KUR’ÂN MÛCİZELERİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Kitaplara îman, altı îmân esasımızdan biridir. Bu esas, Kur’ân’ın Allâh’ın kitâbı olduğuna, ona ittibâ etmemiz ve emirlerine / yasaklarına uymamız gerektiğine inanmamızı içine alır.

Kur’ân’ın i‘câzı, yani mûcize olması da biz mü’minlerin îmân ettiği bir hakikattir. Bu i‘câzın çeşitli maddeleri vardır:

•Lisan güzelliği; muhtevâsındaki, nazmındaki, ifadesindeki tesir ve kuvvet; taklit edilemezlik.

•Gaybdan verdiği haber… Bu da üç gruptur:

➢Hazret-i Peygamber’in asla bilmediği tafsilât ve teferruatla anlatılan geçmiş zaman hâdiseleri. Âd, Semûd, Nemrud, Firavun ve benzeri tarihî bilgiler.

➢Asr-ı saâdette yaşanacağını haber verip, gerçekleşen bilgiler (Bizans’ın İran’ı yenmesi hâdisesi ve münafıkların, müşriklerin plânlarına dair verdiği bilgiler gibi)

➢Gelecek hakkında verdiği bilgiler.

İşte bu son maddenin bir şûbesi daha açılabilir:

Kur’ân’ın nâzil olduğu zaman bilinmeyen ve gelecekte insanlığın çözebildiği birtakım hakikatlere Kur’ân’da işaret edilmiş olması.

İşte bu son maddeye ekseriyâ «Kur’ân mûcizeleri» ismi veriliyor. Mü’minler, kalbe itmi’nan veren bu güzel sürprizleri seviyorlar. Bediüzzaman i‘câzın birçok nevine temas ederek şöyle diyor:

“(Kur’ân) her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur’ân, bir hutbe-i ezeliyye olarak umum asırlardaki umum tabakāt-ı beşeriyyeye birden hitap ettiği için, öyle daimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır.” (25. Söz)

Günümüzde ateistlerin, deistlerin ve tarihselcilerin «Kur’ân mucizeleri»ne karşı büyük bir karşı çıkışları mevcut. Bunların yakıştırma, uydurma ve abartı olduğunu iddia ediyorlar.

Ateistlerin karşı çıkması gayet tabiî… Reddettiği ilâhın, kabul etmediği kitâbının, istikbaldeki hakikatlere asırlar öncesinden işaret etmiş olduğu meselesi; ateizme büyük bir cevap ve karşı delil. Bu sebeple onları çürütmeye çalışması normal.

Deistlerinki de gayet anlaşılır. Çünkü deizm; yaratıcı bir tanrıyı güya kabul edip, onun gönderdiği din ve kitâbı reddetmek demek oluyor. Dolayısıyla Kur’ân’ın hâlâ kendini ispatlayan bir i‘câzının olması deizmi çürütür. Dolayısıyla, deist de bunu istihfâf ediyor, reddediyor…

Ya tarihselci?

Tarihselci, acınacak bir şekilde niçin ateist ve deistlerle ağız birliği içine giriyor da Kur’ân’ın Allah katından geldiğine işaret olarak ortaya konan hakikatlere burun kıvırıyor?

Onlar, gerçek niyetlerini saklayarak şöyle îzah ediyorlar:

“Bunlar zorlamadır, böyle gerçek olmayan yorumlarla Kur’ân’ı ispatlamaya çalışmak beyhûdedir. Kur’ân’ı selef nasıl anladıysa öyle anlamak zorundayız vs.”

Fakat asıl niyet şu:

Tarihselcinin iddiası nedir? Kur’ân -hâşâ- Peygamber dönemindeki problemleri çözmek için inmiş, o devirdeki meselelere, o devrin imkânları içinde çözüm getirmiş bir hitaptır.1 Dolayısıyla, Kur’an’ın ahkâmı tarihselcilere göre -hâşâ- kıyâmete kadar geçerli değildir.

Fikir bu olduğuna göre; Kur’ân’ı her asırda tazeleyen mûcizeler, elbette bu iddiayı çürütür. Yani Kur’ân’ın tabiattan, insan yaratılışından, sütten, baldan bahseden ifadeleri dahî kıyâmete kadar geçerli ise, ahkâmı nasıl geçerli olmaz?!.

Burada şunu da ilâve edelim:

Kur’ân’ın ahkâmının kıyâmete kadar geçerli olduğunu ispatlamak için, ilmî mûcizelere hâcet yoktur. Bu ahkâmın isabetli oluşu asıl kendi sahasında ispatlanır. Fakat tarihselcinin, bunlar karşısındaki alerjisini ortaya koymak bakımından bu tespit mühimdir.

Şimdi Kur’ân mûcizelerini reddetmek için ileri sürdükleri iddiaları ele alalım:

•Kur’ân mûcizeleri zorlama mıdır?

Kur’ân mûcizeleri olarak ortaya konan birçok misal vardır. Baştan ifade etmeliyiz ki bunların büyük kısmı «işaret» cinsindendir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in asırlar öncesinden henüz toplumun hiç bilmediği birtakım gerçekleri sarih / apaçık bir şekilde dile getirmesi, o gün için Kur’ân’ın istihfâf edilmesine sebebiyet verirdi.

Düşünelim: Hâlâ dünyanın düz olduğunu savunan ve bu iddialara; «Acaba?» diye kulak kabartan yüz binler var. Kur’ân-ı Kerim; «Şu üzerinde yürüdüğünüz arz, gökte bir yuvarlak küredir.» diye apaçık söylese, nasıl bir itirazla karşılaşırdı bir düşünelim.2

Bu sebeple sarâhaten; «Yuvarlaktır.» demediyse de, gece ve gündüzün ardı ardına gelişinden bahsederken «tekvîr / dolamak» fiilini kullandı ki, bu fiil yuvarlak şeyler için kullanılır. (ez-Zümer, 5)

Yine sabit görünen dağların aslında bulutlar gibi hareket ettiğini ifade etti ki, insanın fark etmediği eksen etrafında dönüşe bir işaret olarak kabul edilmektedir. (en-Neml, 88)

Ayrıca insanın Allâh’a, Rasûlü’ne ve kitaplarına inanması bir imtihandır. Bu sebeple çok kat‘î, çok sarih ve muhafaza edilebilir şekilde muhatapları teshir edecek tarzda devamlı bir mûcizenin olması, imtihana aykırı olurdu. Görürüz ki, hissî (müşahhas, duyularla algılanır) mûcizeler de bir müddet müşâhede edildikten sonra ortadan kalkar. Onu bizzat görenlerin bir kısmı da; “Bize sihir yaptın, gözümüzü boyadın.” vs. diyerek yine inkâr yolunu tutabilirler.

Bu sebeple Kur’ân mûcizelerinin hepsi aklî ve vicdânîdir. Şeytânî şüphelerden, nefsânî vesveselerden kurtulmuş bir akıl ve vicdan için iknâ edici burhan ve hüccetlerdir. Fakat 2×2=4 kat‘îliği ve itiraz edilemezliği içinde değildirler.

Nitekim Kur’ân’ın bu vicdânî delilleri münkirler tarafından sürekli itirazlar ve farklı ihtimallerle savuşturulmaya çalışılmıştır.

Meselâ ümmî, 40 yaşına kadar hiç şiir söylememiş, hiç liderlik ve yol göstericilik hareketlerine girişmemiş fakat yalanına hiç şâhit olunmayan, örnek ahlâklı dürüst bir insanın, ânîden;

“Allâh’ın Rasûlü’yüm. Bana vahyolunuyor!” diyerek ortaya çıkması ve dinleyenleri tesiri altına alan, kıymetli, güzel hakikatleri üstün bir belâgatle söylemesi «düşünen, akleden kimseler için» tek başına burhandır, delildir. (Yûnus, 16; Yâsîn, 69; et-Tekvîr, 22)

Fakat itiraz edenler;

“Belki başkasından öğrendi, belki cinlendi, belki delirdi, belki kâhin olmaya heves etti, belki sihre yakalandı.” tarzında çeşit çeşit şüphe ve vesvese temelli itirazlar ileri sürdüler. Psikolojik olarak; atalarının dînini savunmak, haset (bir yetime tâbî olmak istememek) gibi engelleri de bu vesveseleri üretmelerine yardımcı oldu.

Yani Kur’ân mûcizelerinin apaçık, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kadar sarih ifadeler ihtivâ etmesini beklemek doğru değildir.

Fakat böyle olmamaları, bu minvalde ileri sürülen mûcizelerin hepsinin zorlama ve yakıştırma olduğu mânâsına da gelmez.

Ateist ve deistler; Kur’ân’ın Allah katından olduğunu kabul etmediklerine göre, onları bir tarafa koyalım. Fakat tarihselcilere sorulması gereken bir sual var:

•Kur’ân’da bu tarz yorumlanabilir ifadeler niçin yer almıştır?

Evet, Kur’ân i‘câzının yanında îcâza (sözü uzatmadan özlü söyleyiş) da sahiptir. Yani hacmi çok geniş tutulmamıştır. Kur’ân birçok hususta kendisi teferruata girmez. Kıssalarda hisseyi öne çıkarır.

Fakat bir de bakarsınız ki, Nuh -aleyhisselâm- veya Ashâb-ı Kehf’in kalış sürelerini küsuratlı rakamla veriyor. İşte bir müslüman orada durur. Orada, kıssalarda görülen «teferruattan uzak durma» esası terk ediliyor ve bir işaret veriliyor. Bugünün bilim dünyası 950 senelik ömür mevzuuna kapalı. Tarihselci bunu, Kur’ân’ın da tekrarladığı bir efsane olarak addedip geçiyor. Fakat biz, Kur’ân’da geçen hakikate îmân ediyoruz. Bir gün insan ömrü uzatılmaya muktedir olunursa veya geçmişte uzun ömürlü insanların yaşadığı çeşitli yollarla tespit edilirse, haklı olarak; “Bu, Kur’ân’da geçiyordu!” diyeceğiz. Bunu söylerken de asla zorlama yapmış, yakıştırmış, hazıra konmuş vs. olmayacağız. “Azîm olan Allah doğru söyledi!” sözümüzü tasdik etmiş olacağız.

Diyorlar ki: Kur’ân’da böyle mânâlar aramak, batı karşısında geri kalmanın neticesinde, bir tür cevap verme psikolojiyle ortaya çıktı. Kısmen doğru olabilecek bu iddianın genellenmesi doğru değildir.

Kur’ân’ın bizzat kendisi, bu tür araştırmalara davet ediyor. Fahruddin Râzî’nin (ö. 606/1210) geniş tefsiri, devrinin ilmî malûmatıyla doludur. Onun zamanı batının bize galebe çaldığı bir zaman değildir.

Ashâb-ı Kehf’in mağarada kalış süresi Kehf Sûresinde mânidar bir şekilde, iki kademeli olarak verilir:

“Yine bir kısmı; «Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldı.» dediler; bir kısmı da buna dokuz sene daha ilâve ettiler.” (el-Kehf, 25)

300 şemsî yıl, 309 kamerî yıla tekabül ediyor.

Kur’ân’ın ifadesi ortada. Burada bir zorlama yok. Peki, bunların İslâm’a pozitivizmin saldırısından sonra, savunma psikolojisiyle ortaya atıldığı iddiasına reddiye olarak şu iktibası sunalım:

“Anlatıldığına göre bir hıristiyan adam, İslâm âlimlerinden birine;

«Bizim bilgimize göre [bu süre] üç yüz, sizin hesabınızda üç yüz dokuz senedir.» demiş, âlim de iki hesap usulü arasındaki farklılığı ona açıklamış ve bunun üzerine adam İslâm’a girmiştir.”

Bu satırlar, Endülüslü muhaddis İbn-i Dıhye’nin (ö. 633/1235) et-Tenvîr fî Mevlidi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eserinden. (haz. Nevzat ERKAN, Ahmet İhsan DÜNDAR, s. 165, Bursa Akademi, Bursa, 2020)

Yani bu tür tevillerin i‘câz-ı Kur’ân için değerlendirilmesi, sadece son asırlara ait bir hâdise değil!..

Kompleks ve savunma suçlamasına dayandırılarak yapılan itirazlardan biri de şudur:

•Madem Kur’ân bütün buluşları önceden söylemiş, müslümanlar önce davransın da o keşifleri, o îcatları gayr-i müslimlerden önce bulsunlar!..

Evvelâ bu itirazları dile getirenler, 17’nci-18’inci asır sonrası müslümanların gerilediği dönemin aşağılık kompleksinden bir çıksınlar ve biraz daha geriye «İslâm’ın Altın Çağı» denilen dönemlere bir gitsinler ve o dönemlerde ekvatoru hesaplayan Bîrûnîlerle, mekaniği kuran Ebu’l-İzlerle bir tanışsınlar. Teknolojiyi kullanan ve geliştiren Fatihleri, Yavuzları görsünler.

Onlar bu buluşları âyet âyet Kur’ân’dan bulmadılar. Fakat Kur’ân’ın tabiata, kâinâta ibret ve tefekkür nazarıyla bakmayı emreden âyetlerinin meydana getirdiği hür ortamdan istifade ettiler. Birçok hakikatperver batılı da, «Avrupa Rönesansı»nın ondan önceki «İslâm Altın Çağı»na çok şey borçlu olduğunu takdir ve itiraf eder.3

İslâm geri bırakmadı. Tam tersine İslâm’ın getirdiği güç ve refah, sonraki nesiller tarafından rehâvet ve tembellik olarak kötüye kullanıldı, bu dönemde Avrupa’ya sıkışan hıristiyan dünyası ise coğrafî keşifler ile bu darboğazdan çıkmaya zorlandı ve terazinin ters kefeleri gibi müslümanlar geriledikçe onlar zâhiren ilerledi.

Ayrıca buluşlar bütün insanlığın ortak malıdır. Günümüzün en ileri teknolojisi; Harizmî’nin adını taşıyan algoritmalara, Câbir’in adını taşıyan cebire borçlu değil midir? Elbette Hint’in bulduğu onluk sisteme, Bâbillinin geliştirdiği matematik vb. temellere de…

Bu sebeple; «Madem Kur’ân’da vardı, müslümanlar bulsaydı ya…» itirazları boştur. Buna şöyle de itiraz edebiliriz:

İşte Süleyman kıssasında henüz keşfedilmemiş türlü hârikalar zikrediliyor:

•Hayvanlarla iletişim ve onları farklı şekilde istihdam.

Tarihselcilerin de diğerlerinin de elini tutan yok. Buyurun çalışın.

Nitekim beyin üzerine yapılan elektromanyetik çalışmaların ilerlemesiyle hayvanların davranışları daha ileri seviyede okunur ve sese dönüştürülebilir. Bugün bile bu sahada alınan seviye var.4 Yarın kim olursa olsun; “Kuşların dilini çözdük.” dediğinde biz; “Bu Kur’ân’da vardı.” dersek yakıştırma mı yapmış olacağız?

Yine Kur’ân’da Belkıs’ın tahtının getirilmesi, teleportation / ışınlama olabilir. Bugün bilim kurgu romanları, senaryoları bunlarla dolup taşıyor. Lâboratuvar ortamında mikro seviyede bunun gerçekleştirildiğine dair bilgiler de mevcut.5 Şimdi; “Kur’ân’da ışınlama geçiyor.” dediğimizde zorlama mı yapmış olacağız?

İnsanlık uzaya açıldığından beri dünya dışı medeniyetleri arıyor. Hattâ geçmişte nasıl yapıldığına hayret edilen bazı binalar vs. için de;

“Acaba geçmişte insanlık başka medeniyetlerden yardım mı aldı?” yorumları yapılagelmiştir. Tıpkı Süleyman -aleyhisselâm-’a cinlerin musahhar kılınmış olması fakat onun vefatından sonra hizmetin sona ermesi bilgisinde olduğu gibi. Eğer istikbalde bulunursa; “Kur’ân’da cinlerle buna işaret edilmişti.” dersek zorlama mı yapmış olacağız?

Yine de zorlama ve yakıştırma suçlamalarını tamamen reddetmeyiz. Zira bu sahada gerçekten zorlama yapanlar var. Henüz ilmî olarak da netleşmemiş hususları Kur’ân’da arayan ve bulamayınca da yakıştıranlar var.6

Geçmişte de hurûfîlik, bâtınîlik gibi yollarla Kur’ân’a söylemediği şeyleri söyletmeye çalışanlar oldu. Fakat ifrâta düşenleri reddedelim derken, tefrite düşmek yani Kur’ân’ın ilmî hiçbir şey söylemediğini iddia etmek de doğru olmaz.

Vücûhun Varlığı

Yakıştırma iddialarının bir sebebi de Kur’ân’da «vücuh» denilen farklı mânâlara gelebilen kelimelerin varlığıdır. Hâlbuki Kur’ân’da böyle kelimelerin varlığı, Kur’ân’ın bir mânâ derinliğidir.

Zaten bu çok mânâlılık sayesinde, bu ifadeler asırlarca diğer mânâlarla anlaşılabilmiştir. Aksi takdirde ikinci mânâ anlaşılıncaya kadar o ifadenin anlaşılamaması gerekirdi. İkinci mânâ anlaşıldığında da birincisi iptal olmuş değildir.

Meselâ;

“Semâyı genişleticiyiz.” (Bkz. ez-Zâriyât, 47) diye meallendirilen âyetteki «mûsiûn» ifadesi; “Zenginiz, sınırsız güç ve kudret sahibiyiz.” mânâlarına da gelir. Bazı müfessirler bu mânâyı vermiştir.

Fakat etbâu’t-tâbiînden İbn-i Zeyd (ö. 182), doğrudan; “Semâyı genişletiyoruz.” mânâsında olduğunu ifade etmiştir. (Mâverdî, en-Nüketü ve’l-Uyûn, Zâriyât, 47) Yani 20’nci asırda kâinâtın genişlediği anlaşılmadan asırlar önce İbn-i Zeyd bu mânâya ihtimali olduğunu söylemişti. Yani bu meal bir zorlama veya yakıştırma ile verilmiyor. Tâbiîn asrından beri bilinen ve lügat mânâsının asla zorlanmadığı bir tefsir.

Biz bunu göreceğiz ama tarihselciler gücenmesin diye görmezden mi geleceğiz?

“Yer ve gök bitişikti. Sonra Biz onları ayırdık.” (el-Enbiyâ, 30) şeklinde meâli verilen âyet-i kerîmedeki ifadelere de; “Yağmur yağmayan, bitki bitirmeyen vaziyetteydi, yağmur ve bitki nasip ettik.” mânâsı verenler olmuş. Ancak ilk şeklinde anlayan selef âlimi, daha fazla (Bkz. Taberî, Tefsîr, Enbiyâ, 30).

Hicrî birinci, ikinci asrın müfessirleri hangi kompleksle yaptılar bu yorumları? Tarihselciler; birinci sanki hiç söylenmemiş, bunları ancak aşağılık kompleksiyle bugün söylüyormuşuz gibi iftiralar atıyorlar.

Asıl can alıcı mesele:

Kur’ân mûcizelerini tenkit eden tarihselcilere sorun:

“Peki siz Kur’ân’da anlatılan diğer mûcizelere inanıyor musunuz? Asânın ejderhâ olması, denizin yarılması, dağdan bir devenin çıkması… Bunları hakikat kabul ediyor musunuz?”

Eğer bunlara da efsane-masal diyorlarsa, (ki diyorlar) Kur’ân’ın kevnî mûcizelerini tenkit etmeye sizce hakları var mı? Artık onların bu vadide sözlerine kulak verilebilir mi?

Adam kabul etmemeyi baştan şart koymuş. Bin dereden su getirilecek, o mûcize reddedilecek. Çünkü Kur’ân metninin kıyâmete kadar geçerli ilâhî ve âlemşümul bir kanun olduğu hakikatine hizmet eden her şeyi çürütmeyi kendine bir borç bilmiş.7

Kur’ân ne kitabı?

Kur’ân mûcizelerine itiraz ederken çok dile getirilen bir ifade var:

“Kur’ân bilim kitabı değildir. Fen kitabı değildir. Uzay kitabı değildir vs.”

Peki, Kur’ân-ı Kerim, ne kitabıdır?

“Hidâyet kitâbıdır.” diyorlar. Güzel, fakat o hidâyetin içinde; îman, amel, ahkâm, muâmelât, ukûbat var mı?

Tarihselci yine minderden kaçıyor. Hayır onların hidâyetten anladığı da şöyle; «ilham vermek» o kadar.

O hâlde söylemekten çekinmeyeceğiz:

Bir mü’min için; “Kur’ân, her şeyin kitâbıdır.” Onda embriyolojiden astronomiye birçok hakikatten bahis vardır. Tarih vardır, psikoloji vardır, sosyoloji vardır. Hukuk vardır, iktisat vardır, adâlet vardır.

Kur’ân’ın temel mevzularının olması, diğer mevzulara asla girmediği ve onlara niyet etmediği mânâsına gelmez. Bilâkis temel mevzular, alt dalları itibarıyla her şeyi ihtivâ ederler. Bu sebeple «siyak / sözün akışı» farklı diye, orada geçen hakikati reddedemeyiz.

Kur’ân temas ettiği her hususun kitabıdır. Çünkü o Yaratıcı’nın katından gelmektedir. Ancak, kâinat kitâbı da Hakk’ın diğer bir kitâbı olduğu için ikisi arasında bir tezat meydana gelmeyeceğini kabul ederiz.

“Kur’ân fen kitabı değildir.” sözünü şu mânâda elbette kabul etmeliyiz: Kur’ân fen bilimlerinde ne varsa her şeye temas etmek zorunda değildir. “Kur’ân’da niye dinozorlardan bahsedilmiyor?” diye soran adamlara; “Evet, Kur’ân bir zooloji kitabı değildir. Bir hayvanlar albümü değildir.” diyeceğiz.

«Kur’ân Mûcizeleri» aslında başlı başına bir çelişmeme, bir çürütülmeme mûcizesidir. 15 asır öncesine ait bir kitap. İçinde yer, gök, yıldız, yağmur, hayvan, bitki, tarih, insan her şey var. Üstelik bu kitabın, Yaratıcı’nın lisânından ifade edilmek gibi bir iddiası var. Bunca asrın geçmesiyle birçok açıdan açıklar vermesi beklenirken, o tutuyor bir de mûcizeler gösteriyor!..8

İşte ateisti, deisti çıldırtan da bu. Ama ya tarihselciye ne oluyor? O da kendini bir zahmet sorgulasın.

Meselenin; din ile bilimi karşılaştırıp, bilimi önde tutma gibi bir sakatlıkla da alâkası var. Dînimizin yüce kitâbını; bilimden anlamaz, tarihi bilmez, biyolojide hayâlî hikâyeler anlatır gibi tezyif ederek, bütün bu sahalardan dışlamak istiyorlar. Bilhassa dert, Kur’ân’ı «hukuk» gibi asıl mecrâında gayr-ı ilmî göstermek ve dîni sadece ferdî hayata hapsetmektir.

Hâlbuki yukarıda söylediğimiz gibi; Allâh’ın sanatı olan kâinât ile, Allâh’ın kelâmı olan Kur’ân arasında bir problem, bir tezat meydana gelmez. Ortaya öyle bir şey çıkıyorsa, onun sebebi, ancak iki taraftaki insânî unsurların müdahalesidir.

Kur’ân mûcizeleri sahası, yapılan tenkitlerden yararlanarak zorlamalardan uzak durup, ihtisas sahiplerinden destek almalıdır.

Son söz:

Bilim ne ki? Kur’ân’ın arkasında emekleyen, her gün bir sürü yanlışını düzelte düzelte ilerleyen insânî bir faaliyet! O kadar…

________________________________

1 «Kitaptır.» bile demezler. Çünkü kitap gelecekte de okunsun diye yazılır. Hitap olduğunu vurgulamaları, sadece «mahallî ve tarihî» vurgusunu pekiştirmek içindir. Evet, Kur’ân hitap üslûbunun sıcak ve tesirli yapısını kullanmıştır. Sebeb-i nüzûl, nesih, Mekkî-Medenî ayrımı, ittifâkî kayıt-ihtirâzî kayıt gibi gerçekler Kur’ân’da Hakk’ın murâdını anlama gayretlerinde göz önünde bulundurulmalıdır. Fakat o, aynı zamanda kitaptır. Kıyâmete kadar insanlığa yol gösterecek yegâne kitaptır.

2 Nitekim; “Zira o (zakkum), cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır.” âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda zakkum ağacı hakkında; «Ateşte ağaç mı biter? Ateş ağacı yakar!» gibi alay ve itirazları oldu. (Taberî, Tefsîr, Sâffât, 64) İnsan hep aynı, müşahede alanına girmeyen her şeyi inkâr yolunu tutuyor.

3 Sigrid Hunke ve nicelerinin itiraf ettiği bu hakikati, Fuad SEZGİN de bir ömür zapta geçti.

4 https://tr.sputniknews.com/bilim/202007031042378099-japonyada-insan-ve-hayvanlarin-iletisimi-icin-cihaz-gelistiriliyor

5 https://medium.com/@lagaribey/zamanda-yolculuk-b93ab4aa8162

6 Meselâ Talâk Sûresi son âyette, yedi arz yaratıldığından bahsedilmektedir. Bundan paralel âlemler mânâsı çıkaranlar olmuştur. Fakat çoğu âlime göre bu arzlar, gezegenler veya mevcut arzın tabakalarıdır. Günümüzde insanlığın taşınılabilecek, dünya gibi bir gezegen arayışı sürüyor. Evet tarihselciler hazır ve hazımlı olsunlar, insanlık başka gezegenlere taşınabilirse; “O da Kur’ân’da vardı.” diyebileceğiz!..

Müfessir Elmalılı’nın «fâre’t-tennûr / tandır kaynadı» ifadesini zâhire yorarak Nûh’un gemisinin buharlı gemi olup olamayacağını sorgulaması da bu zorlamaya misal verilebilir.

7 Câlib-i dikkattir ki; tarihselcilerin ataları diyebileceğimiz Mûtezile de, i‘câzı destekleyen bir hakikat olarak, Kur’ân’ın meydan okuması karşısında müşriklerin aczini, «sarfe» görüşüyle sabote etmeye çalışmıştı. Bugünkü torunları da Kur’ân’ın ilmî mûcizelerini iptale uğraşıyorlar. Nedir bu insanların derdi?

8 Kur’ân’ın açığını arayanlar hep oldu. Ateist jeolog demekle yetineceğimiz rezil bir ekran meşhuru da, Kur’ân’da; «Dağların sarsıntıyı önlemeye mâtuf çakılmış kazıklara benzetilmesini» tenkit etmeye kalktı. «Dağlar depremleri hafifletmez.» dedi. O hâlde anlıyoruz ki, Kur’ân’ın ilmî mûcizeleri, ihmal edilecek bir saha değildir, hattâ Kur’ân’ı müdafaa için bir zarurettir.

Burada bir soru: Modernistler mi daha tehlikeli, tarihselciler mi? Bir modernist ve hadis düşmanı olan Edip YÜKSEL, bu ateist jeologa cevap vermek için çırpındı. Jeologlarla mülâkatlar yaptı ve Kur’ân’ı tasdik ettirdi. Ya tarihselciler? Kenarda ellerini ovuşturdular. Çünkü onlara göre, Kur’ân, devrinin telâkkîsine göre -hâşâ- yanlış da söyleyebilir! Allah hidâyet versin.