazlı içeceği içmeden durabilir misiniz?”

Kızların verdiği cevaplar tüyleri diken diken ediyor:

“–Mümkün değil. Ben bu içeceği içmeden 1 saat geçiremem, ölürüm!”

Bu bir zarûret değil. Bir şartlanma. Kişi kendisini şartlamış. Yani bağımlı hâle gelmiş. Bunu bir zarûret sayacak mıyız?

Dînen haram olan alkol, uyuşturucu gibi maddelere müptelâ olanlara da; «Zarûreti var.» deyip izin verecek miyiz?

Uyuşturucusuz yapamıyor. Krize giriyor. Kriz esnasında kendisine ciddî bir şekilde zarar veriyor. Uyuşturucu kullanımı zarûrete binâen; «Burada câiz olabilir.» denilebilir mi?

Yoksa onun tedavi olması gerektiğini bildirip, bu iptilâdan kurtulmasına mı yardımcı olacağız?

Demek istediğimiz şu:

Zarûrete kişinin kendi benliği, kendi nefsi karar verirse, böyle algılardan kaynaklanan «uydurma veya mâzur olmayan» zarûretler ortaya çıkar.

Böyle bir şahsın bile, tedavisinde yavaş yavaş zehrin azaltılması gerekiyorsa; buna yine bir doktor, bir rehabilitasyon mütehassısı karar verecek. Aksi takdirde kişi; o azaltma iradesini gösteremez, yine çoğaltır, yine belki de kendisini ölüme kadar götürecek dozlara çıkar.

Biz; «Onun hayatını kurtarma zarûretiyle ona izin vereceğiz.» derken, onu ölüme götürmüş oluruz.

Uyuşturucu gerçekten ileri bir misal. Fakat zarûret diye gösterilen birçok husus, tam olarak bir zarûret de değil.

Meselâ sigara içen bir insan, sigarasız yapamayacağını düşünüyor. Sigarayı bırakmakla ölmek onun için aynı hâle geliyor. Hâlbuki bu yaşadığı şey, bir irade krizinden ibarettir. Gerçekten bir odada kapalı kalsa da fiilen sigaraya ulaşamasa, kendisine hiçbir şey olmayacak. Hattâ vücut rahatlayacak, selâmet bulacak. Bir müddet daha sabretse, unutacak da.

Dolayısıyla psikolojik, sübjektif ölçülerle keyfî olarak;

“Ben mecburum, benim için zarûret bu!” diyerek mahzurlu şeyleri serbest hâle getirmek mümkün değildir.

Bunlar gerçek zarûret değil.

Dolayısıyla; «Bu bir zarûrettir, olmazsa olmaz.» türünden ortaya atılan iddiaların bir algıdan, bir balondan ibaret olduğu görülüyor. Ufacık bir iğne ile o balon patladığında hakikat ortaya çıkıyor.

Gerçek zarûret nedir?

Zarûret, hayatı imkânsız hâle getiren meseledir.

Meselâ bir gün yemeden içmeden durabilirsiniz, iki gün durabilirsiniz ancak üçüncü gün zarûret hâline gelmiştir. Eğer üç gün yemek bulamadan kalmışsanız, artık sokaktaki meyte / leş hayvanı (etini yemesi haram olmasına rağmen) yiyebilirsiniz.

Çünkü artık açlık sizde zarûret derecesine ulaşmıştır. Bir şey yemezseniz öleceksiniz.

Dolayısıyla burada; «Ölümlerden ölüm beğenmek» durumunda kaldığımızda haram olan bir şeyi yiyebiliriz hattâ yememiz gerekli / vâcib hâle gelir. Çünkü hayatımızı korumakla mükellefiz.

Zarûretlerin ibâdetlere tesirinden de misal verelim:

Namazın şartları var. Namazın dışında yapmamız gereken hazırlıklar… Bir de namazın rükünleri var. Namazın içerisindeki temel vazifelerimiz… Bunlar hâricinde vâcibleri, sünnetleri, müstehapları var.

Her hâlükârda hepsi ile alâkalı en temel kıstas «gücümüzün yettiği» kadarıdır.

Yani bir kimse dizini bükemediği için secdeye gidemiyorsa, secdeye gitmeden diğer yapabildiklerini yapacak.

Yine dizlerinden dolayı ka‘de-i ahîre dediğimiz veya ka‘de-i ûlâ dediğimiz oturuşları yapamıyor. O zaman aynı şekilde oturmaz da sandalyeye oturur.

Adam secdeye gidebiliyor ama dizlerini kırıp oturamıyor. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «Yapabildiğin kadarıyla» diyor.

Yani ayakta durabiliyorsan ayakta dur. Oturabiliyorsan oturarak namazını kıl. Oturamıyorsan yani oturduğun zaman elem veren bir acı varsa; bundan kastımız da ölüm derecesinde bir acı değil.

Namazda asıl olan kulun kendini Allâh’a vermesidir.

Adamcağız dizlerinin ağrısından ne okuduğunu anlayamaz hâle gelmiş. Secdeye gidiyor, secdede migreni tutmuş; «Bir an önce kalkayım.» diyor. O zaman o kişi secdeyi biraz daha yukarıdan yapacak. Binâenaleyh burada belirli olan kriter, yapabildiğimizi yapmaktır.

Fakat yine keyfî ölçülerle değil. Bir rüknü terk etmeyi tecviz edecek derecede olmalı. Meşakkatin tahammül edilebilir olanı var, edilemez olanı var.

Hava soğuk, abdest alırsam üşürüm, üşürsem belki de hasta olurum. Böyle vehimlerle abdesti terk edemeyiz. Fakat kollarımızda yaralar var ve doktorumuz; «Su değdirmeyelim.» dedi. O zaman sargı üstünden mesh veya teyemmüm gibi başka çareler devreye girer.

Yani din ciddiyet ister. Allah yolunda ibâdet belli bir seviyede fedâkârlık ister.

Zarûret bahsinde sual edilen bir mevzu da;

Kadınların çalışması ne zaman zarûret olur?

Maalesef dış dünya, İslâm’ın prensiplerine riâyet etmiyor. Birçok çalışma ortamı, birçok iş yeri, müslüman hanımlara içimize sinerek helâl diyebileceğimiz bir çalışma mekânı sağlamıyor.

O zaman çalışmak isteyen hanımların aklına yukarıda zikrettiğimiz zarûret prensibi geliyor;

“Evet bu mekânlar düzgün değil, buralarda çalışmak uygun değil fakat ben mecburum, dolayısıyla bana câiz olmaz mı?” şeklinde bir çıkış yolu arıyorlar.

Zarûret mefhumunun indî ve keyfî olmaması prensibimize riâyetle soralım:

Bir insanın çalışması ne zaman zarûret durumuna gelir?

Eğer yiyecek hiçbir şey bulamazsa bu durumda çalışmak ona farz hâline gelir. Eğer yine kendisinden başka bakacak kimsesi olmayan evlâtları, kardeşleri varsa, bakmakla mükellef olduğu kimselere bakmak da onun vazifesidir.

Normalde bu durumun, bizim medeniyetimizde kadınlar için mevzubahis olmaması îcap eder.

Bir hanım kardeşimiz var. Babası var, masraflarını karşılıyor. Yahut evlenmiş, kocası masraflarını karşılıyor. Öyleyse burada bir zarûretten söz etmek mümkün değildir.

Denilebilir ki, birtakım ekonomik sıkıntılar çekiyorlar. Meselâ her gün et yiyemiyor da haftada bir et yiyebiliyorlar, ayda bir et yiyebiliyorlar. Lüks lokantalarda yemek yiyemiyor da evinde kendisi makarna haşlıyor, çorba pişiriyor; onlarla hayatını idâme ediyor. «Bu kadının çalışma zarûreti vardır.» denilemez. Çünkü çalışmadığı zaman; açlıktan ölecek, açıkta kalacak gibi bir mevzu söz konusu değil. Gayet tabiî bir şekilde hayatını sürdürebilir.

Burada zarûretin ölçüsünü bir seviye genişletebiliriz. Birtakım psikolojik durumlar da ihtiyaçtır. Eğer bu hanım dışarıya çıkmadığında, kendini psikolojik olarak rahatsız hissediyor, daralıyorsa bu kadın da birtakım sosyal faaliyetlerin içerisinde bulunabilir. Başörtüsüne kimsenin karışmayacağı, aksine taltif göreceği nezih ortamlarda bulunabilir.

Kadının çalışması ne zaman gerçekten zarûret olur?

Bir kadın var ki müslümanlar hiçbir şekilde ona yardım etmiyorlar. Kadıncağız da çocuğuna bakmak için veya yatalak olan annesine bakmak ve benzeri bir sebep için çalışma mecburiyetinde kalıyor. Bu kadıncağız, çok da müsait şartlar bulamasa da ekmek parası için bir işe girip çalışmak zorunda kalmış.

Bunun vebâli; ona yardım etmeyen, ona dîne uygun bir çalışma ortamı sağlamayan bütün müslümanların olur.

Mâzîde İslâm’ın toplumda daha güçlü ve daha geniş çapta yaşandığı zamanlarda sayısız vakıflar vardı. Eytam ve erâmil vakıfları vardı. Bir kadıncağız dul kalsa, bu vakıflar ona yardımcı olurdu. Evlâdına sahip çıkardı. Kızını gelin ederdi. Oğlunu okutur, ona iş bulurdu. Hususî vakıf olmasa da «müslüman mahalle», bünyesinde bulunan böyle yardıma muhtaç kişilere sahip çıkardı.

Bu söylediklerimizi gözden geçirdiğimizde; günümüzdeki hanımların çalışması meselesinin, zarûretle pek alâkalı olmadığı görülecektir.

Özü itibarıyla kadının çalışması yasak değildir.

Çalışmak, üretmek, bir şeyler yapmak, herkes gibi kadınların da vazifesidir:

“De ki: Çalışın! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü’minler de görecektir…” (et-Tevbe, 105)

Kadınların çalışması uygun mudur? İhtiyaç ve zarûret yoksa da çalışamaz mı?

Kadınlarımız tabiî ki çalışıyorlar ve herkes gibi onlar da çalışmak durumundalar.

Bir yerde deniyor ki:

“Kadınların üretimden uzak tutulmaması gerekiyor.”

Oysa burada göz ardı edilen bir husus var:

Üreten insanları, üretme işi kadınlara ait.

Yani kadınlar, üretimin en büyüğünü yapıyor; insan neslinin varlığı, kadınlar üzerinden devam ediyor.

Eğer kadınlar bu üretimi durdururlarsa, yeryüzünde üretim kalmaz.

Bir fabrikada işçiler grev yapıyorlar. O fabrikanın ürettiği şeylere ihtiyacı olan insanlar bundan zarar görüyorlar.

Peki kadınlar; «Biz bundan sonra üretimi bırakıyoruz!» derlerse, insan nesli son bulur, yeryüzündeki bütün üretim durur.

Allah erkeği kadına, kadını erkeğe muhtaç hâlde yaratmış. Üretimin en zorlu kısmını da kadına yüklemiş. Yani üreten insanın dünyaya gelmesine vasıta olan, vesile olan kadındır. Ve bu çok zorlu ve çok meşakkatli bir süreç. Yani bir kadın, evlâdını 9 ay 10 gün karnında taşıyor. Sonra iki sene bilfiil onu emziriyor. Büyümesi için, yetişmesi için gayret ediyor. Eğer bir kadının üç çocuk dünyaya getirdiğini düşünürseniz. Her bir çocuğun yetişmesi yedi sene olarak hesap edilirse; yirmi bir sene kadının insanlık adına, milleti, memleketi, vatanı adına büyük bir hizmet gördüğünü söyleyebiliriz.

Ve yirmi bir yıllık çalışmasıyla, üretime katkısıyla da bu kadının her türlü emeklilik haklarına da sahip olması gerekir.

Mesele, yedi yaşına kadar evlâdı yetiştirmekle de bitmez derseniz; ona ömür boyu mânevî destek, moral motivasyon sağlayan, huzur temin eden bir anne kucağı için yıl sınırı da yoktur.

Dolayısıyla;

“Kadın üretimden uzak tutuluyor, üretimde yok!..” lâfları tamamen kadının asıl üretim noktasından uzaklaştırılmasına yönelik olan propagandalardır.

Buna müslüman kadınların dikkat etmesi gerekiyor. Yani Cenâb-ı Allah dünyada önümüze bir hedef koymuş; cenneti kazanmak için çalışmamız, gayret etmemiz gerekiyor. Ve kadınların cenneti kazanmalarının yolu da onların asıl vazifesi olan insan üretiminde titiz ve hassas olmaları.

Bunun karşılığında da Allah erkeklere de cenneti kazanmanın yolunun annelerinin, kadınların ayaklarının altından geçtiğini gösteriyor. Yani sizin, üretimin en ağır yükünü yüklenen kadınlara; elinizden gelen saygıyı, hürmeti ve ihtiramı göstermeniz gerekiyor.

Bugün annelik, hanımlık, ev hanımlığı gibi bu temel vazifeleri «iş»ten, «üretim»den saymayanlara dikkat edin; kadınlar dış dünyada çalışabilsin diye, kreşler, yuvalar, bakım evleri, hazır yemek ve evlere ulaştırmak vb. birçok destek sağlamak zorunda kalıyorlar. Demek ki annelik ve ev işleri ne kadar önemliymiş.

Ancak bu hakikatle beraber, şerîatımızın müsaade ettiği şartlar muvâcehesinde, bir kadın; ölçüler ve kıstaslar çerçevesinde her türlü çalışmayı da yapabilir.

Burada önemli olan en temel kriter şudur:

•Kadının erkekleşmemesi, erkeğin de kadınlaşmaması.

Allah; insanların, yarattığı gibi kalmalarını istiyor. Erkeğin erkek olmasına, kadının kadın olmasına itiraz, doğrudan, yaratıcı olan Allâh’a bir itirazdır.

Bu sebeple erkek ile kadın arasına üstünlük yarışı koymayan Rabbimiz, üstünlüğü takvâda kılmış. Takvâ; Allâh’ın emirlerine, şerîatına hürmet ve tâzimden ibarettir.

Dolayısıyla kadın, kendi fıtratı ile mütenâsip olan her türlü vazifeyi yapabilir.

İkinci husus:

Bu vazifeyi icrâ ederken kadın-erkek ihtilâtının yani kadın-erkek ortam birlikteliğinin olmamasına dikkat etmek gerekiyor.

Çünkü kadınların, erkeklerin bulunduğu ortamda aşırı bulunmaları; onların kadınlıklarının kaybolmasına ve erkekleşmelerine yol açıyor. Erkeklerin de kadınların bulunduğu ortamda çok bulunmaları; onların erkekliklerinin kaybolması ve zamanla kadınlaşmalarına yol açıyor. Tavırda, seste, hitap biçiminde değişiklikler oluyor. Yani esprilere varıncaya kadar davranışlar değişiyor.

Dolayısıyla erkekleşen kadının asıl vazifesini icrâ etme imkânı kalmıyor.

Kadınlaşan erkeğin de toplumda bir huzur kaynağı olması ve asıl vazifesini icrâ etme imkânı kalmıyor.

Dış dünyada kadın ve erkeklerin karışık vaziyette bulunmaları; taraflar arasında gönül irtibatlarına, temâyüllere de elbette yol açabiliyor. İki taraf da evli oldukları hâlde, iş arkadaşlığı hiç istenmeyecek boyutlara varıyor. Gizli saklı münasebetler meydana geliyor. Aileler yıkılıyor. Huzur kalmıyor.

Dolayısıyla, hudutsuz bir şekilde, kadın-erkek karmaşasına dînimiz müsaade etmemektedir.

“Bu hususta yasaklayıcı bir delil var mı ki?” diye soranlar, dînimizin, -bırakın bir arada olmayı, çalışmayı, konuşmayı, oturup kalkmayı- tarafların birbirine «bakma» fiiline bile hangi ölçüleri getirdiğine bir baksınlar. (en-Nûr, 30-31)

Bu noktada şerîatımızın bu ölçülerine riâyet ederek, kadın; ticaret yapabilir, meslek sahibi olabilir, her türlü üretime katkıda bulunabilir. İhtiyacı olsa da olmasa da kazanabilir. İhtiyacı varsa kullanır, ihtiyacı yoksa ihtiyaç sahiplerine yardım etmek üzere sadaka-i câriye mâhiyetinde hayrat yapar, tasadduk edebilir, fakirlere yardımcı olabilir, çocuklarına mîras bırakabilir, bir garanti olarak malını biriktirebilir.

Bir hulâsa vermek istersek;

Günümüzün artan ihtiyaçları karşısında kadınlar da çalışsın, evin ekonomisine destek olsun isteniyorsa, buna çareyi «zarûret» mefhumunu zorlayarak bulmaya çalışmak doğru değildir.

Fakat kadınların fıtraten aslî vazifeleri olan hanımlık ve annelik yanında, faydalı meşgalelerde bulunmalarına bir mâni yoktur.

Yeter ki;

Kadınlar aslî vazifelerini unutacak derecede, erkekleştirilmesin. İslâm’ın kaidelerine uygun şartlar ve mekânlar oluşturulsun. Ahlâka ve aileye zarar gelmesin.

Rabbimiz; toplumumuzu, ihyâ edici kaidelerinin yaşandığı ve yaşatıldığı bir saâdet cemiyetine tebdil eylesin. Bizleri âhireti için çalışan, âhiretini her şeyin önünde tutan müttakî mü’minlerden eylesin…