HAKKI TEVZÎ ve TAVSİYE

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

KEFÎLİN HAK OLURSA!

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu kıssayı anlattı:

“İsrâiloğulları’ndan bir kimse, arkadaşından bin dinar borç talep etti.

O ise;

«–Bana şâhitlerini getir, onların huzûrunda vereyim, şâhit olsunlar!» dedi.

Borç isteyen kişi;

«–(Fânîlerden şâhidim yok.) Şâhit olarak Allah yeter!» dedi.

Borç verecek olan kimse de;

«–Öyleyse buna kefil getir.» dedi.

Borç isteyen kişi;

«–Kefil olarak Allah yeter!» dedi.

Borç verecek olan şahıs;

«–(Haklısın!) Doğru söyledin!» dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi.

Adam, deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla; geri dönmek üzere, bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine çaresizlik içinde bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı, sahibine hitâb eden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da deniz sahiline gelip;

«–Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhit istediğinde ben;

‘Şâhit olarak Allah yeter!’ demiştim. O da şâhit olarak Sana râzı oldu.

Benden kefil isteyince de;

‘Kefil olarak Allah yeter!’ demiştim. O da kefil olarak Sana râzı olmuştu.

Ben ise şimdi; bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Onu Sana emânet ediyorum!» dedi ve odun parçasını denize attı. Odun, denizde akıp giderek gözden kayboldu.

Bundan sonra adamcağız; oradan ayrılıp, kendini götürecek bir gemi aramaya devam etti.

Bu arada borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemekteydi. Gemi yoktu ama, içinde parası bulunan odun parçasını gördü. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca para ve mektupla karşılaştı.

Bir müddet sonra borç alan kimse de (bir gemi buldu ve memleketine) geldi. (Odun parçası içinde gönderdiği parayı alacaklısının almamış olacağı ihtimâli ile derhâl) bin dinarla adama uğradı ve;

«–Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım.» dedi.

Alacaklı sordu:

«–Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?»

Öbürü cevap verdi:

«–Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim.»

Alacaklı dedi ki:

«–Allah Teâlâ Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı, senin yerine (bana) ödedi (yani ihlâsın mukabili Cenâb-ı Hak sana kefil olarak bana ulaştırdı.

Dolayısıyla şimdi getirdiğin bin dinar da sana kaldı. Bu vesileyle huzur içinde) bin dinarına kavuşmuş olarak dön!»” (Buhârî, Kefâlet, 1; Büyû, 10)

HİSSELER

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in anlattığı bu ibretli hâdisede; bir mü’minin gerek Allah Teâlâ’nın hakkını, gerekse mü’min kardeşinin hakkını îfâ için gösterdiği samimiyeti ve gayreti temâşâ etmekteyiz. Bu samimiyetin mükâfâtı olarak da nâil olduğu yardımı görmekteyiz.

Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde;

“İnsan elbette hüsrandadır / zarar ve ziyandadır!” buyurduktan sonra, ancak şu şartları yerine getirenlerin zarardan kurtulacağını beyân eder:

•Îmân edip sâlih ameller işlemek.

•Hakkı ve sabrı (yaşamak ve) birbirine tavsiye etmek.

Üzerimizdeki «hakk»ın îfâsı ve tevzîi çok geniş bir husustur. Hak mefhumunu beş kısımda mütâlâa edebiliriz:

BİRİNCİ HAK:
RABBİMİZ’İN HAKKI

Hakkın îfâsı ve tavsiyesinde en başta gelen, birinci hak, Rabbimiz’in hakkıdır.

Zira Cenâb-ı Hak; bizi yoktan var etti, insan olarak dünyaya getirdi. Göklerde ve yerde ne varsa, bizim için yarattı. Sayamayacağımız kadar çok maddî ve mânevî nimetlerle bizleri perverde eyledi.

İnsanın bunca nimet karşısında şükretmesi; yani, hayatını Cenâb-ı Hakk’ın istediği muhtevâda, ilâhî tâlimatlar istikametinde yaşayarak, Allâh’a dost olma yolunda mesafe katetmeye çalışması elzemdir.

Yukarıdaki kıssada da borçlu mü’min; Allâh’ı şâhit ve kefil gösterdiği için, parayı denize atmak pahasına da olsa, sözünü yerini getirme azim ve kararlılığı gösterdi.

Çünkü mü’minler yeryüzünde Allâh’ın şâhitleridir. Doğru sözleriyle, sâlih amelleriyle, hakkāniyete uyan muâmelâtlarıyla ve güzel ahlâklarıyla Allâh’ın dînini en güzel şekilde temsil etmeleri îcâb eder.

İKİNCİ HAK:
RASÛLULLÂH’IN HAKKI

Üzerimizde Rabbimiz’den sonra, en çok Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hakkı vardır.

Peygamber Efendimiz’in ümmetine olan şefkat ve merhameti; bir anne-babanın, evlâdına olan şefkatinden daha yüksek ve ileri idi. Ümmetinin açlığı, ızdırâbı ve sıkıntısı; O’na kendi açlığını, kendi ızdırâbını unuttururdu. Ümmetinin müşkil durumda kalması, zulüm ve çile içinde bulunması; O’nun gönlünü dilhûn ederdi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bin bir meşakkate tahammül ederek bize hak dîni tebliğ etti. Bize Allâh’ın âyetlerini okudu; Kitap ve hikmeti tâlim etti, tezkiye buyurdu. Her neye muhtaç isek, onu O’ndan öğrendik. Mehmed Âkif ne güzel söyler:

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab! Bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmak meccânen nâil olduğumuz muazzam bir nimet. Bu nimetin şükrü için, O’na lâyıkıyla ümmet olmaya gayret etmemiz ve sünnet-i seniyyesine sarılmamız lâzımdır.

Üzerimizde böyle büyük bir hakkı bulunan Peygamber Efendimiz’in bizden arzusu şudur:

“Sakın (günah işleyerek, kıyâmet günü) yüzümü kara çıkarmayın!.. (Beni üzmeyin, mahcup etmeyin, beni sevindirin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

ÜÇÜNCÜ HAK:
MÜ’MİN KARDEŞLERİMİZİN HAKKI

İnsan yalnız yaşayamaz. İstîdatlar farklı farklıdır. Herkes istîdâdınca birtakım vazifeleri üstlenir ve toplum meydana gelir. Dolayısıyla herkes birbirine muhtaçtır. İhtiyaçlar maddî ve mânevîdir. Fakir zenginin maddî yardımına muhtaçtır, zengin de fakirin duâsına muhtaçtır.

Cenâb-ı Hak, mü’minleri birbirine zimmetlemiştir. İslâm toplumundaki her fert, diğer fertlere karşı mes’ûliyet taşır. Kimse ümmetten bîgâne yaşayamaz.

Anne-baba, zevç-zevce, evlât, akraba, komşu, emri altındakiler, satıcı-müşteri, âmir-memur, ortak olmak gibi her vaziyet ve makam, irtibatlı olunan kişiler üzerinde husûsî mes’ûliyet ve haklar meydana getirir. Bunların hepsine «kul hakları» denilir.

Cenâb-ı Hak da, Mahkeme-i Kübrâ’da hak sahiplerini karşı karşıya getirecek ve âdil bir muhakeme tesis edecektir. Kul hakkı terettüp ettiği zaman, onu ancak hak sahibi affedebilir. Allah yolunda canını veren şehîdin dahî bütün günahlarının affedileceği bildirilirken, kul hakları istisnâ edilmiştir.

Hak meselesi asla küçük görülmemelidir:

•Trafikte bir kişinin, başka arabaları kaidelere muhalif şekilde sollaması da hak meydana getirir.

•Alt katta oturan komşunun camını yahut balkonunu kirletecek şekilde pencereden kilim silkelemek de hak meydana getirir.

•Havâî fişeklerle, yüksek sesli hoparlörlerle komşuları rahatsız etmek; kul hakkı meydana getirir.

•Dedikodu, lâf taşıma, tecessüs kul hakkıdır.

Bütün bu haklarla mahşer yerinde karşılaşılacağı unutulmamalıdır. Kul haklarına riâyet hâlinde, titiz ve takvâlı bir hayat yaşamak her mü’minin fârikası olmalıdır. Eğer bir hakka girildiyse, mutlaka sahibiyle helâlleşilmelidir. Bu hususta, mahcup duruma düşmek endişesi duyulmamalıdır zira hadîs-i şerifte buyurulur:

Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa, onu hemen ödesin;

Dünyada rüsvâ olurum demesin!

İyi biliniz ki;

Dünya rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir.” (İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 191)

Eğer hak sahibi vefât etmiş yahut kendisini bulmak mümkün değilse, onun adına hayır-hasenatlar yapılmalı ve istiğfâr edilmelidir.

Rasûlullah Efendimiz; hakkāniyet ve adâleti en zirvede gözettiği hâlde, helâlleşmenin ehemmiyetini bize göstermek için, vefâtına yakın günlerde herkesin olduğu bir meydana çıkarak şöyle buyurdu:

“Nihayet ben de bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir.

Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun!

Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in son nefesinde de ümmetine vasiyetleri, emirleri altındakilerin haklarına riâyet etmeleri olmuştur. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Muâmelâtta yani insanların birbirleriyle olan alışveriş, kira, ücret ve benzeri münasebetlerinde; kul haklarına çok titizlik göstermek îcâb eder. Yukarıda anlatılan kıssada da, kişi borç aldığı kişiye söz verdiği vakitte borcunu ödemek için büyük gayret sarf etmiştir.

Bu vesile ile karz-ı hasen üzerinde duralım:

KARZ-I HASEN’İN EHEMMİYETİ

Cenâb-ı Hak, kullarını birbirlerine muhtaç kılmış ve birbirlerine zimmetlemiştir.

Maddî bir ihtiyacı olan kişi; imkânı olunca geri ödeyebileceğine inanıyorsa, karşılıksız bir yardım almak yerine, mü’min kardeşinden ödemek üzere borç almak ister. Bu noktada, imkân sahibi olan mü’min kardeşinin de, onun bu borç talebini kabul etmesi bir fazîlet olur.

Dar vaziyetteki kardeşine ödeme zamanını sıkıştırmadan borç vermeye, «karz-ı hasen» denir. Karz-ı hasen; yerine göre, sadaka vermekten daha fazîletli olur.

Dînimizde fâiz yasaktır. Bu sebeple; mü’minlerin nakdî ihtiyaçlarını çözmek, insanları günaha düşmekten de koruyacaktır.

Günümüzde maalesef insanlar arasında itimat öyle azaldı, hodbinlik (bencillik) ve cimrilik öyle yayıldı ki; kimse kimseden borç istemiyor da bankalardan kredi alıp fâize bulaşıyor. Maalesef pek çok insan; kredi kartlarıyla ay sonunda ödeyemeyeceği kadar alışveriş yapıp, borç biriktiriyor, fâize saplanıyor.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim darda kalmış (borçlu) bir kimseye kolaylık sağlarsa, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık sağlar.” (Müslim, Zikir, 38)

Buna karşılık; borç alacak kişiler de gereksiz yere, israf ve lüzumsuz harcamalar için borca girmemeli, borcunu ödemeyi sebepsiz yere asla geciktirmemeli, vâdesine riâyet etmelidir.

BORÇ AHLÂKI

Kıssada; borç alan kişi, gemi bulamamasına ve arada koca bir deryâ bulunmasına rağmen, borcunu ödemek husûsundaki samimiyeti sebebiyle, parayı bir tahtaya koyup denize bırakır. Cenâb-ı Hak da, onu alacaklıya ulaştırır.

Bu kişi; «Para denizde kaybolur gider.» dememiş, gemi buluncaya kadar vâdeye riâyet edememenin meydana getireceği kul hakkını elinden gelen bir yolla gidermeye çalışmıştır.

Günümüzde; «İşlerim bozuldu.» vb. mazeretlerle borçlarını ödemeyip birçok alacaklısını mağdur etme yoluna gidenlerin olduğunu üzülerek görmekteyiz. Bu menfî misaller sebebiyle, kimse kardeşine borç vermez, vâdeli satış yapmaz hâle gelmekte; bu da İslâm toplumu için hiç arzu edilmeyecek bir manzara arz etmektedir.

Alacak-verecek meselesinde iki taraflı anlayış, ihlâs ve denge içerisinde olmak lâzımdır. İşin içine sû-i istimal girmediği müddetçe, Allah her iki tarafa da rahmetle muâmele buyurur. Ancak nefsânî hesaplar girerse, ilâhî rahmet aradan çıkar ve kul hakkı terettüp eder ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın af buyurmadığı bir husustur. Cenâb-ı Hak; kul hakkını sahibine havâle etmekte, kendisi doğrudan affetmemektedir.

Diğer taraftan borcu ödemeyen ve sebepsiz geciktiren kişilerin gıdâsına haram karışmış olur. Bunun sonu da mânen felâkettir.

Samîmî olarak ödeme niyetiyle borç alan kimseye Allah Teâlâ ödeme kolaylığı sağlar. Eğer borçlu, istismar ve sû-i istimâle düşmeksizin borcunu ihlâsla ödeme gayretinde ise, Allah ona bir çıkış kapısı ihsân eder. Bu meyanda; uhdesinde mal varlığı bulunan bir kimse onu satmayıp borcunu ödemezse mes’ul olur. Yani borçlu; herhangi bir çare bulamadığında, çok hayâtî olmayan imkân ve emlâkini satıp borcunu ödeme yoluna gitmelidir.

MÎRAS HAKKI

Kul hakkı bahsinde bugün en çok ihmal edilen hususlardan biri de, mîras meselesidir. İslâm’ın «ferâiz» adlı bir mîras hukuku vardır. Her Müslümanın mîras taksiminde bu hukukun îcâbını sorup öğrenmesi ve buna riâyet etmesi gerekir.

Memleketimizin bazı yerlerinde, bu hak çiğnenerek kız evlâtlara mîrastan hiçbir şey verilmemekte, bazı yerlerde de erkeğin hakkı gasp edilmektedir.

Bu mevzuda, haksızlığın örf hâline gelmesi de kabul edilemez. Dînimizde örf, şer’î hükümlere muhâlif olmadıkça muteber görülebilir. Şer’î hükümlere ters düşen örf; reddedilir, lağvedilir.

Cenâb-ı Hak, mîras taksiminin keyfiyetini bildirdikten sonra şöyle buyurmuştur:

“Bunlar (bu mîras hükümleri), Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır.

Kim Allâh’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.

Kim Allâh’a ve Peygamber’ine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı Cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 13-14)

SADÂKAT

Peygamberimiz’in, risâletten önce dahî kavmi arasındaki sıfatı «el-Emîn, es-Sâdık» idi. Herkes en kıymetli eşyalarını O’na emânet ederdi. O’nun hiçbir zaman yalan söylemediğini ve kendisine emânet edilen bir şeye asla hıyânet etmediğini hepsi çok iyi bilirdi.

Bir mü’min de «el-Emîn ve es-Sâdık» olmaktan nasip almalıdır.

Anlatılan kıssada, borç veren şahıs şâhit ve kefil istemektedir. Borçların yazılması ve borç akdine şâhit tutulması, Cenâb-ı Hak tarafından da tavsiye edilmiştir. Zira gelecekte; borcun miktarı ve vâdesi üzerinde bir anlaşmazlık çıkarsa, şâhitlerin yahut bir vesikanın bulunması, adâletin tesisine yardımcı olur.

Fakat kıssada; borç isteyen kişinin gösterebileceği bir şâhit olmadığından, samimî bir şekilde Cenâb-ı Hakk’ı şâhit gösterir. Mü’min kardeşi de bu şâhitliği kabul eder, yani kardeşine itimat eder.

Bu, İslâm toplumunun güzel bir manzarasıdır. İdeal İslâm toplumunda, herkes birbirine güvenir, itimat eder. Çünkü herkes «hak» mefhumuna sahiptir. Onu yaşar ve tavsiye eder.

HELÂL MALI ALLAH KORUR

Kıssadaki şahıs; parayı bir tahta parçasına koyarak, denize atmaktadır. Denize atılan bir şeyi tekrar bulmak veya karşı kıyıdaki muhatabına onu sâlimen ulaştırmak neredeyse imkânsızdır.

Fakat kazancı helâl olduğu için, Allah onu muhafaza etmiştir.

Allâh’a samimî kulluk ve takvâmız nisbetinde, Cenâb-ı Hak; olmazları oldurur, zorlukları kolaylaştırır. Yeter ki, mü’minler yalnız O’na kulluk etsinler ve yalnız O’ndan yardım istesinler.

Nitekim Hızır kıssasında da; evlâtları için parasını toprağa gömen kişinin helâl malını korumak için, Cenâb-ı Hak Hızır’ı göndermişti. Hızır o definenin üzerindeki duvarı tamir ederek, evlâtların büyüyüp yetişmesine kadar zaman kazandırmıştı.

Paranın menşei, nasıl tasarruf edileceğine tesir eder. Kişinin iradesini de tesiri altına alır. Kısaca para, kazanıldığı yere doğru akıp gider. Sahibinin değil, paranın iradesi vardır.

Hayırlı ve helâl para hayra, diğer taraftan şer bulaşan para da şerre akar. Hayatımızda israf varsa; bu hâl, kazancımızın röntgenidir.

ALLÂH’I ŞÂHİT ve KEFİL GÖSTERMEK

Kıssada, borç alan kişi samimiyetle Allâh’ı şâhit tutmakta ve o sözü yerine getirmek için de elinden gelen ne varsa yerine getirmektedir.

Ancak;

Gafil insanlar, alışverişlerinde, pazarlama ve pazarlıklarında sıklıkla yemin ederek, Allâh’ı söyledikleri sözlere şâhit tutarlar.

Meselâ;

“Vallâhi bana şu kadara mal oldu!..” gibi, sözlerle karşı tarafı teklif ettikleri bedele râzı etmeye çalışırlar.

Yahut; bazı ustalar, üreticiler, iç dünyalarında emin olmadıkları hâlde;

“Vallâhi, bu işi şu gün bitireceğim!” diyerek muhataplarını iknâ etmek yolunu tutmaktadırlar.

Eğer bu söyledikleri yalan ise, çok büyük bir günah işlemiş olurlar.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allâh’ın ahdini yerine getirin ve Allâh’ı üzerinize şâhit tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın.

Şüphesiz Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla bilir.” (en-Nahl, 91)

Hadîs-i şerifte şöyle îkaz buyurulmuştur:

“Yalan yere edilen yemin, malın sürümünü artırır ama bereketi yok eder.” (Buhârî, Büyû’, 25)

Velhâsıl;

KARDEŞLİĞİN HAKKI

Mü’min, mü’minin derdiyle dertlenmelidir. Ona güven ve itimat telkin etmelidir. Onu istismâr etmemeli, bilâkis onun yardımına koşmalıdır. Dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerimize kadar yardım etmemiz, hiçbir şey yapamıyorsak, onları duâlarımızda unutmamamız zarûrîdir.

İnce düşünüldüğünde;

Mazlumlara bîgâne kalmakla da, kul hakkı terettüp eder. Global güçlerin ezdiği ve çiğnediği mazlumlara karşı vazife ve mes’ûliyetlerimizin farkında mıyız?

Kardeşlik hukukunu gözetmekte ne kadar hassas olmamız gerektiğini Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“(Yapacağınız hayırlar, bilhassa) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. (Kendilerini öyle gizlerler ki) bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın.

(Sen onları yüzlerine bakınca tanımalısın. Kalbin âdetâ bir röntgen hâlini almalı ve hâlini arz etmeyen mahrumları bile tespit edebilmeli.)

Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Demek ki;

Sadece hâlini arz edip isteyebilen kardeşlerimize yardım etmemiz kâfi değildir. Hâlini arz edemeyenleri de arayıp bulmak vazifemiz vardır.

DÖRDÜNCÜ HAK:
MAHLÛKĀTIN HAKKI

Üzerimizdeki bir hak da mahlûkātın hakkıdır. Zira Rabbimiz, onları bizler için halk etmiştir.

Zira onlar, Cenâb-ı Hakk’ın el-Bârî (bir örnek olmaksızın yaratan) ve el-Musavvir (en güzel sûrette tasvîr eden, şekil veren) isimlerinin tecellîleridir.

Onlar bizim maddî ve mânevî hizmetimizdedir. Onlardan gıdâlanırız, istifâde ederiz; onları seyreder ilâhî sanatı tefekkür ederiz.

Kâinat kitabının sayfalarını tezyîn eden bu türlü türlü mahlûkat bize emânettir.

Onlardan istifâde ederken; zulümden, gaddarlıktan ve merhametsizlikten uzak durmamız îcâb eder.

Kapımızdaki kedi, köpek, kanadı kırık bir kuş… Her birine merhamet göstermeli, mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmalıyız. Rasûlullah Efendimiz’in ve O’nun rahlesinde yetişen Hak dostlarının hayatlarında, mahlûkāta şefkat nazarıyla bakmanın eşsiz misalleri vardır.

Bir misal verelim:

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnasında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi, siyâhî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”

“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah -radıyallâhu anh-;

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler! Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu.

Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip bahçeyi ona hediye etti. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk MEYAN, İstanbul 1977, s. 467)

Hiçbir canlıya zarûrî bir sebep olmaksızın asla zarar vermemeliyiz. Zararı def ederken, öldürmek yerine mümkünse uzaklaştırma yolunu aramalı ve bulmalıyız.

Bilhassa anız yakmak, ne büyük bir acımasızlıktır. Yakılan tarlalardaki türlü mahlûkat o yangının içinde yanarak fecî şekilde katledilmektedir.

Peygamberimiz, yakılmış bir karınca yuvası görünce üzüntüsünü şöyle dile getirmiştir:

“Kim yaktı bunu? Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur. (O da müstehak olanları cezalandırır.)” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 112/2675, Edeb, 163-164/5268)

Bu mânâda avcılık da, geçmişte gıdâ ve giyinme ihtiyacı gibi zarûretlere mebnî olarak helâl kılınmıştı. Bugün eğlence adı altında avcılık; merhametsizlik ve vicdansızlıktır. Zira nice yavruları annesiz bırakmaktır.

Zaten vahşî kapitalizmin emrindeki teknoloji; ekolojik dengeyi bozarak, birçok mahlûkātın neslinin tükenmesine ve büyük zarar görmesine sebebiyet vermektedir.

Hayvanları hor görüp, onların haklarına ehemmiyet vermemek asla doğru değildir. Hadîs-i şerifte, mahlûkātın haklarının Allah katında ne kadar kıymetli olduğu şöyle bildirilmiştir:

“Bir kadın kedisini ihmal edip, ölümüne sebep olması yüzünden cehennemlik oldu.

Bir günahkâr ise, susuz bir köpek gördü. Ona su vermek için; zor şartlarda kuyuya indi, ayakkabısıyla ona su içirdi. O da affa nâil oldu.” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151-152)

İslâm, mahlûkātın hakkına dahî bu kadar ihtimam gösterirken, batı ise, vahşî bir sömürgecilikle meşgul olduğu 1800 ve 1900’lü yıllarda, Afrika ve Avustralya gibi coğrafyalardan getirdiği siyâhî hemcinslerini, Avrupa ve Amerika’da hayvanat bahçesi gibi yerlerde, kafeslerde sergiledi. Böyle ağır bir insanlık ayıbını yıllarca sürdürdüler.

İşte hümanist diye gösterilen Avrupa’nın maskeli yüzü.

Merhamet ve şefkatin bulunmadığı bir toplumda insanlıktan bahsedilemez. O toplumda insan yoktur, vahşet vardır.

BEŞİNCİ HAK:
EŞYA HUSUSUNDA HAKKI GÖZETMEK

Bu cihan, imtihan mektebidir. Dolayısıyla her şey imtihan malzemesidir.

اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ

“Mülk, Allâh’ındır.”

İnsan bu dünyaya mülk ile gelmediği gibi, bu dünyadan da mülk ile gidemez. Demek ki insan, dünya hayatında sadece bir emânetçidir.

Dolayısıyla;

Dünyada mülkiyetine giren her eşya, mal ve mülk ile mü’min arasında bir hukuk terettüp eder.

•Onu nasıl elde etti, nasıl kazandı?

•Onu nasıl kullandı? Nasıl tasarruf etti?

•İsraf ve pintilik mi etti? Onu nefsine mi tahsis etti? Yoksa nefsine kâfî miktar verip, gerisini infâk ederek eşyayı, âhiret malzemesi mi eyledi?

Bir veznedarın, kendisine emânet edilen paralara gönül bağlaması ne kadar abestir. Onun tek vazifesi, paraların gerçek sahiplerinin verdiği vazifeyi yerine getirmektir.

Zira mülk Allâh’ındır.

Mü’min, mülk sahibi olan Allâh’ın emânetçisidir. Elindeki mal ve imkânları ilâhî tâlimatlar istikametinde kullanmalıdır.

Bu tasarrufta şunlar yasaktır:

Pintilik (nimeti kendi için saklamak)

İsraf (nimeti kendi için ziyan etmek)

İkisi de aynı. İkisi de nimeti insanın kendi için bencilce kullanmasıdır.

Zira insanı elindeki her nimet husûsunda bekleyen bir hesap vardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)

Yâ Rabbî!.. Bizleri ebedî hüsrandan muhafaza buyur!..

Üzerimizdeki hakların şükrünü edâ edebilen, hakkı tevzî ve tavsiye eden kullarının zümresine ilhâk eyle yâ Rabbî!..

Âmîn!..