CANLI BİR TAKVÂ HAYATI

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Peygamber Efendimiz’in mesajını tek kelimeyle hulâsa etmek arzu edilseydi, bu ifadeye namzet kelimelerden biri herhâlde takvâ olurdu.

Takvâ, daima ilâhî müşâhedenin altında olduğunu düşünerek yaşamak.

Peygamberimiz’in risâletten önceki hayatı da takvâ idi. Bu sebeple sıfatı el-Emîn idi. O güzel ahlâka, o takvâya nûr-i Kur’ân tâc oldu.

Risâletten önce Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne yapacağını bilemez vaziyetteydi. Hirâ’ya kapanması da bundandı. Lâkin vahiy gelince, önce kendisi hidâyeti buldu, sonra da âleme, âlemlere hidâyet kandili oldu.

Biz ümmetine de tavsiyesi böyle bir takvâ idi:

Takvâ iki merhale.

•Kişinin kendini ihyâ etmesi.

•Sonra herkesi ihyâ etmeye koşan bir rahmet insanı olması.

Sadece birinci merhalede kalan bir dindarlığı Hazret-i Fahr-i Âlem tasvip etmedi.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Orası çok hoşuna gitti. Dedi ki;

«–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah’tan izin almadan bunu da asla yapamam.» dedi.

Sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gitti ve bu arzusundan bahsetti.

Efendimiz cevâben şöyle buyurdu:

«–Hayır, öyle yapma! Çünkü, sizden birinin Allah yolundaki (cihad, tebliğ ve benzeri) faaliyeti; evinde (cemaatten uzak şekilde kendi kendine) yetmiş sene kılacağı namazdan daha fazîletlidir.

Allâh’ın sizi bağışlamasını ve sizleri cennete almasını istemez misiniz?

O hâlde Allah yolunda gazâ ediniz…»” (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

İnsanın bir köşeye çekilip ibâdet etmesinden bile râzı değil Efendimiz. Kaldı ki günümüzde çekildiğimiz köşelerde, ibâdete değil dünyaya dalıyoruz. Tembelliğimize, boş meşgalelerimize, lüzumsuz hattâ zararlı uğraşlarımıza dalıp gidiyoruz. İçtimâîleşmek zayıf, hâl-hatır sormak zayıf, birbirine tesellî olacak sohbetleşmeler bile kayıp…

Peygamberimiz’in canlı bir takvâ hayatı yaşamak emrini en iyi anlayan ashâbına tekrar bakalım:

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta idi. Bir kişi yanına gelerek selâm verdi ve oturdu.

İbn-i Abbâs;

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi.

Demek ki âyetin emrettiği gibi, kalbi bir firâset cihazı olmuş, hâlini arz edemese de kardeşini «sîmâsından tanımış», derdini bakışından anlamıştı.

Konuşmaları şöyle devam etti:

“–Evet ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukabilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki onun hakkını ödeyemiyorum.”

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?”

“–Sen bilirsin.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- ayakkabılarını alarak mescidden çıktı.

Adam ona;

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye seslendi.

İbn-i Abbâs; Rasûlullah Efendimiz’in kabrini göstererek ve gözlerinden yaşlar süzülerek şöyle cevap verdi:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan zâttan duydum ki:

«–Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır.

Bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse; Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Onlar yeryüzünde Hakk’ın şâhidi idiler. Onlar, sahâbe-i kiram; Peygamber Efendimiz’i en güzel şekilde temsil eden talebeleri ve arkadaşları idiler. Davranışları tabiî, samimî ve mütevâzı idi. Canlı takvâ hayatları içinde ne yaptılarsa, samimiyetle yaptılar.

Günümüzde sosyal deneyler yapıyorlar.

Sahâbenin içtimâî hayatı, bir yerlere saklanmış kameralara düzgün görünmek için değil, her saniye kayıtta olan ilâhî kameranın sahibine hakkıyla kul olmak için her an fazîletlerle dolu olurdu.

Yermük’te üç şehid namzedinin arasında dolaşan bir kırba su, o samimiyetin şâhidi idi. Rivâyet edileceğini, dilden dile dolaşacağını bilmeden yazılan bir destan.

Aynı samimiyet içinde, Hazret-i Ömer, Kudüs’e girerken, hizmetçisine seslendi:

–Bineğe binme sırası sende!..

–Ey Halîfe, şehre girerken bari siz binin!

–Hayır!.. Sıra sende ve sen bineceksin. Ben yürüyeceğim.

Sun‘îliğin asla yanına yaklaşamayacağı bir tabiîlik… Tevâzudan öte bir hiçlik ve samimiyet… Rasûlullâh’ın halîfesi, canlı bir takvâ hayatını sâfiyetle temsil etmektedir o kadar…

“Allah, bir kulunun arkadaşları arasında imtiyazlı olmasını sevmez.” sırrını duymuş, sohbet-i Rasûlullah’ta pişmiş o gönüller, yeri geldi hamal zannedildiler yük taşıdılar.

Zaten mukaddes yükün hamalı değil miydiler?

Onlardan sonrakiler, yani onlara tâbî olanlar, bu mukaddes yüke ne kadar sahip çıkabildi? «Allâh’ın râzı oluş müjdesi» ancak sahâbeye ihsân üzere tâbî olanlara…

Çünkü mukaddes yükün hamalı, canlı bir takvâ hayatı yaşamazsa, «kitap yüklü merkepler» tehdidiyle karşı karşıya…

O kudsî yükü hakkıyla taşıyanlardan biri:

Hazret-i Ali’nin torunu İmam Zeynelâbidîn Hazretleri…

Onun bir sırrı vardı. Her gece Medine fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını bırakır, kimseye görünmeden geri dönerdi. Bir sabah o fakirler, kapılarına erzak konulmamış olduğunu gördüler. Sebebini merak ederlerken, Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefât haberi bütün Medine’ye yayıldı. Herkes derin bir mâteme büründü.

Zeynelâbidîn Hazretleri’nin naaşı yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar olduğu görüldü. Yakınlarına bunun sebebi sorulduğunda, Hazret’in sırrı da ortaya çıktı. Çünkü sırtındaki o yaralar, fukarâya taşıdığı erzak çuvalları sebebiyle açılmıştı. (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136)

Âdiyât Sûresi’nin son âyetleri:

“Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman, insan (hâlinin ne olacağını) düşünmez mi?

Şüphesiz Rableri o gün onlardan tamamıyla haberdardır.”

“Kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman” diye tercüme edilen ifadede, «tahsil» kelimesi geçiyor. Kur’ân lügati Müfredât’ta şu îzah var:

“Tahsil, kabuğun bertaraf edilip özün çıkarılmasıdır. Altının; madendeki taş ve topraktan ayrılması, buğdayın samandan sıyrılması gibi.”

O gün kalbimizden îman ve takvâ cevheri çıkacak mı?

Tahsil, hâsıl, hâsılat aynı kökten. Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın mührüne kazıttığı ifade akla geliyor:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

Kalbimizde muhabbet hâsıl olacak, o muhabbet takvâya, o takvâ canlı bir yaşayışa ve yaşatışa, ihsan ve irşâda dönüşecek. O muhabbetle ilim irfana, irfan ahlâka yol bulduracak.

Bulana ne mutlu!..