KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -21- İSLÂM’DA İHLÂS ve SAMİMİYET

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İHLÂSIN MÜKÂFÂTI

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra, sâlih bir zât onu rüyada gördü ve aralarında şu konuşma geçti:

“–Allah sana ne muâmelede bulundu?”

“–Allah beni affetti.”

“–Allah seni ne sebeple affetti? Hayatında nasıl bir amel işledin ki affa mazhar oldun?”

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

“–Günlerden bir gün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişamını seyredince;

«–Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…» diye hislendim.

İşte bu niyet ve iştiyâkımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allah, bana rahmetiyle muâmele ederek günahlarımı bağışladı ve beni sonsuz nimetleriyle mükâfatlandırdı.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Cenâb-ı Hak, insanı Zâtına kulluk etmesi için yaratmıştır.

Ancak bu kulluk; samîm-i kalpten gelirse, hâlis ve muhlis bir şekilde, yalnızca Allah için yapılırsa makbul olur.

Zira tevhid, asla ortaklığı kabul etmez.

Cenâb-ı Hak buyurur:

فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۜ

“…(Her türlü şirk ve gösterişten uzak durup) ibâdet ve tâati yalnız Allâh’a has kılarak O’na kulluk et!..” (ez-Zümer, 2)

Cenâb-ı Hak; şirki, yani Zâtına ortak koşulmasını, tevbe edilmediği takdirde asla affetmeyeceğini buyurmuştur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; «sâlih amelleri Allah’tan başka fânî varlıklara da göstermek ve duyurmak, onların da övgü ve alkışlarına tâlip olmak» diye tarif edebileceğimiz «riyâ»gizli şirk olarak vasfetmiş ve îkaz buyurmuştur.

Meselâ yaptırdığı cami ve benzeri hayrâta henüz hayattayken kendi adını vermesi, kişiyi böyle bir tehlikeye götürebilir.

Ancak;

Vefâtından sonra evlâtları merhum büyüklerinin ismini koyabilirler. Böyle yapılması, hayır duâya vesile ve hayra teşvik edici olur.

Cenâb-ı Hak, kalplerin içindeki en gizli niyet ve duyguları dahî bilir. O, kullarının niyetlerinin samimiyet ve ihlâsını en iyi bilendir. Bu sebeple;

“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyurulmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

Yani bir mü’min, niyetini tashih ve ıslah etmeye, kalbini âdetâ rafine etmeye büyük gayret göstermelidir. Eğer kalbinde samimiyete ulaşabilirse, amellerinde meydana gelebilecek beşeriyet îcâbı kusurları, Cenâb-ı Hakk’ın affetmesi umulur.

Bu hakikati ifade için Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Yani kalp düzgünse, niyet hâlis ise, Cenâb-ı Hak; azları çok eyler, gayretlere ve ecirlere bereket nasîb eyler. İmkânsız gibi görülen zor zamanlarda, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı, kulun imdâdına yetişir.

Bunun sayısız misalleri vardır:

SAMİMÎ İKRAM

Hendek Savaşı’nda açlığın had safhada olduğu günlerdi. Peygamber Efendimiz ve ashâbı üç gündür bir lokma yememişti. Hazret-i Câbir; müsaade alıp evine gitti, baktı, ufak bir oğlakla az bir miktar arpa vardı. Onları yemek olarak hazırlayıp Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i davet etmeye koştu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle beraber bize buyurun.” dedi.

Ümmeti aç olduğu müddetçe, kendi açlığını hiç düşünmeyen Rasûlullah Efendimiz sordu:

“–Yemek ne kadar?”

Câbir -radıyallâhu anh- olan miktarı söyledi.

Peygamberimiz;

“–Hem çok, hem de güzel. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına;

“–Ey Hendek ehli! Câbir bize ziyafet hazırlamış, haydi buyurun!” diye yüksek sesle nidâ etti. Oradakiler hep birlikte kalktılar.

Hazret-i Câbir, telâşla zevcesinin yanına koşup şöyle dedi:

“–Vay başımıza gelenler! Peygamberimiz, yanında muhâcirler ve ensâr ile geliyor.”

Hanımı ise, müthiş bir firâset ve teslîmiyet göstererek sordu:

“–Allah Rasûlü sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?”

“–Evet.”

“–O hâlde telâşlanma! O, senden daha iyi bilir.”

O gün Rasûlullah Efendimiz; o azıcık yemek ile, sayıları bini bulan ashâbını doyurdu. Yemek arttı.

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141; Vâkıdî, II, 452)

Bu kıssadan gönül hisseleri:

•Rasûlullah Efendimiz’in ümmetine şefkati… Ümmeti doymadan kendisini asla düşünmemesi…

•Samimiyetin Allah katında nasıl bir berekete vesile olduğu…

•Allah Rasûlü’nün bir tâlimâtı karşısında, gösterilmesi gereken teslîmiyet edebi…

İhlâs ve samimiyet, nice çile ve ızdırapları dindirir. Nice müşkilleri âsân eder.

ASHÂB-I RAKÎM GİBİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz anlatır:

“Geçmiş ümmetlerden, yolculuğa çıkan üç arkadaş vardır. Yolculuk esnasında yağmura yakalanan üç arkadaş, geceyi geçirmek için bir mağaraya girerler. Derken dağdan büyükçe bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Ne kadar gayret etseler de kendi güçleriyle onu kımıldatamazlar. Sanki canlı canlı kabre konulmuş gibi olurlar.

Bunun üzerine birbirlerine derler ki:

«–Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çaremiz yoktur; bizi buradan, Allah’tan başka hiç kimse kurtaramaz.»

Onlardan biri, ana-babasına olan itaatini ve hürmetini anlatır. Bu kişi; yıllarca anne ve babasına ikram etmedikçe evlâtlarını dahî doyurmamış, bunu da yalnızca Allah rızâsı için yapmıştır. Bu amelini arz ederek, mağaradan kurtulmaya vesile kılar. Kaya biraz yerinden oynar, fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir.

İkinci kişi; Allah korkusunu, hayâ ve iffetini vesile kılar. Gönlünün meylettiği amca kızı, fakirlik ve açlık sebebiyle, arzusuna râm olacakken; «Allah’tan kork!» îkāzında bulunmuştur. Bu kişi de; sadece bu îkāz ile ürpererek, nefsini dizginlemiş ve Hazret-i Yûsuf gibi, Allâh’a sığınarak, şehvetin girdabına düşmekten son anda kurtulmuştur. O da bu amelini arz ederek, mağaradan kurtulmaya vesile olarak kabulünü niyâz eder. Kaya biraz daha aralanır, ama yine çıkılacak gibi değildir.

Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini anlatır: Sürülere sahip bu kişinin çalışanlarından biri, maaşını almadan ayrılır ve ortadan kaybolur. Bu kişi; elinde emânet kalan bu parayı sadece muhafaza etmez, aynı zamanda onu kendi parasını işlettiği gibi işletir. Kardeşlik gösterir. Uzun bir müddet sonra gelen işçisine; «Şu sürü senin!» der. Bu zât da, din kardeşi için gösterdiği bu cömertliği ve hizmeti, Allâh’a arz eder ve mağaradan kurtulmaları için vesile olarak takdim eder. Allâh’a yalvarır. Bunun üzerine kaya, mağaranın ağzından tamamen kayar ve dışarı çıkarlar.” (Bkz. Buhârî, Edeb, 5; Enbiyâ, 53; Zikir, 100)

İki cihanda da insanı bekleyen; nice korkunç darboğazlar, nice zorlu geçitler var. Ölüm ânı var, kabirde sual var, mahşerde hesap var, mîzan var, sırat var. Bütün bu müthiş ve müşkil bâdirelerde, imdâdımıza yetişecek, ihlâsla edâ edilmiş sâlih amellere muhtacız…

Samimî ilticâlara Rabbimiz’in imdâd edişine bir misal de Ashâb-ı Kehf’tir.

O’NA İMKÂNSIZ YOK!

Ashâb-ı Kehf îmanlarını koruma derdine düşmüş gençler idi. Onlar münkir ve fâsık kavimlerinin içerisinde, îmanlarını koruyamamaktan endişe ederek onlardan uzaklaştılar. Bir mağaraya sığındılar ve şöyle niyâz ettiler:

رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ
لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

“Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) vaziyetimizden bir kurtuluş yolu hazırla!..” (Bkz. el-Kehf, 10)

Cenâb-ı Hak da onların bu samimî duâlarını kabul buyurdu, sığındıkları mağarada onları 309 sene uyuttu ve sonra insanlara ibret olmaları için uyandırdı.

FÂSIKLARDAN UZAKLAŞ!..

Onlar, fâsıklardan kaçıyorlardı.

Çünkü;

İnsan, su gibidir. Su nasıl girdiği kabın şeklini alırsa, insan da bulunduğu yerdeki insanların kalbî husûsiyetlerinden tesir alır.

Fâsıklardan fısk u fücûr, sâlihlerden feyiz ve mâneviyat tesiri gelir.

Bu sebeple; kalbin samimiyet ve ihlâsını korumanın en mühim şartlarından biri, insanın bulunduğu çevreye dikkat etmesidir. Münkir, fâsık ve şerlilerden uzak durup; müttakî, sâlih ve sâdık kimselerle beraber bulunmaya gayret etmesidir.

Bir mü’min; bilhassa tahsil, izdivaç ve meslek seçiminde mutlaka bu husûsa riâyet etmelidir. Evlâtlarını okutacağı mektepleri tayin ederken de en çok, hoca ve arkadaş çevresinin kalbî mahiyetlerinin nasıl olacağına dikkat etmelidir.

İnfâkı emreden âyetler inmeye başladığı zaman ashâb-ı kiram, Rasûlullah Efendimiz’e gelip;

“‒Keşke hangi şeyin daha hayırlı olduğunu bilsek de, ondan biraz edinsek (onun üzerine yoğunlaşsak)” dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Sahip olunan şeylerin en fazîletlisi;

1. Zikreden bir dil;

2. Şükreden bir kalp;

3. Zevcine îmânında yardım eden (Allah yolunda ona destek olan ve onu teşvik eden) mü’mine bir zevcedir. (Bunlar üzerinde yoğunlaşın.)” (Tirmizî, Tefsir, 9/9)

Bugün bir ev alırken şu iki hususa bilhassa dikkat etmek daha bir ehemmiyetli:

‒Komşular sâlih mi?

‒Camiye yakın mı?

Yaşarken böyle. Vefattan sonrası için de yine düstur şudur:

“Ölülerinizi, sâlih insanların arasına defnediniz. Hayattaki insanın kötü komşudan rahatsız olması gibi, ölü de kötü komşudan rahatsız olur.” (Ebû Nuaym, Hilye, VI, 354; Deylemî, Müsned, I, 102)

Kur’ânî tâlimatlar çok sarihtir / açıktır:

“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68)

“…Kâfirlerle beraber oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz!..” (en-Nisâ, 140)

Rasûlullah Efendimiz de buyurur:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Çünkü İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; fâsıklar ve gafillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

KALPLER MEYLETMESİN!

Fâsık ve fâcirlerle bir arada bulunuldukça, arada dostluklar ve birtakım alışverişler meydana gelir. Kişi, ister istemez beraber bulunduğu kişiden birtakım iyilikler görür. Bunlar kalbinde o kişiye meyil meydana getirebilir.

İbn-i Kesîr tefsîrinde Rasûlullah Efendimiz’in şöyle bir duâsı naklediliyor:

“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsıkın ne bir yardımını ne de bir nimetini nasîb etme!.. Çünkü ben bana vahyettiğin (Kur’ân) içinde şunu bulmaktayım:

«Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin…»” (el-Mücâdele, 22) (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)

Gazâlî Hazretleri de şu duâyı naklediyor:

“Allâh’ım! Bana bir fâcirin yardımını nasîb eyleme ki, kalbim onu sevmesin / ona meyletmesin.” (Bkz. Deylemî, Firdevs, I, 393 [2011]) Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 89, 331; II, 321 [233, 1063, 2827’nci rivâyetlerin mânâsına şâhit olarak])

Demek ki; münkir, münafık ve fâcir kimselerin iltifâtından, yardım ve iyiliğinden de Allâh’a sığınmak lâzımdır.

Çünkü bu yardım ve iyilik, gerçek bir yardım ve iyilik değil, bilâkis ekmek arasında zehir ikrâm etmek gibi bir tuzaktır. Zaten îmânın özü de, «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret»ten ibarettir. Tebbet sûresi de bunun en güzel misâlidir.

Bu itibarla her Fâtiha’da günde en az kırk kez virdimiz şöyledir:

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil (nimet verdiklerinin yoluna bizi eriştir!)” (el-Fâtiha, 7)

AMELLER
TESCİL EDER

Îman kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Ancak îmânı kalpte koruyan, teyit ve tescil eden husus, sâlih amelleri ihlâsla işlemek ve günahlardan uzak durmaktır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; münafıklığın birtakım alâmetlerini sayarak, kulluğunda ihlâsa erişmek isteyen bir mü’minin bu çirkin davranışlardan uzak durmasının şart olduğunu bildirmiştir.

Bu hadîs-i şeriflerden biri şöyledir:

“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur:

•Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder.

•Konuştuğunda yalan söyler.

•Söz verince sözünden döner.

•Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.” (Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 106)

Âyet-i kerîmelerde de;

•Rasûlullah Efendimiz’e muhalefet etmek,

•Namazda gevşeklik ve tembellik göstermek,

•Allâh’ı az zikretmek,

•Cihaddan kaçınmak ve mücâhidleri soğutmaya çalışmak,

•Yalan, yalan yere yemin, dedikodu ve nemîme, ibâdullâhı istihfaf ve istihkar.

•Cimrilik gibi birçok kötü ve çirkin hasletin, münafıkların davranışları olduğu bildirilmiştir.

BİLHASSA YALAN!..

Nüfey bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet eder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

«–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?» diye üç defa sordu.

Biz de;

«–Evet, yâ Rasûlâllah!» dedik.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

«–Allâh’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek!» buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve;

«İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!» buyurdu.

Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki, daha fazla üzülmesini istemediğimiz için; «Keşke sükût buyursalar da yorulmasalar.» diye arzu ettik.” (Buhârî, Şehâdât, 10; Müslim, Îmân, 143)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa; onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutar, fazla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)

Cenâb-ı Hak da bizleri yalancılara karşı şöyle îkaz buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6)

Çünkü münafıklar, yalan silâhını kullanarak, insanları birbirine düşürürler. İslâm toplumunda yalancıların şâhitliği kabul edilmez.

Yalan, şahsiyeti rencide eder. Bir mü’min asla yalan söylememelidir. Yalan ve îmânın bir arada durmayacağını çok iyi idrâk etmelidir.

Yalan, münâfıkların kalbindeki hastalıktır ve ilâhî azâba dûçâr eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O (münafık)ların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.” (el-Bakara, 10)

Şu hadîs-i şerif de, âdetâ bu âyeti tefsir etmektedir:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta’, Kelâm, 18)

İKİ TÜRLÜ NİFAK

•İtikādî münafıklık

Kalben müslüman olmadığı hâlde, zâhiren müslümanmış gibi görünen münkirlerin hâlidir.

•Amelî münafıklık

Kalben îmân etmiş olmakla birlikte, yukarıda sayılan menfî sıfatları taşıyan, kalbinde hastalık bulunan gafil kişilerin hâlidir.

Bir mü’min, îmânından şüphe etmez. Lâkin; amelî münafıklığa, yani gaflete düşmemek için mü’min her an teyakkuz içinde olmalıdır.

Nitekim tâbiînden İbn-i Ebî Müleyke -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların her biri kendi nefisleri adına (amelî) nifaktan korkuyorlardı. Hiçbiri, Cebrâil ve Mîkâîl’in îmânı gibi bir îmâna sahip olduğunu söyleyemiyordu.”
(Buhârî, Îmân, 36)

Peygamber Efendimiz, sırdaşı Huzeyfetü’l-Yemânî -radıyallâhu anh-’a bazı münafıkları bildirmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfe iken bir defasında ona;

“–Allah aşkına ben de onlardan mıyım?” diye sordu.

Hazret-i Huzeyfe;

“–Hayır!” dedi ve ekledi: “Yemin olsun senden sonra artık bunları hiç kimseye anlatmam.” (bkz. İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, 8/637)

Hazret-i Hanzala -radıyallâhu anh- da;

“–Biz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında iken öyle bir hâle geliyoruz ki; bize cennet ve cehennemi hatırlatarak öğüt verdiğinde, âdetâ Cenâb-ı Hakk’ı, cennet ve cehennemi gözümüzle görüyormuş gibi oluyoruz.

Lâkin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerinden çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca, içinde bulunduğumuz hissiyâtın çoğunu kaybediyor, Efendimiz’in nasihatlerini unutuyoruz.” diyerek kalbindeki bu değişmelerden korktu ve gözyaşlarıyla Rasûlullah Efendimiz’e bu hâlinden şikâyet etti.

Rasûlullah Efendimiz de;

“–Ey Hanzala! Bazen öyle, bazen de böyle olur!” (Müslim, Tevbe, 12-13) buyurarak, kalbin sebâtını muhafaza etmenin ehemmiyetine işaret etti.

AYAK KAYMASINDAN KORKMAK

Kalbin bu değişken hâlinden dolayı; bir mü’min son nefesine kadar; “Ya îmânımı kaybedersem!” endişesi duymalıdır. Bir çatlak taşa basıp îmânını ziyân etme korkusu, mü’mini, teyakkuzda ve takvâ hassâsiyetinde tutar.

Bir de unutulmamalıdır ki;

İnsan, kendisi hakkında sübjektif davranır. Kendisi hakkında kanaatleri indî ve şahsî olur. Bu sebeple, bir hâkim kendi dâvâsına bakamaz. Onu başka bir hâkimin muhakeme etmesi îcâb eder.

Bu sebeple, gaflet ehlinin; «Dînin îcaplarını yerine getirmiyorum ama benim kalbim temiz.» gibi sözleri, kendini kandırmaktan ibarettir. Cenâb-ı Hak;

“…Kendinizi temize çıkarmayın! Çünkü O (Allah) kimin takvâlı olduğunu en iyi bilendir.” (en-Necm, 32) buyurmuştur.

Demek ki her mü’min sürekli kendini muhasebe etmelidir.

Hazret-i İbrahim, Allah katında «halil / dost» oldu. Dostluğun zirvesine ulaştı. Buna rağmen duâsı şuydu:

‒(Yâ Rabbî! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87)

Demek ki, mânen zirvelere yükseldikçe, o büyük peygamberin önünde öyle ufuklar açıldı ki, o manzara karşısında daha fazla hiçliğe büründü.

Sâlih ameller, îmânın koruyucu kalkanıdır. İbâdet hayatındaki noksan ve kusurları bir an evvel ıslah etmek îcâb eder.

Şu kıssa câlib-i dikkattir:

Molla Fenârî, bir mahkeme mevzuunda Yıldırım Bâyezîd’in şâhitliğini kabul edemeyeceğini bildirdi. Kararının esbâb-ı mûcibesini sultana karşı şöyle îzâh etti:

“–Sultanım! Sizi cemaatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yani sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir… Şayet cemaate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhitliğinizin kabulüne engeldir…”

Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu muvaffakıyetinin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd, Bursa’daki meşhur Ulu Cami’yi yaptırdı ve beş vakit cemaate devam etti.

Molla Fenârî’nin bu cesareti de ihlâs ve samimiyetin bir bereketidir. Çünkü hak ve hakikati, menfaat ve korkuya çiğnetmemiştir.

Yahudilik ve Hıristiyanlık ise, din adamlarının; ilâhî hakikatleri; «ثَمَنًا قَلِيلًا : Az bir menfaat» ile değiştirmeleri yüzünden tahrife uğramıştır.

İSTİKAMETLİ ŞAHSİYET

Necip Fazıl; yazdığı tiyatro eserinde Abdülhamid Han’ı, huzûrunda ellerine sarılarak eğilen Şeyhülislâm’a hitâben şöyle konuşturur:

“–Şeyhülislâm efendi! Başınızdaki sarık dik dursun!”

Yani dîni ve ilmi temsil eden sarık, dâimâ dosdoğru durmalıdır. Çünkü o yamulursa din de yamulmuş olur.

Toplum, önde gidenleri takip eder. Evlâtlar anne-babalarını, halk âmirlerini, talebeler hocalarını âdetâ fotokopi çeker gibi kopyalarlar.

Meşhur hikâyedir; anne yengeç, yavrusuna;

“–Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum! Düzgün yürüsene!” der.

Yavrusu ise;

“–Peki anne! Önce sen önümde düzgünce yürü, ben seni takip ederim.” karşılığını verir.

Tıpkı bu misalde olduğu gibi;

Bir toplum, önde gelen âlim ve fâzıl şahsiyetlerle irşâd edilirse, ihlâs ve samimiyetle işlenen sâlih amellerle terakkî eder, huzur ve itmi’nâna erer.

MÂNEVİYATIN ZAFERİ

Toplumun mânevî terakkîsinin, asr-ı saâdetten sonraki en zirve nümûnesi Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- devridir.

Onun hilâfeti sadece iki buçuk sene sürmüştü. O kısacık zaman diliminde, İslâm tarihine en büyük imzayı atmaya muvaffak oldu.

Halîfenin ihlâsı, topluma da in’ikâs etti. Herkes zekâtlarını fazla fazla verdi. İnfak ve hayrat yarışına girdiler. Kur’ân’a ehemmiyet verdiler. Hak ve hukuk tevzî edildi. İbâdet ü tâatlere revaç arttı. Her yeri ihlâs ve feyiz kapladı. Öyle bir bereket oldu ki, dağdaki kurt, sürüye saldırmaz olmuştu.

Mus‘ab bin A‘yun anlatır:

“Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırdı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden;

«–Şu âdil halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım. Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.

Osmanlı’nın ilk asırlarındaki muazzam inkişaf da böyle bir ihlâsın bereketidir. Osmanlı, bugün ancak bir ilçe mahiyetindeki İznik’te kuruldu. Kısa zamanda üç kıtaya hükmeden devlet-i aliyye hâline geldi. Milyonlarca kilometrekareye hâkim oldu, huzur ve adâlet tevzî etti.

Fert ve toplum, halk ve padişah, nefs tezkiyesine ehemmiyet verdi. Halkı ve sultanları Edebâli silsilesi terbiye etti. Nesiller İslâm karakter ve şahsiyetiyle, Kur’ân kültürüyle yetiştirildi. Feyiz ve bereket hâsıl oldu.

Lâkin Lâle Devri ve devamında ruh plânı terk edilip, ten plânına dönülünce, yavaş yavaş bereket de kayboldu. Cephelerden mağlûbiyet haberleri gelmeye başladı.

Demek ki;

Fert ve toplum ne kadar ihlâs ile amel-i sâlihler içinde yaşarsa ilâhî yardım o kadar tecellî eder.

Amel-i sâlihlerden tavizler verilip, nefsânî hayatın önü açılırsa adım adım hüsran başlar.

ÎMAN TESTİ

Günümüzde maalesef dîni, sadece inanç ve ferdî ibâdetler sahasına hapsetmek isteyen bir anlayış var. Îman ve ibâdet olsun ama hayatlarda Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı birtakım fiil ve davranışlar da devam etsin, böyle karışık bir hayat yaşansın isteniyor. Meselâ iktisâdî hayatta fâiz, iş ve tahsil mekânında ihtilât, sokakta tesettürsüzlük vb…

Bu câhilî anlayışa «sekülerleşme» vs. isimler verilmekte.

Hâlbuki İslâm, bir müslümanın hayatının tamamını tanzim ve ıslah eder. Hayatın her safhasında tatbik edilmesi gereken, Kur’ânî tâlimatlar vardır.

“Din öyle diyor ama, bugün bu işler böyle yürümüyor! Piyasanın kaideleri böyle! Ne yapalım?” gibi bahaneler asla makbul ve meşrû değildir.

Dîni, hayatın birtakım sahalarından uzaklaştırmaya kalkmak, bir küfür alâmetidir.

Zira böyle yapıldığında din istihfâf edilmiş ve ikinci plâna bırakılmış olur. Dünya öne çıkarılmış olur.

Mülk Sûresi’nde, bu cihanın gayesinin imtihan olduğu bildirilmiştir. Dünya hayatının her safhasının imtihan olduğunu unutmamak lâzımdır.

Bir mü’minin hayatının her noktasının Kur’ân ve Sünnet’e muvâfık olması îcâb eder.

Dînin sokulmadığı yerlerde, Allah Teâlâ da rahmeti kaldırır. Huzur biter, bereket yok olur, felâket başlar.

Bu sebeple şahsî hayatımızda, aile hayatımızda, iş hayatımızda hulâsa her sahada Rabbimiz’in tâlimatlarını ihlâsla hayata geçirmeliyiz.

Rabbimiz, kalplerimizde ihlâs ve samimiyetimizi artırsın. Haramlardan uzak durma ve sâlih amelleri aşk ve şevk ile işleme şuurumuzu ziyadeleştirsin.

Bizleri ve nesillerimizi; gizli ve açık her türlü inkâr, nifak, fısk ve fücurdan muhafaza buyursun.

Âmîn!..