İNTERNET ve BEYNİMİZ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz haftalarda Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfı, Ayasofya Camii’nin zincirlerinin kırılması ve yeniden ibâdete açılmasının sevinci, bize bir konuyu unutturdu:

O da Cumhurbaşkanımızın torununun dünyaya gelmesi haberinin sosyal medya üzerinden paylaşılması sırasında, bazı ahlâksızların sergilediği çirkin manzaraydı.

Bu müessif hâdise vesilesiyle Cumhurbaşkanı; sosyal medya organlarının artık kanunlarımıza tâbî olacağını, hukuk kontrolü altına alınacağını açıkladı.

İnternet ortamı ve sosyal medya vasıtalarının hukukla daha çok muhatap olması için kanunî düzenlemelerin yapılması, aslında hayli geç kalmış bir adım. Bu kararın ciddiyetle hayata geçmesi için hepimiz destek vermeliyiz. Çünkü dijital araçlar, henüz hayat tecrübesinden mahrum küçük çocuklarımıza kadar herkesin sahip olduğu âletler hâline geldi. Hele gençler, âdeta bu mecrâlarda hayatlarını sürdürüyor. Aynı masanın etrafında oturan, aynı yemeğe kaşık sallayan aile fertleri, ellerindeki dijital makinelerin içinde yaşayabiliyorlar.

Şu anda yapılacak düzenlemeler aslında yeterli değil. Çünkü bunlar sadece; «istismar, kumar, dolandırıcılık, terör propagandası» gibi büyük suçlara karşı hak aramayı mümkün kılacak. Hâlbuki bu mecrâlarda özgürlük adı altında daha pek çok ifsâd edici muhtevâlar dolaşıyor.

İçinde bulunduğumuz bu devir, insanların son derece ukalâ ve cüretkâr olduğu bir devir. Bunda, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin bolluğuyla rehâvete kapılmanın ve nefsi palazlandıran imkânlarla şımarmanın tesiri büyük. Bilhassa teknolojinin içine doğan, elinde dijital cihazlarla büyüyen nesil; hamâkat derecesinde bir küstahlık içinde…

Hani «sanal» diyorlar ya, hakikaten bugün insanoğlu kendi eliyle yazıp, çizip, tasarladığı; kendi hayalinden uydurduğu bir ortam içindeki bu hareketliliğine bakıp kendisini bir şey zannediyor. Bu hayalî ve sun‘î dünyada kolayca bir şeyler yapabiliyor, ağzına geleni yazıp, yorumlar yapıp, ona buna hakaret edip geçip gidiyor diye kendini gerçekten çok mârifet sahibi zannediyor. Kendini mes’ûliyetsiz, kimsenin sorguya çekemeyeceği, başıboş, serbest biri zannediyor.

Kısacası teknoloji âdeta kimlik inşâ ediyor. Teknolojiyi üretip, kullanıp, örnek olanlar âdeta teknolojinin ahlâkını da belirliyor. Bu ahlâkî seviyeye göre insan tipi üretiliyor. Ama bu kimlik, ne yazık ki sağlıklı bir ruh hâline sahip değil.

Aslında bu durumun ferdî, ailevî, içtimâî birçok problemle yakından alâkası var ve yakında bunlarla daha çok karşı karşıya geleceğiz.

Meselâ;

Teknoloji kuşağının bir tıkla istediği kişiyle arkadaş olup, istemeyince de engellemesi gibi, aynı hızla ve keyfîlikle evlenip boşandığını görüyoruz. Bu kadar insanın o düğün derneği yapmak için masraf ettiğini, emek verdiğini, ümitler bağladığını, acele bir boşanma kararıyla ne kadar zarara uğrayıp, incinip, itibarının sarsıldığını hiç düşünmüyorlar.

Tek derdimiz bu olsa yine iyi, insanlar internet ortamlarında îmânını kaybediyor. Aklı bir karış havada bir genç, bir video seyrediyor; “Ben de ateist oldum.”, “Deist oldum.” diyor.

Zannediyor ki; bilgiç edâlarla atıp tutan o zavallı, sadece dînin cevabını verdiği o sorulara daha doğru bir cevap bulmuş.

“Neden bu dünyaya geldik? Hayatın gayesi nedir? Hayat neyle kıymetli hâle gelir? Hayatın sonunda ne var?”

Bu sorulara daha doğru bir cevap veren, bir hakikat kaynağı bulmamışsa ne bulmuş? Acaba ölmemenin bir yolunu mu keşfetmiş? Yahut ölümden sonra dirilmemenin, hesaba çekilmemenin bir çaresini mi bulmuş? Eğer bunların hiçbirini bulmamışsa, neyine güveniyor ki?

O sahte kibir maskesi, ne tuhaftır ki kendi nefsine bahane arayan bir yarım akıllıyı tesir altına alabiliyor.

Nefis hakikat yerine yalanı tercih ediyor. Faydalı nasihatler yerine zararlı fikirlere merak duyuyor. Kendini yetiştirmeye talip olmuyor; oyun, eğlence peşinde koşuyor. İnternet de insan nefsinin ve beyninin zayıf taraflarını çok iyi kullanıyor.

Bir araştırmaya göre, insanlar üzerinde beyin resmi gördükleri bir kitabın içindekilere daha çok güveniyormuş. Beyin, sanki aklı ve bilimi temsil ediyor gibi düşünülüyor. Hâlbuki beynimiz; tasavvuf ıstılahında nefis denildiğinde kastedilen türlü türlü dürtülerin, duyguların ve aklı karıştıran hislerin de kaynağı.

Bütün nefis sahiplerinde ortak olan, «Acıdan ve sıkıntıdan kaç! Zevk ve rahatlığa yönel!» mantığı, beynin de temel çalışma prensibi. Zevk vermeyen sohbetlere, öğretici programlara değil yalancı zevklere yöneliyor.

Üstelik beyin; sahtelikleri, yalancı zevkleri hakikatten ayırt edemiyor. Oyundan puan alınca beynin ödül merkezinde zevk veren kimyevî maddeler salgılanıyor. İnsan eğer tefekkür edecek olsa; oyundan alınan puanların gerçek hayatta hiçbir işe yaramadığını anlayabiliyor ama yine de o andaki zevkin bağımlısı oluyor.

Bu örneğin de gösterdiği gibi;

Beyin zannedildiği kadar akıllı değil. Beyin kabiliyetli bir vasıta ama onu iyi ve kıymetli şeylere kullanmak için bir rehber lâzım. Ama rehberlerin nasihatleri hoşa gitmiyor. Bizi zevklerimizden alıkoyan, hoşlanmadığımız vazifeler yükleyen nasihatler nefsimize hoş gelmiyor.

İşte bu hoşlanmama hâlinin verdiği psikolojiyle hakikat olsa da zorumuza giden nasihatleri duymak istemiyoruz; yalan ve uydurma olduğunu bile bile bizi güldürüp eğlendiren, oyalayıp giden komikliklere zaman harcıyoruz.

Elbette bizim bu temâyülümüze göre hazırlanan muhtevâlar hem çok tıklanıyor hem de bu mecrâların sahipleri bunları teşvik ediyor.

Aslında internet; insanlık tarihi boyunca hep var olmuş, eğlenceli masallar, efsaneler, şarkılar, türküler, oyunlar, eğlenceler ve benzeri lehviyâtın teknoloji desteğiyle gelişen kolayca ulaşılan hâli. İnsanoğlunun hakikati verip, yalanı, uydurmayı satın alması da yeni bir şey değil. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz;

“Onlar, hep yalana kulak veren ve durmadan suht (bereketin kökünü kazıyan haramları) yiyen kimselerdir.” (el-Mâide, 42) buyuruyor.

Âyet-i kerîme yahudilerin ahlâkını vasfederken müslümanlara;

“Siz de öyle olmayın!” diye ders veriyor.

İnsanın nefsânî yönünde; yalana, palavraya, boş ve değersiz şeylere yönelme hastalığı var. O hastalığı tedavi etmek için çare, yine beynin bir vasfında gizli.

Beyin, mecbur kalmadıkça; hakikî ve faydalı bir ilim öğrenmeye, sâlih ve faydalı bir iş yapmaya alâka duymaz. Böyle ciddî çalışmalara dikkatini yoğunlaştırmak hoşuna gitmez. Ancak mükâfat veya ceza gibi bir müeyyide ile onu mecbur ederseniz, kendini bu faydalı çalışmalara zorlar. İşte Rabbimiz de cennet nimetleri ve cehennem azâbını; insanları, faydasız, boş, aldatıcı hattâ zararlı meşgalelerden hayırlı şeylere yönlendirmek için kullanır.

Vaat ve tehdit, ham nefsin ilk harekete geçirilişi için itici bir kuvvettir. Zaten hakikatin tadını alan insan, artık sahteliklerden yüz çevirecektir. Ama insan rûhunu o aldatıcı beyin kimyasından kurtarmak için bu teşvik ve terbiyeye ihtiyaç vardır.

İnternette dolaşan ateist videolarının çoğunda, sanki iddiacının kendisi cennet nimetlerinden müstağnî imiş veya cehennem azâbından korkmamak için bir çare bulmuş gibi bunlarla küstahça alay ettiğini görüyorsunuz. Hâlbuki Allah Teâlâ sadece tehdit ve vaatlerle değil, aklı iknâ eden misallerle, gönlü müteessir eden edebî üslûpla, derin ilim sahiplerinin anlayabileceği sırlarla ve daha birçok ince mânâlarla sesleniyor. Ama elbette anlayana…

Vaat ve tehditler ise o mânâları idrâk edecek seviyeye gelinceye kadar gösterilmesi îcap eden sabır ve azmi göstermeye teşvik ediyor.

Matbaanın îcâdı, radyo ve televizyonun keşfi ve nihayet internet ağının dünyayı sarmasıyla; bilgiler, fikirler ve benzeri kültür ürünleri hızla dünyayı dolaşıyor. Bunları kısmen kontrol altına alabilsek de tamamen filtre edip, her türlü ifsâdı engelleyemeyiz. Çaremiz; bu soru ve itirazları, en güzel cevapları vermek için vesile olarak görmek.

Neticede bu bir bakıma da, Allâh’ın iradesi. Allah Teâlâ istemeseydi bunların hiçbiri olmazdı. Rabbimiz, aklen ve kalben sürekli mücadele içinde olmamızı ve gayret etmemizi istiyor.