HAKKIN HÂKİM KILINMASI ELZEMDİR

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Dünyada hayat yolculuğunu âhiret gerçeğine inanmaz bir şekilde geçirenlerle, dünyaya gelişi bir imtihan gerçeği olarak değerlendirenler hiç bir olur mu? Ölümü mecburî son olarak görenlerle, ölümü yeni bir hayatın başlangıcı olarak yorumlayanlar da bir olmaz.

İnançsız insanlar dünyadayken kendi elleriyle kendileri için hazırladıkları karanlık inkâr zindanlarında, aynen bir zavallı gibi yaşarlar. Bu insanlar mâneviyâta kapalı olduklarından; her türlü derûnî zevklerden uzak, sadece fânî zevklere odaklanmış kişiliklerdir, gelip geçici maddî lezzetler, hayatlarının tek gayesidir. Dünya ve içindekiler onları hoş ettiği sürece, onlara göre hayat cennettir. Ama istediklerine ulaşamayınca ya da ellerindekiler berhavâ olunca hayat onlar için âdeta cehennem olur. Hazret-i Kur’ân’da böyleleri adına şu âyet-i kerîme vardır:

“Dediler ki: «Hayat ancak bizim için bu dünya hayatıdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.»” (el-Câsiye, 24)

Bu vasıftaki kişilerin hayattaki yaşama gayesi, dışı yaldızlı olan (güzel) bir dünya hayatıdır. Onların birinci plânda değer verdikleri yegâne hedef dünya hayatı olduğundan, bunun için yapmayacakları şey yoktur. Fazîlet, muhabbet, fedâkârlık, merhamet gibi duygu güzelliklerinden bî-haber yaşadıklarından hak-hukuk, ölçü-denge, doğruluk-dürüstlük, sevap-günah, cennet-cehennem gibi kavramlar onların ilgi sahasına girmez. Onlar için bu kavramların kendileri adına bir getirisi yoktur. Bu sebeple ahlâkî sahalara iltifat etmezler. Hayat, yemek-içmek ve eğlenmekten ibarettir. Temel uğraşları, sadece kurguladıkları hayatlarının devamlılığını sağlamak için; menfaatler, çıkar hesapları, rant kavgalarıdır. Bunlar hevâ ve heveslerinin kölesi olarak boş bir hayat yaşarlar. Ne buyuruluyor âyette:

“Bırak onları; yesinler, içsinler, eğlensinler. Onları emel oyalayadursun. Sonra bilecekler onlar.” (el-Hicr, 3)

Başka bir âyette ise şöyle buyurulur:

“Onların kalpleri vardır; bunlarla idrak etmezler. Gözleri vardır; bunlarla (hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.” (el-A‘râf, 179)

İşte bunlar inancı olmayan kişilerin acınası hâlleridir.

Münafıkların durumu ise daha sıkıntılıdır. En azından inançsızlar; ne söylediklerini bilirler, nettirler, inanmadıklarını açıkça belirtirler. Ama münafıkların ne yaptıkları belli değildir. Bukalemun gibi her kalıba girerler, kendilerini gizlerler. İslâm’ı ve müslümanları sevmedikleri hâlde sever görünerek «ikiyüzlülük» ederler.

➢Münafıkların temel özelliklerine yüce Kur’ân’dan bakacak olursak şunları görürüz:

•Yalan yere yemin ederler (el-Mücâdele, 16);

•Mü’minlere kin beslerler (Âl-i İmrân, 119);

•Mü’minlerin iyilikte olmasına üzülür, başına belâ gelmesine sevinirler (Âl-i İmrân, 120);

•Ellerine fırsat geçtiğinde mü’minlere kötülük plânları kurarlar, fesat çıkarırlar (et-Tevbe, 48);

•İftira ederler (en-Nûr, 11-13);

•Namazlarında gösteriş ve tembellik yaparlar (et-Tevbe, 54; en-Nisâ, 142);

•Cihaddan kaçarlar (et-Tevbe, 81);

•Kâfirlere casusluk yaparlar (el-Mâide, 41);

•Kur’ân’ı yanlış yorumlarlar (Âl-i İmrân, 7);

•Peygamber’in hükmüne râzı olmazlar (en-Nisâ, 65);

•Sizi inkârâ sürüklerler (en-Nisâ, 89);

•İnsanlara kötülüğü emreder, iyilikten men ederler (et-Tevbe, 67);

•Dış görünüşleri câzibelidir, hoşunuza gider (el-Münâfikûn, 4);

•Zekât vermek istemezler, dönektirler. (et-Tevbe, 75-76)

➢Münafıklar gürûhu âdeta mayın tarlasında yürüyormuşçasına korkarak her kopan gürültüden kendileri adına telâşlanırlar:

“…Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler…” (el-Münâfikûn, 4)

➢Müslümanları aldatmaya çalışırlar:

“Allâh’ı da, mü’minleri de güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine farkına varmazlar.” (el-Bakara, 9)

➢Kalplerinde hastalık vardır:

“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır.” (el-Bakara, 10)

➢Fesatçıdırlar:

“Kendilerine;

«–Yeryüzünde fesat çıkarmayın!» denildiği zaman;

«–Biz ancak ıslah edicileriz.» derler.

Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler.” (el-Bakara, 11-12)

➢Müslümanları küçümserler:

“Onlara; «İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın!» denilince; «Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?» derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler.” (el-Bakara, 13)

Müslümanları öteden beri; gerici, mürtecî, irticâcı, çağ dışı, yobaz lâflarıyla yaftalayanların kimler olduğunu âyetlerden rahatlıkla çözebiliyoruz.

Bu kadar menfî hususiyetleri olan münafıklar; İslâm’ı sevmedikleri hâlde, İslâm’ın bütün insanlar için sunduğu; mîras, ganîmet, evlilik, makam, rütbe gibi haklardan istifade etmek adına çok gayretlidirler. Fakat namaz, oruç, zekât, cihad gibi ibâdetlere gelince bahane üstüne bahane bulurlar. Münafıkta nifak alâmetleri vardır ve onlar müslümanlar için kâfirlerden daha tehlikelidir. Kâfirin durumu bellidir; o açık ve nettir, kendinin ne olduğunu söyler ama münafık öyle değildir. O; kendini gizler, görünüşte bizden biri gibi aramızdadır, ancak onlar sadece kendi menfaatlerini düşünürler. İçindekileri hissettirmezler, karşısındakini aldatırlar. Doğru olmayıp her zaman yamukluklar içindedirler. Oturmuş bir kişilikleri yoktur.

Münafıklar kendilerini temize çıkarmak için bin bir türlü yalan uydururlar. Sahte îmanları onları dünyadayken hep endişe içinde bulundurur. Kendilerini bir türlü güven içinde hissedemezler, kimliksiz ve kişiliksiz yaşarlar. Maskeli yüzleri vardır. Herkese ayrı bir yüz gösterirler. İkiyüzlü olmak zaten aslî yüzleridir ama toplum içinde çok yüzle dolaştıklarını da görmek mümkündür. Kendilerini âşikâr etmedikleri için sosyal hayat içerisinde müslüman muamelesi görürler. Fakat fesat isteyici ve çıkarıcı özelliklerinden dolayı toplumun huzurunu bozarlar, anarşi ve teröre sebebiyet verirler. Onlardan sakınmak ve sözlerine itimat etmemek gerekir. Bunlar İslâm dâvâsına çok zarar verirler. Hazret-i Kur’ân’ın hükmüne bakacak olursak;

“Doğrusu münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 45) buyuruluyor. İşte bu şekilde acıklı bir son onları beklemektedir.

İçinde yaşadığımız toplumda İslâmî hassâsiyetler göz ardı edildiği için, aramızda; nifak sahibi, ikiyüzlü, riyâkâr münafıklar elbette bulunuyor. Bunları yukarıda bahsedilen Kur’ânî özelliklere bakarak ayırt edebiliriz. Toplumun her sahasında onları görmek mümkündür. Bazıları Anadolu’nun mutaassıp bilinen şehirlerinde Ramazan’da oruç yiyemezler, tutuyor gibi görünürler. Bazı siyasetçileri bolca dînî terimler kullanırlar, halkın oylarını alana kadar dindar görünürler; sonra dînin esâmesini okumazlar. Kimileri müslümanların parasını almak için mukaddes Ramazan ayında gazetelerinde bol bol dînî hususlara yer verirler, sonra yine bildiklerini okurlar. Kimileri marketlerinde kasaya başörtülü kızları koyarak müslümanlardan para kazanırlar. Ölçüde, tartıda adâlet gözetmeyen münafıklar; dürüst değildirler. Müslümanlarla beraberken onlardan görünürler; onlar gidince hemen arkalarından konuşurlar, onları taklit ederler, alaya alırlar. Hattâ bunlar İslâmî cemaatlerin arasına girerek onları birbirine düşürürler. Fakat zamanla onların o maskeledikleri yüzleri ayyûka çıkar. Aslında onların tek korkuları maskelerinin düşmesidir.

Müslümanlar bu kadar menfî özelliklere sahip olan münafıkları iyi tanıyıp ona göre davranış sergilemeli, onlara makam ve mevkîleri ne olursa olsun saygı ve sevgi göstermemeli, onlarla dost olmamalıdır. Onlara önemli vazifeler vermek, itibarlarını yükseltmek, onları övmek hiç olmayacak şeylerdir. Böyle yapanlar;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerler. Biz ancak Hazret-i Kur’ân’ı ve Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ı sevenleri sever ve sayarız.

Şurası bir gerçek ki, insanı nifâka sürükleyen, münafıklığa götüren hususlar; dünyevî menfaat ve şeytânî telkinlerdir. Dünyanın fânî âhiretin bâkî olduğuna inananlar, bunlara aldanmazlar. Firâset ve basîretle toplum içinde yaşayan bu virüsleri ayırt eder ve onlardan sakınırlar. Ancak bu firâseti gösterirken de, kimseyi damgalamadan uygun ve denge içinde davranış sergilerler. Müslüman asla fesâda sebep olan şahsiyet değildir.

Bilinmelidir ki, îmân ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar sürecektir. Karşı cephenin mücadelesi, nifak üzerine devam eder. Bu cephe İslâm’ı parçalamak için müslümanların arasına nifak tohumları eker, sular, büyütür. Zaman içinde o ektikleri zehirleri, çirkin emelleri için kullanırlar. Bu olumsuzluklar tam asr-ı saâdet devrinden bu yana hep devam edegelmiştir. İşte bunlara karşı devamlı teyakkuz içinde olmak îcap eder.

Peki, buraya kadar inançsızları, münafıkları tanıyıcı bilgilendirmeler yaptık. Bizlerde bile, belki de bu bahsedilen çirkin hususiyetlerden bazıları bulunabilir Allah muhafaza-… Buna karşı bizim davranışlarımızda hangi kıstaslar olmalı ki, bu yerilen menfi durumlar bizde olmasın, şimdi de ona bakalım isteriz:

Yüce dînimiz; müslümanların yaptığı amelleri, niyetleri, ibâdetleri her dâim «ihlâs» ile yapmasını ister. Saf, temiz, içten, samimâne, riyâ ve gösterişten uzak, çıkarsız, iyi niyet ve «Hak rızâsı» ile yapılan ameller ihlâsla yapılan amellerdir. İhlâs, ruhtan kaynaklanan bir kalp hareketidir. İhlâs, ibâdet ve amelde Cenâb-ı Hakk’a yürekten bağlanıştır. Mü’min; bütün benliği ve rûhuyla kulluk yaptığında, ihlâslı bir müslümandır. İhlâslı bir müslüman her ne yaparsa «Allah rızâsı» gayesiyle yapar. O icrâ ettiklerinde ne çıkar arayışı ne de dünyevî ve maddî bir beklenti içinde olmaz.

İhlâs; fenalığı, kötülüğü, sahtekârlığı gideren bir fazîlettir. İhlâs, şeytanın kişiyi yoldan çıkarmasına engel olur. Bütün peygamberler ihlâs sahibidir. Zira onlar Hakk’ı anlatırken insanlardan hiçbir menfaat beklemezler. Onların peşi sıra gelen; Allah dostları, âlimler, ârifler, zâhidler, velîler hepsi ihlâsa büyük önem vermişlerdir. Dolayısıyla müslümanlar da söz ve davranışlarında ihlâslı olup, işlerinde «Allah rızâsı»nı gözetmek durumundadırlar.

Peygamber -aleyhisselâm-;

“Şüphesiz Allah, sadece kendi rızâsı olmayan bir amelden başkasını kabul etmez.” (Nesâi, 24) buyuruyor. İhlâsla yapılmayan ibâdet ve davranışlar riyâya kayar. Riyâ; mü’min için çok tehlikelidir, kişiyi şirke sürükler.

“Kim Rabbine kavuşmayı isterse sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdetinde (muhlis olsun) hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (el-Kehf, 110)

Müslüman mümkün olduğunca muhlis olmalıdır. Çünkü ihlâslı olmak insanı sahtekârlıktan, riyâkârlıktan, ikiyüzlülükten, gösterişten arındırır, mü’mini cennete lâyık hâle getirir.

“… Allâh’ın ihlâslı kulları müstesnâ onların hepsi (cehenneme) götürülecektir.” (es-Sâffât, 127-128)

Maalesef bugün yaşanan hayatta ona bir yüz buna bir yüz gösteren, herkese şirin görünmek için âdeta yüzüne maskeler takan sahtekâr insanlar bolca görülmektedir. Peygamberimiz -aleyhisselâm-;

“Kıyâmet gününde; Allah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını, ikiyüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar, bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.” (Buhârî, Edeb, 52)

İnsanlardan menfaat elde edebilmek için kırk çeşit kılığa girenler, zaman içinde şahsiyetlerini yitirirler. Böylesi kişiliksiz insanları çevremizde devamlı bulmaktayız, dolayısıyla günümüzde insanlarda bir şahsiyet tıkanması mevcuttur. Beğenilmeyen, yerilen davranışlar, bencillik, sahtekârlık, riyâkârlık, haset ve nifak ancak ihlâslı olmakla engellenebilir.

Yüce İslâm dîninde hedef insandır. Dînimizde insanın kâmil olabilmesi amaçlanır. Müslümanların İslâm’ın güzel ahlâkî prensipleriyle donanması için; Kur’ân ve Sünnet’in sunduğu kaideler, şahsiyet oluşumunda mükemmel katkılar sağlar. Neticede kişi; olgun bir kişiliğe sahip olur, insan ilişkilerinde ona bir çeşit sana bir çeşit sahte davranışlar değil; samimî, âdil, dürüst, çıkarsız davranışlar sergilenir. Mü’min, karşısındakine güven veren emîn bir kişiliktir. O ne yaparsa «Allah rızâsı» hedefiyle yapar, dolayısıyla bunun temelinde ihlâs vardır ve onun da özü, bozulmamış fıtrattır.

Bu konulara girmişken kısaca «riyâ»ya da temas etmeden olmaz. İhlâsın zıddı olan bu çirkin davranış, kalbin bir hastalığıdır. Kalbinde «riyâ» hastalığı bulunan kimseler; başkalarına şirin görünmek için tâbiri câizse kırk çeşit şekle girerler, sahtekâr ve ikiyüzlüdürler. Davranışları hep riyâ doludur. Hattâ Peygamber -aleyhisselâm- riyâyı gizli şirk olarak tanımlar;

“Muhakkak ki sizin için en korktuğum şey, küçük şirk yani riyâdır.” (Tirmizî, Hudûd, 24, hadis no: 1457) Amelleri riyâ ile dolu olanlar, yaptıklarını gösteriş olsun diye yaparlar. Riyâ ile amel edenlerin yaptıkları Hak katında geçersizdir. (el-Bakara, 264; en-Nisa, 38) Allah Rasûlü -aleyhisselâm- buyuruyor:

“Kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur.

Kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır.” (Müslim, Zühd, 38)

Gösteriş için namaz kılanlar, Kur’ân okuyanlar, infâk edenler, insanlara emr-i bi’l-mâruf yapıp kendileri uymayanlar riyâ ehli, sahtekârlardır. Onları Cenâb-ı Hak da, halk da sevmez.

Son olarak «niyet» konusuna da temas etmek istiyoruz. Biz müslümanların; «dîni yalnızca Allah Teâlâ’ya has kılmak» gibi bir vazifemiz vardır. Bunun için hâlis bir niyet şarttır. Hâlis bir niyetle yola çıkanlar, işlerinde bereket ve güzellik görürler. «Müslüman, dînini niyetinde özetleyen insandır.» derler. Niyeti en güzel bu sır cümle anlatır.

İnsan hayatında; boşluğun ve bereketsizliğin sebebi, niyetlerin düzgün olmamasıdır. Bugünkü yaşantı mutsuzluğu;

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1) hadîs-i şerîfinin tahakkukudur. Niyet de tıpkı ihlâs gibi kalbin amelidir. Kalp düzgün olursa niyet doğru olur. Niyet doğru olunca amel doğru olur. Doğru amel, huzur; bozuk amel, huzursuzluk doğurur. Bunlar zincirleme birbirine bağlıdır. Kısaca niyet, amelin özüdür.

Araştırmacılar niyetin terbiye edilmesini söylerler ve buna dair;

“Niyet terbiyesi, amelin îfâsı esnasında hâzır olan îmânın ve aklın kişiye kazandırdığı psikolojik şuurun adıdır.” görüşünü ifade ederler. Yani amellerin sâlih hâle getirilmesi için, çaba ve gayret gereklidir. O zaman amellerin Hak katında makbul olabilmesi için niyet terbiyesine sahip olmak şarttır. Ancak böyle bir kişi, her işinde; «Allah rızâsı»nı gözetir. Böylesi kişilerin kalp yüzü dünyaya değil âhirete çevrilidir. Sen ben kavgasına düşmezler, iyilik peşinde koşarlar, makam mansıp derdinde olmazlar, bulundukları konumda hâlisâne niyetle hayrı hâkim kılmaya çalışırlar. Ne Hakk’a ne halka kusur etmezler. Hâsılı amelleri sâlih hâle getirme gayretinde olan bu güzel mü’minler, sâlih amellerinin sayısını çoğaltırlar.

Rabbim bizleri her dâim Hakk’ı yaşayan ve Hakk’ı hâkim kılma çabasında olan ihlâslı kullarından eylesin inşâallah.