ÜNSİYETSİZ İNSANLIK…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İngiltere’de hastahânelere başvuran kişilerin bir kısmının, sırf bir insanla konuşmuş olmak için doktor randevusu aldığı ortaya çıkmış. Geçtiğimiz yıllarda «Yalnızlık Bakanlığı» kurulan İngiltere’de, Kızılhaç teşkilâtının istatistiklerine göre 9 milyon kişi yalnız yaşıyor. Bu rakam, nüfusun yüzde 15’ine tekâbül ediyor.

Yalnızlığın en yaygın sebebi; nüfusun yaşlanması, çekirdek aile yapısı, yaşlıların emekli olduktan sonra yoksullaşması ve eş kaybından sonra sosyal bağlarını yitirmesi… Ama sadece bunlar değil, sağlık veya sosyo ekonomik durumu sebebiyle yalnız kalanların da sayısı hayli fazla. Engelliler, göçmenler ve hattâ erken yaşta anne olanlar; yoksulluk ve yalnızlık çekiyor. Bazı kişiler ise, hiçbir engeli olmadığı hâlde insânî bağlar kurmuyor, yalnız yaşıyor.

Dünya Sağlık Örgütü; yalnızlığı, sigara ve obeziteden daha fazla insan sağlığına zararlı bir faktör olarak açıkladı. Yalnızlığın sağlığa zararının günde on beş sigara içmeye denk olduğu bildiriliyor.

Yalnızlığın hem sebebi hem sonucu olabilen depresyon, bağımlılıklar ve davranış problemleri, sağlık durumunu hızla kötüleştirebiliyor. Yalnızlar arasında intihar da daha sık görülüyor. Geçen yıl 5 bin 821 kişinin hayatına son verdiği İngiltere’de, 45-50 yaş arası erkeklerde intihar kararı en yüksek oranda görülüyor.

Bu problem yalnız İngiltere’de değil elbette. İstatistiklere göre Almanya’da her 47 dakikada bir kişinin intihar ettiği, yılda 11 bin kişinin canına kıydığı görülüyor. Vakaların üçte birini teşkil eden yaşlı intiharlarında en mühim sebep; artık kendilerini işe yaramaz hissetmeleri, ağrılara, sıkıntılara tahammül etmek için bir sebeplerinin kalmaması…

Dünya Sağlık Örgütü, her yıl dünya çapında en az bir milyon kişinin intihar ettiğini ilân etti. Mevcut verilere göre, batı toplumunda intihar vakaları daha fazla yaşanıyor. Yalnızlığa bağlı bu problemlerin daha da artması bekleniyor. Çünkü 2014 yılında yapılan sayıma göre, Amerika nüfusunun en az dörtte biri yalnız yaşıyor.

Doğu ülkelerinde de durum farklı değil. Sanayileşmiş ve teknoloji alanında büyük başarılar kazanmış olan Japonya’da yalnız ölümlerin bir ismi bile var: «Kodokushi»

Evinde yalnız başına vefat eden bir kişinin ölümü uzun süre fark edilmeyebiliyor. Ancak etrafa yayılan kötü koku, sinekler ve böceklerden sonra durum anlaşılıyor. Japonlar bu vakaların artması üzerine yalnız yaşayan yaşlıları yoklamak için sosyal projeler oluşturmuşlar. Hattâ bu vakaları daha insânî bir tavırla karşılamak için bir kurum bile kurulmuş: «Yalnız Ölüm Temizleyicileri»

Çoğunlukla gönüllüler tarafından yapılan bu sosyal hizmet, cenazenin defniyle beraber hâtıralarının yakınlarına teslim edilmesini ve cenaze töreni tertiplenmesini de kapsıyor. Yaşlı nüfusun çok olduğu Japonya’da, bebek bezinden daha çok yaşlı bezi satılıyor.

Japon bilim adamları, yalnızlığın sebeplerini incelerken;

“Bu kişiler eğitim için erken yaşta ailelerinden ayrılıyor. Okul ve iş yerlerinde hep başarı ve vazifeye odaklanan, insânî irtibatlar kurmayı ihmal eden bir hayat tarzına yöneliyorlar. Aile, akrabalık, dostluk gibi insânî bağları kurma ve sürdürme konusunda becerilerini, isteklerini yitiriyorlar. Emekli olduktan sonra ise meslekleri îcâbı sürdürdükleri bağlardan da mahrum kalıyorlar.” diyorlar.

Japonya gibi, ailevî bağlara önem veren bir doğu toplumunda bile; şehirleşmenin, sanayileşmenin getirdiği hayat tarzı, insanları yalnızlaştırıyor. Çünkü insanlar; okullarda, iş yerlerinde sathî ve hesapçı münasebetler dışında derin insânî bağlar kuramıyor. Gitgide bu bağların çok daha sahici, çok daha hayâtî olduğu unutuluyor.

Ne tuhaftır ki insan; ailesine daha iyi bakmak için iyi bir meslek edinmeye, çok çalışıp başarılı olmaya, servet biriktirmeye kendini kaptırınca, asıl gayeyi unutup, vasıtayı gaye zannetmeye başlıyor. Bir gün onu emekli edip evine gönderdikleri zaman, bir bakıyor ki etrafında kimse kalmamış.

Bu hâlin, hâlâ içinden geçmekte olduğumuz bulaşıcı hastalıktan korunma tedbirleri ile daha da kötüye gitmesi muhtemel. Çünkü tedbirler; insanların birbirinden daha da uzaklaşmasını, dijital araçlarla yapılan faaliyetlerin fizikî faaliyetlerin yerine daha çok geçmesini yaygınlaştırıyor. Bu sebeple insanların yaşadığımız hayatın gayesini yeniden hatırlaması gerekiyor.

Biz sadece ekonomik bir birim değiliz. Biz; Allah Teâlâ’nın kitaplar nâzil edip, en sevdiği kullarını Rasûl olarak vazifelendirip, muhatap aldığı eşref-i mahlûkat olan insanız.

Lisan âlimleri «insan» kelimesinin «üns» kökünden geldiğini söylemişler. Üns, Türkçede ünsiyet diye kullanılan kelimenin de köküdür. Dostluk kurmak, alışmak, alışkanlık kazanmak gibi mânâlar taşır.

Allah Teâlâ âlemdeki her şeyi insan için, insanı da ibâdet etsin diye; yani Rabbine yönelip, emirlerine itaat edip, kitâbını okuyup, zikredip, tefekkür edip, bir râbıta kursun diye yaratmış.

Ayrıca insanları; birbiriyle aile, ümmet, millet hâline gelecek şekilde yaratmış. İsteseydi, her bir insanı tek başına topraktan yaratıp, birer gezegene yerleştirebilir, milyonlarca sene ömür verebilirdi. Ama rahmet eylemiş, bizi birbirimizle yardımlaşalım, birçok dersler öğrenelim diye aynı gezegende toplamış.

Din demek, aslında Yaratan’la bağ kurmak ve Yaratan’ın emri üzere sıla-i rahim bağlarını korumak demek. Bütün dünyada bilinen bir gerçek, genellikle dindar kişiler hiçbir dîne inanmayanlara nazaran daha çok sosyal bağlara sahip oluyor. Düzenli olarak ibâdethânelere gidenler, cemaatleşenler, ailelerinin külfetinden kaçmayan, bunu mânevî bir vazife bilip, sevap umarak sürdürenler genellikle yalnızlaşmıyorlar. Hattâ yapılan tahlillerde, dindar kişilerde oksitosin (oxytocin) hormonunun daha yüksek olduğu tespit edilmiş.

Kadınlarda yüksek olan ve bilhassa doğum esnasında ve sonrasında en yüksek seviyesine ulaşan bu hormonun; insânî bağlar kurmak, sevgi, bağlanma, güvenme gibi ruh hâlleriyle alâkalı olduğu biliniyor. Aynı zamanda anti-stres özelliği ile kalp damar sağlığına, bağışıklık sistemine şifâlı olan bu hormon artık sprey hâlinde satılıyor.

Elbette bu hormonun sun‘î olarak dışarıdan alınmasına gerek yok. Anne-babaların evlâtlarıyla zaman geçirmesi, kucaklaması, öpmesi; her türlü insânî münasebette bulunmak, mahlûkata şefkatle muamele etmek bu hormonun seviyesini artırmak için yeterli.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti niyetine yapıldığı zaman, hem sevap vesilesi hem sıhhate faydalı hem ruh hâlimizi iyileştiriyor. Bizi daha sevecen, daha yumuşak huylu ve daha müsbet bir insan yapıyor.

Burada Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şerîfiyle sözümüzü bitirelim:

“Mü’min kendisiyle ülfet edilendir. İnsanlarla ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyende hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400)