MERHAMET ve RAHMET

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bugün insanlığın en büyük ihtiyacı:

Merhamet…

Çünkü insan;

Daha doğmadan merhamete muhtaç. Hem de merhametin en zirvesine. Kezâ büyürken merhamete muhtaç. Hastalandığında merhamete muhtaç. Başı daraldığında merhamete muhtaç. Yoksulluk girdabına düştüğünde merhamete muhtaç. Başına bir belâ ve musîbet geldiğinde merhamete muhtaç. Bir kazaya uğradığında merhamete muhtaç. Acziyete düştüğünde yine merhamete muhtaç. Yaşlandığında merhamete muhtaç. Öldüğünde de ne çare, merhamete bilhassa ve ebediyyen muhtaç.

Bu bakımdan;

İnsanlık âleminde her nerede ve hangi mevzuda merhamet devre dışı kalırsa, orada ve o meselede insanlık yok olmaya başlar. Zulümler, vahşetler, işgaller, istîlâlar ve her türlü zorba saldırılar patlak verir.

Dolayısıyla;

İnsanlığı ayakta tutmak için merhamet, o ana direk, hiçbir zaman devrilmemelidir. Hem devrilmemeli, hem de en güçlü yapı ancak merhamet olmalıdır. Çünkü güçsüz merhametler de, çare değildir.

Peki;

İnsanlığın merhamet direği nasıl bir mâhiyet olmalı?

–İlâhî ölçüler temelinde olmalı,

–Adâletin kalbinde yükselmeli,

–Hayır ile şerrin sınırlarını hiç bozmamalı, bozdurmamalı,

–Mazluma şefkat, zâlime tokat özelliğini, bir diğer tabirle «dosta lütuf, düşmana kahır» vasfını hep korumalı,

Ve;

–Fedâkârlık ile diğergâmlığın oluşturduğu muhkem çatının altından dışarı çıkmamalıdır.

İşte o vakit;

Aileden topluma rahmet yaşanır. Rahmet-i Rahmân’ın huzur iklimi gerçekleşir.

Buna göre;

Merhamet nedir, ne değildir?

Teraziyi düzgün kurmalı:

Merhamet, ruhları ve gönülleri ayağa kaldırmaktır. İnsanlık şeref ve haysiyetini korumak ve kurtarmaktır. Fakat bunları yerle bir edip de nefsâniyeti tırmandırmak, insanı hayvânî çerçeveler içinde sarhoş ve şaşkın yaşatmak değildir, asla değildir. Hele şeytâniyetin zebûnu yapmak ve maskeli kötülüklere perde olup, onlara arka kesilmek de asla merhamet değildir. Maalesef bugün ciğerpâre yavruların ahlâkına dair atılması gereken nice güzel adımlar, en çirkin kelimelerle ve ithamlarla kuşatılırken o göz nûru evlâtları huyundan ahlâkına kadar gönüllerini ve akıl sağlıklarını bozacak nice felâket şeyler de, alkış üstüne alkışlarla ve daha bir sürü olumsuz desteklerle ön plâna çıkarılır oldu. Gitgide nefsâniyete merhamet, fakat gönül âlemlerine merhametsizlik maharet hâline geldi.

Bu hususta;

Çok ustaca ve hiç renk vermeden bizim tabirlerimizle ve kelimelerimizle oynayanlar, aslında ruhlarımızla, kalplerimizle, kısaca neslimizle oynuyorlar. Küçük bir misal:

Bir akademisyen misafirim geldi.

Yanında 6-7 yaşlarında oğlu.

Çocukcağız hayli hareketli. Fakat bir müddet sonra ortalığı kırdı, döktü. Hayli zarar verdi. Biz misafire saygı açısından suskun kalırken baba da merhametli bir baba (!) profili açısından hiç karışmadı evlâdına. Birkaç bardak daha kırılınca biraz mahcubiyet hissetti ki, çekingen bir sesle;

“‒Evlâdım, acaba böyle yapmasan mı?” dedi.

Çocuk, yaşından umulmayacak bir şekilde;

“‒Sana ne (…) karışma bana!” demesin mi?

Babanın cevabı, daha tuhaf oldu:

‒Çok özür dilerim oğlum, bir daha olmaz.

Şaşırdım. Müsait bir vakit bulunca sordum:

‒Bu çocuk intikam almak istediğiniz birinin mi oğlu? Küçük olarak masum olduğu hâlde?

Bu sefer o şaşırdı:

‒Hayır?

Niye sordun, der gibi bakarken açıkladım:

‒Bir evlâdı; ona doğru ve yanlışı, neye hakkı olup olmadığını öğretmeden yetiştirmek, ona yapılabilecek en büyük kötülük değil mi? Bir de bu kötülüğü, merhamet ve anlayışlılık zannetmek, ne kadar doğru bir mantıktır?

Meselenin devamı güzel gerçekleşti.

Çünkü çocuklar, zaten masumdurlar. Onlar, önlerindeki nümûnelere göre şekillenirler. O şekillendirici nümûne, bozuk bir merhamet ise; âdeta zâlim elinde yetişiyor gibi, çok yanlışlıklar ortaya çıkar. Bugün anne-babaların artan şikâyetlerinin hemen hemen çoğunun altında bu tür yanlış ve sahte merhamet tabloları var. Oysa evlâtların ihtiyacı, gerçek merhamet. Onları yere düşürmeyen merhamete muhtaçlar. Bugünlerini ve yarınlarını dünya ve âhiret dengesi içinde kuracak ve kurtaracak gerçek merhametlere muhtaçlar. Fakat bu gerçek merhameti, bizim geçmiş ve gelecek düşmanlarımızın sinsice yaptığı fikir mühendislikleri ambalâjında tüm kötülüklerini muhteşem iyilikler gibi zannettirebildiği cilâlı tariflerden ve sahte örneklerden değil, bizi biz yapan ve âbide şahsiyetler yetiştiren medeniyetimizin tariflerinden ve örneklerinden almak, şart, şart, şart.

“Efendim, devir de değişti, nesil de değişti, artık böyle filân…” deniyor.

Bu;

Pek çok eğitimciyi ve fikir insanını da tesiri altına almış, maalesef çok aldatıcı bir cümle!

Doğru;

İnsanın hayatına, ilerleyen teknik sebebiyle yeni yeni şeyler giriyor, girebilir. Onlarla evlerin şekli değişti, şehirlerin şekli, vasıta ve imkânlar değişti. Onlar etrafında insanlar da değişti. Bunlar gerçek.

Fakat gözden kaçan şurası:

Asıl gerçek ve büyük hakikat hiç değişmedi;

İnsanın yaratılış gerçeği değişmedi, değişmez. Dün insan hangi özelliklerle yaratıldı ise aynı özelliklerle yaratılıyor; bu değişmedi, değişmez. Her doğan insan ölüyor ve ölümlü bir dünyada yaşıyor, bu da değişmedi ve değişmez. Sonrasında her insanı büyük bir kıyâmet bekliyor; bu değişmedi, değişmez. Kıyâmet ve çok ince bir hesaptan sonra cennet ya da cehennem; her insanın son noktası, değişmedi, değişmez.

Lâkin;

İlerleyen teknik veya başka şeyler sâikıyla sanki bütün bunlar değişmiş gibi ya da en azından artık gündeme almaya gerek yokmuş gibi, şu kısacık hayatları değiştirmeye ve bu değişikliklere râzı etmeye, üstelik râzı olmaya yönelik algılar, ne acıdır. Bazen hiç fark edilmeyen bir girdap.

Gerçek bir merhametle bunları fark etmek, çok elzem.

Hem kendimizi kurtarmak, hem evlâtlarımızı kurtarmak için çok elzem.

Kim bilir,

Belki de dünya çapında yaşanan salgın hastalığın bir hikmeti de bunu idrâk ettirmek.

Çünkü insanoğlu;

Hayatın gaflet çalkantılarına daldığında, alışıyor ölümün her çeşidine. Artık ölümü ve âhireti düşünmez oluyor. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’ın fırsat verdiği bir hatırlatıcı devreye giriyor. Birden herkes yerinden hopluyor:

‒Bu ölüm de nereden çıktı?

Sanki yoktu.

Çeşit çeşit hastalıklar etrafında zaten vardı. Trafik kazalarında toplu toplu ölenler zaten vardı. Savaşlar sebebiyle de yüzlerce yüzlerce ölenler zaten vardı. Fakat rutine binince bunlar, insan idrâki hepsini kanıksadı, normalleştirdi, âdeta var ama kendisine değmeyecekmiş gibi uzakta hissetti. Derken; birden hiç uzak değil tam yanında, tam önünde, tam ortasında olduğunu gösteren bir pandemi patlak verince, herkesin canı ağzına geldi:

‒Vay aman, ne oldu yahu?

Sonra, yine biraz normalleşme olunca, tekrar kanıksandı ve gaflet yine yüzünü gösterdi.

Yani imtihan-ı ilâhî değişmedi, değişmez de.

Kimisi bu hususta şaşkın. Kimileri nice mes’ûliyetlerinden sıyrılmanın fırsatına çevirmeye çalıştı pandemiyi. Tedbiri, ebedî felâkete karşı hazırlık yapmayı terk etmek zannetti. Kimileri de, vakit varken hazırlık yapmanın hararetli gayreti içine girdi.

Unutmamalı;

Her imtihanda yapılması gereken yegâne şey, onun nasıl kazanılacağına yoğunlaşmak. Çünkü her imtihanın iki çıkış kapısı var:

‒Âfet kapısı

‒Rahmet kapısı

Her iki kapının üstünde de okunması gereken iki yazı var:

‒Rahmân’ın yazdığı,

‒Şeytanın yazdığı.

Fark:

Rahmân, rahmet kapısına rahmet, âfet kapısına âfet diye yazıyor.

Şeytan ise, âfet kapısına rahmet, rahmet kapısına da âfet diye yazıyor.

Gaflet erbâbı, Rahmân’ın yazdığı yazıyı göremiyor ve okuyamıyor, böylece rahmet diye âfet kapısına koşuyor. Bunlar sahte bir merhametle hayatı yaşıyorlar ve âkıbetleri meçhul oluyor. Bunlar neden doğru yazıyı okuyamıyorlar? Çünkü o yazıyı okuyabilmenin ve görebilmenin şartı, takvâ gözü.

Ârif olanlar ise, takvâları sayesinde o kapılardaki yazıların doğrusunu okuyabiliyor ve ona göre yaşayarak rahmet kapısına koşuyorlar. Bu şekilde rahmet kapısına koşanlar, gerçek merhamet ile müzeyyen oluyorlar.

O gerçek merhamet, idrâk edilse ve yaşansa;

Günümüzde aileyi ve toplumu saran bin bir belâdan kurtulmak mümkün.

Meselâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Tüm aile problemlerini ve anlaşmazlıkları ilâhî bir formül olarak en güzel fazîletlerle halletmiş. En aşılmaz dargınlıkları bile âyetlerde beyan buyurulduğu üzere «îmânı ortaya koyarak» fazîlet ekseninde çözmüş ve muhabbete dönüştürmüş. Şiddet ateşlerini fazîlet yağmurlarıyla çok ustaca söndürmüş. Yok kadar azaltmaya muvaffak olmuş. Hep gerçek merhamet ile.

Bugün;

Aile içi şiddet alevlerinin tedbiri, iftiradan ibaret bile olsa, iki kelimeye bile iki bin şiddetinde karşılık üzerine yoğunlaştırılmış vaziyette. Yani bir şiddeti gidermenin yolu, onu daha da körükleyici daha baskın bir şiddet ile çözmek. Adâletsiz bir körükleme metodu, hangi yangını söndürür? Ya da fazîletli bir yağmurlama metodu, hangi yangını söndürmez?

İşin yabancılar tarafından yapılmış ve içimizdekilere de yutturulmuş olan mühendislik tarafı, bu gerçek omurgayı göstermiyor. Bu omurganın üstünde çünkü bir sürü cilâlı ambalâj var. Cilâlı cümleler var. Süslü ve hoşa giden lâkırdılar var. Ama uygulamalar, aileleri yakıyor, toplumları yakıyor ve yıkıyor.

Gerçek merhamete o kadar ihtiyaç var ki!

Bizim tarihten gelen ve Fatihler yetiştiren, Hayme Analar yetiştiren gerçek aile yapımıza o kadar ihtiyaç var ki! Kadını «ayaklarının altında cennet olan bir anne» değerinde baş tâcı eden gerçek hüviyetimize o kadar ihtiyaç var ki! Erkeği «ailesine davranışına göre en hayırlı insan» makamında değerli kılan gerçek medeniyetimize o kadar ihtiyaç var ki!

İçine apostolların tükürerek yaptığı muhabbet ve itaat tariflerine değil, Hazret-i Peygamber’in kadını da erkeği de evlâdı da yücelten ve bir cennet bütünlüğü oluşturan muhabbet ve itaat tariflerine ihtiyaç var. Yine yabancı dünyanın telkinleri ve mühendislikleriyle ailenin her ferdini birbirinden koparıp bönleştiren ve uzaklaştıran, hattâ düşmanlaştıran cicili bencil maskelere, çok süslü ama tamamen egoist formüllere değil, yuvadaki herkesi birbirlerini râzı etme yarışına sokan gerçek merhamete ihtiyaç var.

Maalesef;

Bir fazîlet ırmağı olan gerçek merhamet bile, kötü paketlere sarılıyor. Aile fertlerini, birbirine merhamet edilmekten hoşlanmayan bir karaktere sokarak yaşatmaya çalışıyorlar. İçinde merhamet olmayan aile yaşar mı hiç? Tuhaf lâkırdılar sokuldu aileye:

‒Ben senin merhametinin dilencisi değilim!

‒Benim hakkım bu! Merhamete gerek yok!

‒Ne yani, bana merhamet ettin de böyle yaptın ha! Kaldıramayacağım bir ukalalık bu!

Allah Allah!

Nasıl olur da bir insan, merhameti ukalâlık olarak tarif eder, öyle anlar. Sanki utanılacak bir şey. Nasıl bir algıdır bu? Bunun çalgısını çalanlar, nasıl bir mühendislik içindeler? Bunu göremeyenler, nasıl bir körlük yaşıyorlar.

Gaflet öyle bir tuzak ki;

O tuzağa düşenler, düşmana kucak açıyor da bunun dostuna karşı nasıl bir merhametsizlik olduğunu görmüyor, göremiyor.

Bugün İslâm dünyasının bölük pörçük hâli de bu gafletin bir tezâhürü. Müslüman ülkelerin kâfirle iş tutup birbirlerine hasım kesilmeleri de bu gafletin bir tezâhürü.

Âh gerçek merhamet!

Her yerde sana o kadar muhtacız ki!

Âh gerçek merhamet!

Sen’in Kur’ân’daki; «Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametli ve şefkatli…» (Bkz. el-Fetih, 29) tarifine bilhassa ihtiyacımız var.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmin!..