İKİ HÂTIRA

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Bir Ramazan Bayramı idi. Bayramlaşmak için gittiğim bir dostumuzun evinde karşılaşmıştık. O da bayramlaşmak için bir arkadaşıyla gelmişti buraya. Hiç tanımadığım, ilk defa burada gördüğüm biriydi.

Elli yaşlarında saçı bembeyaz olmuştu ama dinçti, iyi İngilizce bildiğini söyledi. Zaten düzgün konuşmasından yüksek tahsil yaptığı, kültürlü bir insan olduğu anlaşılıyordu. Konuşkan biriydi, söze kendi başladı;

“–Size, hayatımda unutamadığım iki hâdise anlatayım.” dedi.

Biri askerde, biri Çin’de yaşadığı ibret alınacak iki hâdise anlattı ki şöyle:

ALAYDA OKUNAN EZAN

Doğu Anadolu’da askerlik yapmaktaydım. Karlı bir kış günü bölüğün iâşesini almak için vazifelendirildim. Araç komutanı olduğum kamyonda, arabayı kullanan askerden başka benimle birlikte bir er daha vardı. Şiddetli kar yağışı altında yol alırken, sohbet ettiğim yanımdaki askerin hâfız olduğunu öğrendim.

Alay; şehirden uzaktaydı, şehirdeki ezan sesleri duyulmuyordu. Alayda ise cami yoktu. Ona;

“–Oğlum; ezana hasret kaldık, şöyle giderken arabada bir ezan oku da dinleyelim.” dedim.

Hâfız, gür sesiyle güzel bir ezan okudu. Sesi öyle tatlı, öyle yanık, öyle dokunaklıydı ki; bu karlı, buzlu soğuk havayla kaskatı kesilmiş vücudumuz yumuşadı, gönlümüzü bir sıcaklık, rûhumuzu bir heyecan kapladı. Sessizce gözlerimden yaşlar süzüldü.

Çoktandır hasret kaldığım bu güzel ezanı, gözü yaşlı doya doya dinledim. Hâfıza duâ ettim, şükranlarımı sundum.

«Bu ezanı alayda da dinlemeliyiz.» diye düşündüm, içimden; «Ne yapabilirim?» diye plânlar kurdum. Düşündüklerimi hâfıza da anlattım.

Vazifeyi tamamlayıp alaya döndük. Hâfız eri de yanıma alarak alay komutanı olan albayın yanına vardım.

Çok zaman sarhoş olan, ama iyi bir insan iyi bir komutan olan albaya bir istekte bulunmak için geldiğimi söyledim.

İsteğimi söylemeden önce, komutandan müsaade almadan hâfız ere, ezan okuması için işaret ettim. Hâfız erle plânımız böyle idi.

İşaretimi alır almaz hâfız ezana başladı. Ezanla birlikte albay hemen ayağa kalktı, «hazır ol» vaziyetinde ezanı sonuna kadar saygıyla dinledi.

Onun iyi biri olduğunu biliyordum, ama bu kadar da ezana saygılı olacağını tahmin etmiyordum. Onun böyle inançlı olmasına sevindim, çünkü iyi bir insandı.

Ezan bitince;

“–Oğlum! Ağzım içkili, abdestsiz bana ezan dinlettiniz, beni günaha soktunuz, başka zaman abdest alıp öyle dinleseydim olmaz mıydı?” dedi.

Bundan hemen sonra komutana isteğimi bildirdim;

“–Komutanım! Önümüzdeki ay Ramazan ayı, terâvihlerimizi ve cuma namazlarımızı kılmak istiyoruz. Bu er de hâfız. Koğuşların yanında müsait boş bir odamız var. Orayı izin verirseniz mescid yapmak istiyoruz.” dedim.

Albay bir müddet düşündü. Biz ne cevap verecek diye merakla beklerken, bize döndü, yüzümüze tebessümle baktı;

“–Tamam evlâdım! Yapın, hazır olunca bana da haber verin, ben de göreyim.” dedi.

İstediğimiz olmuştu, sevincimize diyecek yoktu. Kim bilir toplumda bilinmeyen böyle ne kadar iyi insanlarımız vardı.

Görevleri îcâbı açığa çıkamayan, çevresinin etkisinde kalan, nefsin ve gafletin pençesinden kurtulamayan nice insanlar…

Odayı temizleyip koğuştaki fazla battaniyeleri de alta sererek mescidi hazır hâle getirdik. O hafta mescidimizde ilk cuma namazını kılarak açılışı yapmaya karar verdik.

Cuma günü geldi. Namaz kılan bütün erlerle mescidde toplandık ve vakit girince de hâfız ezan okumaya başladı.

Ezan bitince ileriden bir insanın koşarak geldiğini gördük. Baktık ki bizim komutanımız;

“–Oğlum! Beni de bekleyin ben de geliyorum!” diye seslendi.

Cuma namazını kılıp albayımız önde biz arkada mescidden çıkmaya başladık. Komutanımız hiç beklemediğimiz bir davranış sergiledi, mescidin kapısında ellerini havaya kaldırdı.

Ağlamaklı bir sesle, sevinçle;

“–Allâh’ım Sana şükürler olsun, bizim de bir mescidimiz oldu!” diye içinde yıllardır saklı kalan duygularını açığa vurdu, dile getirdi.

Mescidimizin olması, ezanlarımızın okunması, namazlarımızı kılabilmek ve albayımızın da bizimle beraber olması hepimizi duygulandırdı, mutlu etti.

Bu yaşadıklarımız bize gösterdi ki; ezanda, camide, namazda hem fertler hem de toplum için ibâdet olmanın yanı sıra huzur, muhabbet, birlik ve dirlik demekti…

Anlattığı ikinci hâtıra ise Çin’de yaşadığı bir olaydı.

ÇİN’DE KILINAN NAMAZ

Büyük bir şirketin mes’ul müdürü iken, bir ticârî anlaşma yapmak için Çin’e gönderildim. Orada kaldığım günlerde; iş anlaşmasının dışında, boş vakitlerimde Çin’in önemli yerlerini gezmekteyim.

Bir gün yine ticârî bir taksi ile yanımda tercümanımla birlikte Pekin’in önemli yerlerini gezmeye çıktım.

Yolda giderken bir Budist tapınağı gördüm ve tercümana;

“–Şoförümüze söyle, tapınağın önünde dursun. Varıp orada namaz kılarak ibâdet edeceğim.” dedim.

Niyetim tapınağın içini görmek ve bir köşesinde iki rekât namaz kılmaktı. Tercüman; durumu şoföre bildirince, adam tapınağın önünde durdu. Araba durur durmaz taksimetreyi de durdurdu.

Onun bu davranışı dikkatimden kaçmadı. Namazı kılıp gelince tercümana, bunun sebebini sordurdum. Hâlbuki gezi süresince inip durduğumuz, gezdiğimiz tüm süre ücrete tâbî idi. Anlaşmamız da böyleydi.

Bunun için, tapınağa gidince taksimetreyi niçin durdurduğunu merak ettim ve sordurdum. Şoförden öyle bir cevap aldım ki, bir ömür boyu unutamam;

“–Ben Allâh’a ibâdet eden insanın ibâdet ânında ücret yazamam, o ânı için ücret alamam.” dedi.

Bu insan bir Budist, geçimini zorlukla sağlayan bir şoför. Ama ondaki dîne, inanca, Allâh’a olan saygı ne güzel!

İnancını, insanlığını, hoşgörüsünü yitirmiş tüm insanlara duyurulur!