MÎRÂS-I NEBÎ…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Sahâbe-i kirâmın önde gelenlerinden Ebû Hüreyre Abdurrahman bin Sahr ed-Devsî -radıyallâh

u anh- Yemen’de doğdu. Tanınmış bir aileye mensuptu. Babası o küçükken vefat etti. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- hicretten sonra müslüman oldu. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dünya muhabbeti kalbinden silindi. İlim halkalarında bulundu, düşmanla çarpıştı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe olduğunda, Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ı Bahreyn’e vali olarak gönderdi. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- zamanında çıkan fitnelerde müslüman kanı dökülmemesi için, Hazret-i Osman’ın ricası üzerine elindeki kılıcı bıraktı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- zamanında ise denge siyaseti izleyerek taraf tutmadı.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- aynı zamanda rivâyet ettiği beş binden fazla hadîs-i şerif ile sahâbe arasında mühim bir yer tutmuştur.

Latif tabiatlı Ebû Hüreyre Hazretleri nükteli îkazlarıyla müslümanları düşünmeye teşvik ederdi.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın 678 yılında vefat ettiği rivâyet edilmektedir. Kabri, Cennetü’l Bakî‘dedir.

*

Kendisi anlatıyor:

Medine çarşısına uğradım. Çarşının ortasında durarak;

“–Ey çarşıdakiler! Sizi şuraya gitmekten alıkoyan ne?” diye sordum.

“–Nereye yâ Ebû Hüreyre?” dediler.

“–Şurada Rasûllullâh’ın mîrâsı paylaşılıyor, siz hâlâ burada duruyorsunuz! Gidip, payınıza düşeni almayacak mısınız?” dedim.

“–Nerede paylaşıyorlar?” diye sordular.

“–Mescidde.” dedim. Bunun üzerine halk koşarak mescide gitti. Ben ise orada onların dönmelerini bekliyordum. Biraz sonra geri döndüler.

“–Ne oldu?” diye sordum,

“–Yâ Ebû Hüreyre; mescide gittik, içeri girdik, fakat paylaşılan bir şey göremedik!” dediler. Ben;

“–Mescidde hiç kimseyi görmediniz mi?” dedim.

“–Gördük. Bir kısmı namaz kılıyor, bir kısmı Kur’ân okuyor, bir kısmı da helâl ve haramdan bahsediyordu.” dediler.

“–Yazık size! (Nasıl bilmezsiniz?) İşte Rasûlullâh’ın mîrâsı budur!” dedim. (Taberânî, Evsat, II/114)

HALÎFE-İ RÛY-İ ZEMÎN KAPIDAN DÖNDÜ

Şeyh Muslihiddin Mustafa, aslen Konyalıdır. Ebu’l-Vefâ nisbesiyle anıldı. Eğitimine Konya’da başladı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. Zeyniyye tarîkatına intisâb etti. Seyr u sülûkunu tamamlayıp şeyhinden icâzet aldıktan sonra irşad faaliyetlerine başladı. İstanbul’da Vefa semtinde bulunan tekkesi; devlet erkânı, âlim, âbid, avam-havâs herkese ev sahipliği yapar, her gelen onun hoş sohbetinden, hikmetli tavsiyelerinden kabı nisbetinde istifade ederdi. Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, 1491 yılında İstanbul’da vefat etti. Kabri, Vefa’da adına yaptırılan caminin hazîresindedir.

*

Fatih Sultan Mehmed Han bir gün zamanın evliyâsından Muslihiddin Mustafa Hazretleri’ni ziyaret etmek ister. Yanına lalası Molla Gûrânî’yi de alır ve tebdîl-i kıyâfet, bugünkü Vefâ semtindeki dergâha giderler. Kapıyı çalarlar. Sultan Fatih kapıyı açan dervişe;

“–Şeyh efendiyle görüşüp duâsını almak isterim.” der. Sultan’ı tanıyan derviş, telâşla Şeyh’ine giderek Padişah’ın geldiğini ve içeri girmek için müsaade istediğini söyler. Şeyh Ebu’l-Vefâ beklenenin aksine gayet kararlı bir edâ ile;

“­–Söyleyin Sultanımıza; müsait değiliz, görüşemeyiz. Geri dönsünler.” der. Odada bulunan dervişler bu cevaba çok şaşırırlar. Çünkü o kapı her müslümana hattâ gayr-i müslimlere dahî açıktır. Hâl böyleyken aynı kapı; o şehrin fatihi, İslâm’ın halîfesi olan zâta nasıl kapalı olur!?. Haberi getiren derviş; çaresiz, Şeyh’inin cevabını aynıyla Sultan’a iletir:

“–Şeyhimiz müsait olmadığını, sizinle görüşemeyeceğini söyledi. Dönmenizi istedi.” Bunu duyan Fatih buruk bir gönülle başını önüne eğdi. Sonra lalasına dönerek;

“–Gördün mü lala? Bizans’ın aşılmaz denilen surlarını aştık fakat bir tahta kapıdan geçemiyoruz.” dedi ve ayrıldılar. Derviş içeri döndüğünde Şeyh’inin de gönlünün buruk, kalbinin mahzun olduğunu fark etti. Dayanamayıp, edep dairesinin biraz da dışına çıkarak, bu işin hikmetini sordu. Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri şu îzâhı yaptı:

“–Evlât! O gazâ askeridir, biz duâ askeriyiz. Gelir de buradaki sohbetin lezzetini alırsa ki alır, buna istîdâdı vardır, devlet işleri gözünden düşer. Hâlbuki ümmet ve devlet ona emânettir. Yeri doldurulamayınca devlet işleri ve düzen bozulur. Ayrıca yine bu lezzet onu imkânlarını buraya seferber etmeye sevk edecektir. O dünyalık imkânlar ile dervişlerimizin gönlüne, dünya muhabbeti girer. Bizim de düzenimiz bozulur. Hâsılı ikimiz de günahkâr olur, vebal altında kalırız.”

Yıllar sonra Fatih’in vefâtı haberi gelince, Ebu’l-Vefâ Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenâze namazını kıldırdı.

«BANA SENİ GEREK, SENİ…»

Sultan Mahmud Gaznevî, 2 Kasım 971’de Buhara’da doğdu. Çocukluk döneminde iyi bir eğitim aldı. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Gençlik yıllarında devlet idaresinde tecrübe kazandı, savaşlarda en önde cenk etti. Tahta geçtikten sonra topraklarının kuzeyini emniyete alıp güneyine yöneldi. Hindistan’a düzenlediği ondan fazla sefer neticesinde bölgede muazzam bir fütuhat gerçekleştirdi. Fethettiği bölgelere mescidler inşâ etti, âlimler göndererek halkı İslâm’a davet etti. İdârî kabiliyeti, siyâsî zekâsı ve adâletli devlet adamlığıyla yaşadığı asra mühür vuran Sultan Mahmud Gaznevî, 30 Nisan 1030 tarihinde vefat etti.

*

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî «Bostan ve Gülistan» adlı eserinde şu nükteye yer verir:

“Bir gün Gazneli Mahmud’un maiyyetiyle beraber geçmekte oldukları bir geçitte, üzerinde mücevherat dolu sandık bulunan bir deve, ayağının sürçmesi neticesinde kaydı ve düştü. Bunun üzerine mücevherat dolu sandık da etrafa saçıldı. Sultan Mahmud bu hâli görünce etrafındakilerin sadâkatini denemek maksadıyla;

«–Herkes arzu ettiği kadar sandıktan alsın. Helâl ü hoş olsun.» dedi ve kendisi atını sürüp gitti. Sultan Mahmud’un bu sözü üzerine maiyyetindeki atlılar sandıktan bir şeyler alabilmek için Padişah’ın yanından ayrılarak birbirlerini çiğnercesine yere düşen mücevherleri kapışmaya başladılar. Padişah’ın arkası sıra giden atlılardan yalnız Ayaz isimli yardımcısı, Sultan’ı gölgesi gibi takip ediyordu. Sultan Mahmud arkasına bakıp da Ayaz’ı görünce;

«–Ey benim iç dünyasında cennet seyrettiğim kıymetli yâverim! Sen bu saçılan mücevherlerden ne getirdin söyle bakalım?» dedi. Ayaz’ın cevabı ise tam bir vefâ örneğiydi;

«–Padişahım, o dökülenlerden hiçbir şey beni sizin hizmetinizle şereflenmekten alıkoymadı. Sizin gönlünüze girmek ve muhabbetinize nâil olmak, benim için o mücevherlerin kıymeti ile kābil-i kıyas bile olamaz. Her dâim sizin nimetlerinizle perverde olmuş olan bu hizmetkârınız, bir an için olsun sizin yanınızdan nasıl ayrılabilir?»

Arkadaş! Cenâb-ı Hakk’ın dergâhında yakınlık istersen, ihtiyaç peşinde koşup da Hak’tan gafil olma. Evliyâ, Allah’tan ancak Allâh’ı ister. Başka bir şey istemeleri tarîkat usûlüne muhaliftir. Eğer dosttan ihsan bekliyorsan; sen kendini düşünme, dostu düşünmemiş olursun. Ağzın hırs ile açık ise; kulağına gaybdan sır gelmez, girmez. Hakāyık, esrâr-ı ilâhî ile bezenmiş bir saraya; hevâ ve heves ise göklere çıkan toz ve dumana benzer. Toz kalkarsa göz görmez olur.” (Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, Bostan ve Gülistan, Kilisli Rıfat Bilge Tercümesi, s. 146)

HATTATIN ANNESİ HACCA NASIL GİDEBİLDİ?

Yahya Hilmi Efendi, İstanbul’da doğdu. Ayıntablı Dalkılıç Hacı Halil Ağa’nın oğludur. Sıbyan mektebini bitirdikten sonra Fatih ve Süleymaniye camilerindeki derslere devam etti. Bu yaşlarda hüsn-i hat meşkine «bismillâh» dedi. İcâzet aldıktan sonra memuriyete başladı. Mesai hârici zamanının neredeyse tamamını hüsn-i hatta sarf eden Yahya Hilmi Efendi, sülüsten ziyade nesih hattına ağırlık verdi. Hattatlar arasında kaleminin süratiyle mâruf olan usta hattat, altmış yıla yakın hizmet hayatında yirmi beş «Mushaf-ı Şerîf»in yanında sayısız eser yazdı.

Yahya Hilmi Efendi, 27 Kasım 1907’de vefat etti. Kabri, Süleymaniye Camii hazîresindedir.

*

İbnülemin Mahmud Kemâl İNAL, «Son Hattatlar» isimli eserinde Yahya Hilmi Efendi’den şöyle bahseder:

“Sür‘at-i kalemiyyesi hattâtîn arasında meşhurdur. Reîsü’l-hattâtîn Kâmil (AKDİK) Efendi’ye bi’l-münâsebe (sırası gelmişken) demiştir ki:

«Hicaz’a azîmet edeceğim (gideceğim) sırada vâlidem beraber götürülmesi için ısrar etti. İkimize kifâyet edecek param yoktu. Ramazân-ı şerifte bir cüz’ün yarısını gündüz, yarısını gece yazarak bayrama kadar bir Mushaf-ı Şerîf tahrîrine (yazmaya) muvaffak oldum. Vâlideye verdim. Erbâb-ı servetten (zengin, hâli vakti yerinde) bir zâta götürdü. 7500 kuruş getirdi. O para ile îfâ-yı hac etti.»

Bu fıkra, kaleminin sür‘atine mübârek bir delil ve o para, hac bedelinin kıymet-i mâneviyyesine burhân-ı celîl (yüce bir delil)dir. Rahmetullâhi aleyh (Allâh’ın rahmeti üzerine olsun).”