ASHÂBIN KARDEŞLİĞİ

Sami GÖKSÜN

Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min, mü’min kardeşi için, birbirine destek veren bir binanın tuğlaları gibidir.” (Buhârî, Salât, 88)

Demek ki;

Mü’minlerin, bir bina gibi kenetlenmiş ve kaynaşmış olması gerekir.

Nasıl ki;

Bina birçok malzemeden meydana gelir: Kum, çakıl, taş, toprak, çimento, demir, tahta…

Bunlar tek başına iken hiçbir bütünlük ve sağlamlık arz etmez. Âdeta enkaz ve çerçöp gibi dururlar. Fakat her biri vazifesine göre bir araya gelir, kaynaşırsa o zaman bir bina meydana getirir, faydalı olur.

Mü’minler de bir araya gelir, kardeş olur, kaynaşırsa mükemmel, güçlü ve huzurlu bir toplum oluştururlar.

Mâzîye şöyle bir baktığımızda gerçek kardeşliğin ilk tohumları; Mekke vadisinde tevhid akîdesinin ortaya çıkıp dal budak saldığı Kâbe-i Muazzama civarında atılmış, burada yeşeren fidanlar Medine’de neşv ü nemâ bulmuş ve oradan da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rehberliğinde dünyanın her tarafına yayılmaya başlamıştır.

Sevgili Peygamberimiz; bir yandan Allâh’ın varlığını ve birliğini gönüllere nakşederken diğer yandan da bu akîde etrafında toplanan, ırkları, renkleri ve dilleri farklı farklı olan bu bahtiyarları, din kardeşliği adı altında birleştirip kaynaştırıyordu. Bir araya gelen bu insanları; Efendimiz, rahle-i tedrîsinde terbiye edip şekillendiriyordu. Onun meydana getirdiği kardeşlik, öyle bir kardeşlik ki, onun heyecanı kan ve soy kardeşliğini çok gerilerde bırakıyordu. Habeşli köleyle Kureyşli asilzâdeyi kucaklaştırıyordu. Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârı bir daha kopmamak üzere bağlıyor, kalplerini tek kalp hâline getirip yılların biriktirdiği kin ve düşmanlığı, efendilik ve kölelik farkını silip yok ediyordu.

Medine’nin en güçlü iki kabîlesi olan Evs ve Hazrecliler arasında sürüp giden bir asırlık kan dâvâsı, ancak İslâm’ın yüksek irfan mektebinde sona eriyordu. Efendimiz’in vahiy ve Kur’ân nefesli sulh çağrısıyla bu ezelî düşman iki kabîle; barışıp dost olarak akıllara durgunluk verecek ölçüde kardeş olup, Peygamber Efendimiz’in safında yer alıyordu.

Asırlarca devam eden kan dâvâsı kavgasını hiçbir kimse durduramıyor, hiçbir kabîle bu hususta denge unsuru olamıyordu. Ama İslâm ve onun yüce Peygamberi’nin getirdiği kardeşlik, bu vazifeyi lâyıkıyla yapıyordu. Kavga ve kan dâvâsı yerine barışı, insan hayatına ve onun haklarına hürmeti, kin ve düşmanlık yerine dîni ve muhabbeti getiriyordu. O günlerde İslâm kardeşliğinin en güzel örneğini veren Peygamber Efendimiz, bütün insanlara seslenerek;

“Müslüman müslümanın kardeşidir.” buyuruyordu.

Bir başka ifade ile şöyle buyuruyor:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu tehlikeye atmaz. Kim müslümanlardan bir sıkıntıyı giderirse, Allah da bu sebeple kıyâmet gününün sıkıntılarından onu kurtarır. Kim de müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3)

Peygamber Efendimiz; îman ve ideal birliği içinde kardeş olan müslümanların birbirinden üstün olmadığını, zenginle fakir, efendiyle köle arasında takvâdan başka bir farkın bulunmadığını ilân ediyordu. Bu sese kalp ve kulak verenler, köleliğin ezici kaydından, zulüm ve haksızlığından kurtuldular. İnsan olmanın gerçek mânâsını bütün asâletiyle öğrendiler. Hele müslüman olmanın insanlığa nasıl bir şeref ve itibar getirdiğini, ona nasıl bir değer sunduğunu anlamakta geç kalmadılar.

Şu yaşanmış olan hâdise, bu mevzuyu gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

Ebû Zer el-Gıfârî -radıyallâhu anh- her nasılsa bir gaflet veya alışkanlık eseri olarak Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ı; «Habeşli siyah bir kadının oğlu» diye kınamıştı. Buna çok çok üzülen Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ın bu üzüntüsünün sebebi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından duyulunca, Ebû Zer’in İslâm kardeşliğinin ruh ve mânâsına sığmayan bu davranışını hoş karşılamadı ve Efendimiz ona hitâben şöyle dedi:

“Hakikaten sen öyle bir adamsın ki sende henüz câhiliyye devri kalıntısı var; onu (Bilâl’i) annesiyle mi ayıplıyorsun?” (Buhârî, Îmân, 22)

Peygamber Efendimiz’in; İslâm kardeşliğini zedeler mahiyette olan bir söz veya davranışa asla müsamaha etmediğini, iki müslüman arasında meydana gelen problemi hızlı bir şekilde düzelttiğini bu hâdiseden öğrenmiş bulunuyoruz. Çünkü müslümanlar; kardeş sevgisinin hâlesi içinde bulundukları nisbette huzurludurlar.

Müslümanlar birbirlerinin kardeşidirler. Birbirlerine merhamette, acımada, yardımlaşmada, elem ve kederini paylaşmada kardeşçe muamele eder. Kederde ve tasada ortak olduklarını idrak ederler. Birbirlerini yalnız ve yardımsız bırakmazlar. Elinden geldiği kadar kardeşine yardım eder, onun dert ve sıkıntısına derman olur.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle der:

“Âdemoğulları bir vücudun âzâları gibidir. Çünkü aynı cevherden yaratılmışlardır. Vücudun bir yerinde bir dert, bir ağrı hâsıl olursa; diğer âzânın kararı kalmaz. Onlar da rahatsız olurlar. Sen ki başkalarının mihnetinden, keder duymazsın; o zaman sana insan adını vermek yakışmaz.” (Gülistan, s. 39)

Şu hâlde birimizin derdi, hepimizin derdi olmalıdır. Kardeşlik bunu gerektirir. Olur ki aramızda sıkıntılar, kırılmalar, küsmeler olabilir. Bütün bunları İslâm kardeşliği olgunluğu içerisinde halletmek gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresi 10. âyet-i kerîmesinde bu işin halledilmesinin gerekliliğini şöyle tâlimat buyurmaktadır:

“Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştirler, öyleyse dargın kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’tan sakının ki size acısın.”

Bugün bu emre ve tâlimata, Efendimiz’in yetiştirdiği sahâbesinin kardeşlik duygularını hissedip yaşamaya pek çok ihtiyacımız var. Bu hakikatleri idrak ettiğimiz gün; yüce Rabbimiz birliğimizin, beraberliğimizin ve kardeşliğimizin dâimî olması noktasında bizlere yardım edecektir inşâallah.

Cenâb-ı Hak; kardeşliğimizi, birliğimizi ve beraberliğimizi hakkıyla anlayıp yaşamaya bizleri muvaffak eylesin.

Âmîn…