Her İşin Başı; TEDBİR

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Allah Teâlâ; insanı eşref-i mahlûkat olarak yaratıp yeryüzündeki halîfesi kılmış ve bu ulviyetle mütenasip olarak, ilâhî bir taltif sadedinde de kâinâtı onun hizmetine tevdî buyurmuştur. Hikmetine binâen, «ekolojik denge» çerçevesinde yaratılan her varlık; neslini korumak ve devam ettirmek hususunda, yapısına uygun her türlü imkânla teçhiz buyurulmuştur. Öyle ki; burada, güç timsâli bir arslanın karşısında, zayıflık izâfe edilebilecek bir sinek, çaresizliğe, yok olmaya mahkûm bırakılmamıştır. Kezâ bitkilerin de, bu denge içerisinde hayâtiyetinin devamı için gerekli her türlü ihtiyacı karşılanmıştır.

Nefha-i ilâhîyeye mazhar olmakla şereflenen insan; hiçbir varlıkta bulunmayan akıl nimeti ve buna bağlı hassaların ihsan buyurulması muvâcehesinde, diğer bütün varlıklardan farklı bir mevkîdedir. Bu cümleden olarak; kendisine tevdî buyurulan ulvî mükellefiyetler mûcibince, bir imtihan sahnesi olan dünyadaki hayat yolculuğunda, cüz’i iradesiyle istikametini çizebilme hakkı ve hürriyeti bahşedilmiştir. Ancak, başıboş kendi hâline bırakılmamış; çeşitli sâiklerle yolunu şaşırıp hüsranlara dûçâr olmaması için, ufkunu aydınlatacak ilâhî rehberler lutfedilmiştir. Bu cümleden olarak, insana düşen; başlatıldığı hayat yolculuğunu «yüz akı»yla tamamlayabilmek için alacağı tedbirlerin, ilâhî rehberlerin tâlim buyurdukları muhtevâya uygun olmasına ihtimam göstermektir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, iki cihan saâdetini kazanacak sâlih bir kulluk için gerekli tedbirler manzûmesini şöyle beyan buyuruyor:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta, Kader, 3) Yine bu meyanda, başka bir hadîs-i şerifte de;

“İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer.” buyurulup, açıklama istenince;

“Bana itaat edenler cennete girer; bana karşı gelenler, cenneti istememiş demektir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2) îzâhı getirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, takrîben yedi yüz yerde geçen; «düşünmeye; akletmeye; ibret almaya;…» çağıran tefekkür ifadeleri, bizi alınması gereken tedbirler hususunda da îkaz etmektedir.

Şu anda dünyanın pençesinde çırpındığı Korona virüs gāilesi, tedbirli olmanın ve bunu sabırla devam ettirmenin önemini herkese ezberletmiş durumda. Yedisinden yetmişine maske ile dolaşan, imkân nisbetinde birbirlerinden uzaklaşmaya bakan, toplu sahalarda el temizliğine ihtimam gösteren insanlar; bu durumun bir tezâhürü. Virüsün hiç müsamahası yok; bilhassa ekonomik zaruretler dolayısıyla tedbirlerde başlatılan gevşetme teşebbüsleri, salgının tekrar alevlenmesiyle akîm kalıyor. Mücadelede başarılı olmaya ramak kalmış birçok ülkenin, hastalığın yeniden hızlanmasıyla tedbirlerde tekrar başa dönmek zorunda kaldıkları görülüyor. Aynı durumda olan ülkemizde de; bu gidişât, çekilen emeklerin boşa gitme ihtimalini gündemde tutuyor.

İnsan, hayatı boyunca, hep bir meşguliyet içerisinde olup; pek çok işi hâlletmek vazifesi ile mükelleftir. Her işin başı ise, şüphesiz tedbirli olmaktır. Bir işin başarılması, ancak uygun tedbirlerle beraber yürütülmesi ile mümkündür. Bu cümleden olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın…” (en-Nisâ, 71) buyurulur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, şöyle buyurur:

“Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet, 60) Tedbirsizlik ve tedbiri elden bırakmak; ne kadar gayret gösterilse de, emek sarf edilse de her şeyin boşa gitmesine sebebiyet verebilecektir. İnsan içtimâî bir varlık olması hasebiyle; onun ve cemiyetin selâmeti için tesis edilen bütün beraberliklerde, ancak gerekli tedbirlere riâyet edilmesiyle maksada vâsıl olunabilir.

Hicretin üçüncü yılında yapılan Uhud Savaşı, tedbire riâyet etmemenin acı neticelerini gösteren fevkalâde önemli bir örnektir. Bu savaşta, Medine’ye yaklaşan müşriklere karşı, önce şehirde kalıp savunma savaşı yapmayı uygun bulan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; yapılan istişâre neticesine uyarak, şehir dışında meydan savaşı yapılmasına karar verir. Fakat İslâm ordusunun arkadan vurulmasına karşı tedbir olarak, stratejik «Okçular Tepesi»ne; «hiçbir şekilde burayı terk etmemeleri» tâlimatını vererek, elli kişilik okçu birliği yerleştirir. Yedi yüz kişilik İslâm ordusu; ilk safhada, üç bin kişilik müşrik ordusunu bozguna uğratır. Bunu gören okçular birliğinin çoğunluğu; galip gelindiği kanaatiyle, tuttukları tepeyi terk edip savaş sahasına inerler. Müşrikler tarafında, böyle bir fırsatı kollayan iki yüz kişilik süvâri birliğinin komutanı Hâlid bin Velid; derhâl harekete geçerek, İslâm ordusunun arkasına sarkıp, saldırır. Bu durumda, gidişât bir anda değişir; iki hücum arasında kalan İslâm ordusu bozulur. Yetmiş şehid verilerek, güçlükle toparlanılıp, tekrar hücuma geçilir. Savaşa devam etmeyi göze alamayan müşrikler geri çekilirler.

Bedir Savaşı’nda da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; önce, orduyu uygun görülen bir yere yerleştirir. Sonra, «bunun vahiyle olup olmadığını» soran ve «vahiyle olmadığı» cevabını alan tecrübeli bir sahâbenin teklifiyle, su kuyularının olduğu mıntıkaya intikal edilmesi de tedbirle alâkalı bir hassâsiyettir. Kezâ; Hendek Savaşı’nda da, Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’ın teklifi ile, en uygun tedbirle şehrin etrafına hendek kazılarak başarılı bir müdafaa savaşı yapılmıştır.

Tarihin kaydettiği büyük zaferlerin de hüsranların da arka plânında, tedbirlerle alâkalı meselelerin olduğu müşâhede edilir. Yavuz Sultan Selim Han’ın, tarihe altın bir sayfa olarak geçen Mısır Seferi’nde; aşılamaz zannedilen Sînâ Çölü’nü zâyiat vermeden 13 günde geçmesi, bu sefer için gerekli tedbirlerin uygulanması hususuna bir örnektir.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın; İstanbul’u fethi de, hayatın adandığı bir dâvâ olması hasebiyle, dehâ seviyesinde nakış nakış işlenmiş tedbirler manzûmesinin bir neticesi olarak görülmelidir. Dış güçlerin oyununa gelip; fevkalâde tedbirli davranmakla tanınan Sultan II. Abdülhamid Han’ı hal‘ ederek idareyi ele geçiren heyetin tedbirsizliği, koskoca devletin kısa sürede yok olmasıyla neticelenmiştir. Bu hengâmda vukû bulan Sarıkamış fâciası, takrîben doksan bin askerimizin donarak şehâdetleri ile, bu devredeki en çarpıcı örneklerden birisidir.

İngiliz tarihçi Toynbee, ulvî «Nizâm-ı Âlem» dâvâsını yürüten şanlı Osmanlı Cihan Devleti’nin âkıbetinin, «durdurulma» olduğunu belirtiyor. Nitekim; sömürgeciler cephesi, ancak bu sûretle önlerini kesen engelden kurtulup dünya hâkim olmuşlardır. Fakat bugün Türkiye’nin; ecdâdının dâvâsına ve mîrâsına sahip çıkmasını görmekle, uyuyan devin uyanma emârelerini müşâhede ile tedirginler. Bu sebeple, ülkemizin elini kolunu bağlayıp, kıpırdayamaz hâle getirmek için bütün imkânları seferber etmiş vaziyetteler. Osmanlı’dan sonra kan ve gözyaşına mahkûm olmuş mazlumlar âlemi ise, bu dirilişi hasretle bekliyor.

Türkiye güçlenerek; kendisini bastırıp, tarihî vazifesinden alıkoymak isteyenlerin heveslerini kursaklarında koymaya, yoluna çektikleri setleri yıkıp geçmeye mecburdur. Bu maksatla; istikbâle, kısır çekişmelerden kurtulup, millî değerlerimiz zemininde birlik ve beraberliğimizi pekiştirerek, her bakımdan kendine yeten, güçlü bir ülke olarak yürümek için gerekli bütün tedbirleri almak boynunun borcudur. Bu hususla alâkalı olarak, Abdülhak Molla (1786-1854);

Bu mesel ile, bulur cümle düvel fevz ü felâh,
Hazır ol cenge, eğer ister ise sulh ü salâh.

diyor. Ancak bu başarılabildiği nisbette sömürgeciler cephesi alt edilip, mukaddes dâvâya liyâkat kesbedilebilecektir.