DUVAR SÜSÜ DEĞİL KALPLERİN ve EVLERİN NÛRU

Sami GÖKSÜN

İnsanın bu dünyada huzur aradığı en mühim mekân; hayatını devam ettirdiği, dış dünyanın fırtınalarına karşı ehliyle, ailesiyle bir liman gibi sığındığı evidir.

Lâkin evin huzurunu sağlayacak âmillere dikkat lâzımdır.

Emânetçisi olduğumuz bu evleri, ne kadar mâneviyat ve rûhâniyet ile doldurabiliyoruz?

Ne ile dolar o mâneviyat?

•Kur’ân okuyup onu tefekkür etmekle…

•Sâlih ameller işlemekle…

•Zikrullâh ile…

•Ailece güzel, mânâ dolu, Rasûlullah Efendimiz ve talebeleri olan Hak dostlarının zikrinin geçtiği sohbetlerle…

•Gıybetin, nemîmenin asla kapıdan içeri alınmamasıyla…

Eğer bunları gerçekleştirebiliyorsak, o hâne bize bir huzur yuvası olur. Peygamber Efendimiz de bizlere;

“Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât, 52, Teheccüd, 37; Müslim, Misâfirîn, 208, 209) diye telkinde bulunuyor.

Yani evlerimiz mânâlı hiçbir şeyin yapılmadığı, sadece yenilip içilen ve istirahat edilen boş mekânlar değildir, demek istiyor. Bir rivâyette;

“Hânelerinizi namaz ile, Kur’ân-ı Kerim tilâveti ile nurlandırınız.” (Kurtubî) tavsiyesinde bulunuluyor.

Kur’ân-ı Kerim’de Nûr Sûresi vardır. Cenâb-ı Hak o nûru mükemmel bir misal ile anlattıktan sonra, müteâkip âyette o nûru benzettiği kandilin mekânını şöyle bildirir:

“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin zikredilmesine izin vermiştir. Orada sabah-akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki;

Onlar; ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan / zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 36-37)

Namaz kılmak, Kur’ân okumak gibi ibâdetler, birer mânevî güneştir. Müslüman bu mübârek nurlardan istifadeyi, en büyük nimetlerden bilmelidir. Bunların nurlarından mahrum olan hânelerde mânevî hayattan yüce duygulardan belirtiler görülmez. İşte mâneviyat ve rûhâniyet dolu bir hayata nâiliyet için evlerimizde de namaza ve Kur’ân tilâvetine muhabbetle devam etmeliyiz. O zaman hânelerimiz şenlenir, huzura gark olur. Çünkü namaz kılmak ve Kur’ân okumak, mü’minlere dünya ve âhirette huzura ermeye ve kurtuluşa vesile olacaktır. Onlarla huzur bulunur, ünsiyet kurulur ve tesellî olunur. Dünyada bu sâlih amelleri evlerinin neşesi hâline getirerek sarılanlara, âhirette de onlar güler yüzle karşılayarak yol gösterir, onlara şefaat eder ve ikramlarda bulunur. Yani evlerimizi şenlendirdiğimiz bu güzel ameller sayesinde âhiretimiz de huzura erer.

Bu mevzuda da yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namaz kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infâk edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lutfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O; çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır, 29-30)

Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okuyan, onu anlamaya çalışan, zamanını onunla şenlendiren, onun içindeki hükümleri hayata geçiren, meselâ namazı kılarak hânelerini şenlendirenler, yuvalarını sâlih amellerle huzura kavuşturanlar; Allah katından kendilerine kesin olarak verilecek olan büyük sevaplar ümit edebilirler. Rabbimiz onların günahlarını bağışlayıp, amelleri az bile olsa çok mükâfat bahşeder.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana nasihatte bulun!” dediğinde, Efendimiz;

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak. Çünkü Kur’ân; yeryüzünde senin için bir nur, gökyüzünde de bir azıktır.” (İbn-i Hibbân, 2: 78) buyurmuşlardır.

Bütün bu hakikatler güneş gibi ortada duruyorken; bugünümüze baktığımızda evlerimiz ve diğer mekânlarımız bu güzellikten mahrum vaziyettedir. Elbette bunun istisnâları vardır. Ancak ekseriyet vahim bir durumdadır.

İnsanlar huzur yuvası olması gereken evlerini televizyon filmleri ile, bilgisayar oyunlarıyla, cep telefonlarıyla ve menfî görüntülerle, nefes alınamaz bir hâle sokup; daralmalar, bunalmalar, sıkılmalar, huzursuzluklar, vurmalar-kırmalar ile yaşanmaz bir duruma getiriyorlar. Kur’ân’ı Ramazan’dan Ramazân’a okuyup, evin duvarının süsü hâline getiriyorlar.

Hâlbuki Kur’ân açıp okundukça evi nurlandırır, duvara asılı durdukça değil.

Yaşanmış olan şu hâdise tam da bu hâli ortaya koymaktadır:

Müslüman olan milletimizin çok güzel örf ve âdetleri vardır. Bu örf ve âdetlerimizden biri de şudur: Ramazanlarda özellikle köy ve mahallelerde cami imamı bekârsa köyün muhtarı bir liste yapar sakinleri sıraya koyar, herkes de sırasını bilir ve ona göre imam efendiyi akşam iftara davet eder.

Böyle bir köyde, Ramazân-ı şerifte sıra köy sakinlerinden birine gelir, o ev sahibi öğle namazında imam efendiyi evine buyur eder. Ev sahipleri nefsin ve şeytanın da devreye girmesiyle şöyle yanlış bir düşünceye kapılırlar.

Evin hanımı der ki beyine:

«–Bey tam fırsat! Hani sen dersin ya; ‘İmam efendi çok güzel bir insan, ilmi çok güzel, ahlâkı çok güzel!’ diye. Şimdi bir deneme yapalım istersen…»

Evin beyi de aynı yanlışa ortak olur ve ne düşündüğünü sorar hanımına, hanımı da;

«–Evin müsait bir yerine biraz para koyalım. İftarı yaptıktan sonra ben mutfağa geçeyim sen de bir şey bahane ederek kısa bir süre dışarı çık. İmam efendi evde yalnız kalsın, bakalım paraya dokunacak mı yoksa ne yapacak bir ölçelim…» der.

Bu yanlış plânı aynıyla uygularlar. Olacak ya; evin hanımı mutfağa, beyi de dışarı çıkınca pencerenin yakınına konmuş olan para, pencerenin yaz günü açık olmasıyla esen rüzgâr tarafından savrularak evin içine dağılır. Yalnız kalan imam efendi dağılan paraları toplayıp, tekrar rüzgâr dağıtmasın diye; duvarda asılı olan içinde de bir Kur’ân olan kabın içine koyar. «Ev sahipleri gelince de söyleyeyim.» der ama olacak ya söylemeyi de unutur. Ev sahipleri içeriye gelirler, yemek duâsı yapılır, çay içilir ve imam efendi müsaade alıp;

«–Terâvihte buluşmak üzere…» deyip teşekkür eder, helâlleşerek ayrılırlar.

Ev sahipleri bakarlar ki para, koydukları yerde yok, şeytânî plân bu sefer sû-i zan ile işlemektedir.

Hanım beyine der ki;

«–Bak işte, senin methettiğin adam bu! Bundan sonra imama karşı daha dikkatli olmalıyız.»

Evin beyi yaşanan bu durumdan sonra imam efendiye karşı daha soğuk ve daha uzak davranmaya başlar. Aradan bir yıl böyle geçtikten sonra tekrar Ramazan ayı gelir. Yine aynı usûl… İmam efendi hânelere davet edilmektedir iftar için. Sıra bu ev sahiplerine gelince, iftar yapılıp çay içilirken evin beyi imam efendiye dönüp sorar:

«–Hocam, size bir şey söylemek istiyorum.»

«–Buyur abi, söyle!»

«–Hocam, neden sizden bir yıldır mesafeli durduğumu biliyor musunuz?»

«–Evet biraz uzak kaldığınızı hissettim ama, işinizin ve gücünüzün çok olmasına verdim.»

Ev sahibi;

«–Hayır hocam düşündüğünüz gibi değil!» deyip hâdiseyi olduğu gibi anlatır. İmam efendi duydukları karşısında duygulanır ve derin derin hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Ev sahibi;

«–Neyse hoca; olan oldu. Bir dahakine daha dikkatli olmalısın gittiğin evlerde!» deyince, imam efendi derin bir iç çektikten sonra şöyle bir adama bakar:

«–Ben, bana kurulan kumpasa üzülmedim, onun için ağlamıyorum.» deyince ev sahibi;

«–Ya niçin ağlıyorsun hoca?» der.

İmam efendi hem gerçeği hem de kendisini üzen hakikî sebebi şöyle îzah eder:

«–Bak kardeşim, o gün burada duran paraları pencereden içeri giren rüzgâr evinizin içerisine savurdu. Ben de paraları toplayıp şu duvarda asılı olan içinde Kur’ân bulunan kabın içine koydum. Size söylemeyi istemiştim ancak unuttum.

Ne hazindir ki;

Siz duvarda asılı olan kabın içindeki Kur’ân’ı o gün bu gündür bir yıl geçti açıp da bir defa dahî okumamışsınız, bu hâle ben ağlamayayım da kim ağlasın!?.»

Rabbim; bizleri yanlışlardan, nefsin ve şeytanın tuzaklarından muhafaza eylesin. O tuzakları fark edecek firâset ve basîrete eriştirsin. Kalplerimizi ve evlerimizi Kur’ân ile nurlandırsın.

Âmîn…